Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
28 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Ey bu hamiyet-i diniye ve millîyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

    Hamiyet-i dinîye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir ürvetülvüskadır, tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kal'adır dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:

    - Delilin nedir? Bu büyük dâvâya, büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım, delil nedir?

    Birden şimendiferimiz tünelden çıktı, biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık; altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

    - İşte bu çocuk lisan-ı hâliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali, bu gelecek hakikatı der:

    Bakınız, bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasiyle ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz, tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor: «Bana rastgelenlerin vay haline!» dediği halde; o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kah-


    sh:» (T: 99)

    ramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancılığiyle diyor:

    - Ey şimendifer! Sen, gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.

    Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle gûya der:

    - Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin, bana tecavüz etmek haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanın izniyle yolundan geç.

    İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra, fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde, Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıklariyle beraber tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar; ne kadar kaçacaklar; o hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cerasetleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar; belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arsal tevehhüm ederler.

    Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa, o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak ve hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan «Şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabiyle gezdirmesi» ne olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların «Onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak» olan cahilâne itikatsızlıklarıdır.

    .............................. .............................. .............................. ........


    sh:» (T: 100)

    O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi, Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiş. Mes'ele şudur ki: Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete, binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ, kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar, bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle küfür ve dalâlât, bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içinde koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye, o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi, beş para fayda vermediğini gösterip, yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

    İşte iman ve küfrün muvazenesi, Âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür, dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini kat'î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

    Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız... Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriyye ve bahriyye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vâkıatlarına bakınız. Hem, âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, Âlem-i ruhanî ve mâneviyatta, kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.


    sh:» (T: 101)

    İşte kâinat içindeki maddî ve mânevî bütün bu silsileler; imansız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i mâneviyesini zir ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belki; sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları, mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar, vazifelerinde şaşırtmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp, kuvve-i mânevîyeyi tamamiyle eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. İşte ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez; kuvve-i mânevîyeyi temin edemez. Cesareti, zir ü zeber olur; fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır. Ehl-i iman, iman cihetiyle, değil korkmak, kuvve-i mânevîyesi kırılmak, belki temsildeki mâsum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i mânevîye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. «Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan, bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler» deyip anlar kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi; onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikati ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur, yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

    Acaba, en ziyade kuvve-i mânevîyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer; bu zamanda, o kuvve-i mânevîyi ve teselliyi ve saadeti temin eden İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanı ile İslâmiyetin milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mânevîyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayan-


    sh:» (T: 102)
    ması, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş başta İslâm olarak beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa, Kur'ânın hakaikına yapışacak!...»
    * * *
    O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki: "Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir." Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri, yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.
    Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki harb-i umumînin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zâten o kış Molla Said, talebelerine: "Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor" diye haber vermişti.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:
    Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
    İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen,( lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem
    sh: » (H: 94)
    olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
    İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.
    Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz." diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..
    Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım!
    Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.
    Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için
    sh: » (H: 95)
    tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.
    Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
    Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
    Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun."
    İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.
    Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti,
    sh: » (H: 96)
    himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
    Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
    مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسُهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ
    Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.
    ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyyedir.وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Ayet-i Kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telahuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
    Asya Kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iyye, iki esası emreder:
    sh: » (H: 97)
    اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ
    وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ { نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ
    Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
    فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ االْيَاْسُ فَلْتَدُومِ االْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى وَاالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ االْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
    Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...
    ***
    Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadolu'da Medresetüz-Zehra nâmiyle vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul'a geldi. Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz.

    «Hürriyetin başında, Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:

    - Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i millîye mi daha kuvvetli, daha lâzım?

    Dedim:


    sh:» (T: 98)

    - Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat mütttehiddir; itibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. ikisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, âvam ve havassa şâmil oluyor... Hamiyet-i millîye, yüzden birisine, yâni menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i millîye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde, kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kadîr-i Ezelî, ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki: Yalnız hiss-i dinî, şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #13
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.
    İkinci Kuvvet: Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
    Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
    Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniye'dir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek.. mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
    Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
    Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî
    sh: » (H: 90)
    kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
    Biliniz ki:
    Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
    Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!" diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...
    Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her
    kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir
    sh: » (H: 91)
    baharı olacak inşâallah.
    Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
    İKİNCİ KELİME ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiye ye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
    لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. ماَ لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ
    Hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah .
    Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani veاَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِيhakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ın
    sh: » (H: 92)
    bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
    ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üssü'l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâiyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Haşiye)
    ______________________
    (Haşiye): Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik et. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti. (Haşiye 1)
    (Haşiye-1): Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.
    Nur Şakirdleri
    Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra
    sh: » (H: 93)
    Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l vüskâ" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
    Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
    DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #14
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Birinci Kelime: "EL-EMEL" yâni: Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle ümid beslemek.
    Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binaen:
    Ey İslâm Cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki Âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahiyle olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa başlıyor, ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben

    sh: » (T: 86)
    dünyaya işittirecek(Hâşiye) derecede kanaat-ı kat'iyemle derim:
    İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz.
    İslâmiyetin hakaiki; hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
    Birinci cihet olan mânen terakki ise, biliniz: Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahidtir. İşte tarih bize gösteriyor, hattâ Rus'u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: "Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor ve ehl-i İslâmın, hakikat-ı İslâmiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bil'akisdir."
    .............................. .............................. .............................. ...
    "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."
    "Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi, Âlem-i İslâmın câmi-i kebîrinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız, tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!
    Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid
    ______________________
    Hâşiye: Eski Said hiss-i kablelvuku' ile, 1371de başta Arab Devletleri, Âlem-i İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî Devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve otuz-kırk sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş, Üçyüz Yirmi Yedide olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.


    sh: » (T: 87)
    için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek!
    Hem de İslâmiyet güneşinin inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar; o mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel, o fecrin emareleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak. Evet hakaik-i İslâmiyetin mâzi kıt'asını tamamen istilâsına sekiz dehşetli mâniler mümânaat ettiler.
    Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mâni, marifet ve medeniyetin mehâsini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
    Dördüncü, beşinci mâniler: Papazların, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri, ecnebilerin körü körüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mâni dahi; fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat nev-i beşerde başlamasiyle zevâl bulmaya başlıyor.
    Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümânaat ediyordular. Bir şahısdaki münferid istibdat kuvveti şimdi zevâl bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zevâl bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveraniyle ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zevâl bulacak.
    Sekizinci mâni: Fünun-u cedîdenin bazı müsbet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin zâhirî mânalarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mâzideki istilâsına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i İlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hut" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli, cismanî bir öküz, bir balık tavehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar. Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, "Mu'cizat-ı Kur'aniye" de fennin iliştiği bütün Âyetlerin herbirisinin altında Kur'anın bir lem'a i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid
    sh: » (H: 88)
    zannettikleri Kur'an-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip, en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın; bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.)
    Evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zir ü zeber olacağına dair emareler görünüyor.
    Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş, şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah, yarım asır sonra onları darmadağın edecek. Evet, meşhurdur ki: En kat'i fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.
    .............................. .............................. ............................

    Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkaniyeti hakkında takdirkâr ifadelerde bulunan «Prens Bismark» ile «Mister Karlayl» ın sözlerini naklettikten sonra diyor:
    «İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
    Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.
    İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat
    sh: » (H: 89)
    ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizac edip yerleşmiş.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #15
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü Asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derecelerinde olanları camiye davet ediyorum.

    İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

    S - Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler?

    C - Ey Türkler ve Kürdler! Acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem. Acaba sağ

    _____________________________

    Hâşiye-1: Medresetüz-Zehranın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden «Horhor medresesi» nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kal'ası demektir.

    Hâşiye-2: İstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku' ile haber veriyor.


    sh:» (T: 82)

    tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi: «Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bırakdınız!» Hem de sol safında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki: «Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden râbıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat... Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâğabeli bir kıyas oldunuz.»

    İşte ey bedevî göçerler (ve ey inkılâb softaları! *) Manzara-i hayâl (Hâşiye-1) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

    (Cevaplardan Bir Kısım)

    Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira; bir menfaat veya cüz'î bir haysiyet veya itibârî bir şeref için veya «Filân yiğittir.» sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden, veya ağasının namusunu isti'zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, (Hâşiye-2) yâni üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya şevkle satar...

    Maatteessüf; güzel şeylerimiz, gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revac bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revac bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş...

    Hem büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hâzıranın üssülesası ve belki din-i hakkın muktezası olan «Ben ölürsem; devletim, milletim ve ahbablarım sağdırlar.» gibi kelime-i beyzâ ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünki onların bir fedaisi der: «Ben ölürsem, milletim sağ olsun. İçinde,

    ______________________________ _______

    (*) Sonradan ilâve edilmiştir.
    Hâşiye-1: Hayâl dahi bir simotoğraftır.
    Hâşiye-2: Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır.


    sh:» (T: 83)

    bir hayat-ı mâneviyem vardır.» Ve bütün sefaletin ve şahsiyetin esası olan: «Ben öldükten sonra, dünya ne olursa olsun, isterse tûfan olsun» veyahut وَاِنْ مُتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ
    olan kelime-i humaka ve seciye-i uverâ himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor.

    İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: «Biz ölsek, Milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkidir. Milletim sağ olsun, sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem, beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder,
    وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, Nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

    S - Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
    C - Doğruluk.
    S - Daha.
    C - Yalan söylememek.
    S - Sonra.
    C - Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.
    S - Neden?
    C- Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tasanüdün devamiyledir.

    * * *

    S - En evvel rüesamız ıslah olunmalı?
    C- Evet, reisleriniz, malınızı ceblerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi, onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

    Eyyüherruûs verruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız! İşi birbirinize havâle etmeyiniz! Elinizdeki malınızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünki, şu mesâkîni istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.


    sh:» (T: 84)
    فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

    İşte, şimdi hizmet vaktidir...

    Elhasıl: İslâm (Hâşiye) uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevi olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsi milliyetine daha yakınsınız.

    * * *

    Seyahatımda beni tanımayanlar kıyafetime bakıp beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:

    S - Tacir misin?
    C - Evet hem tacirim hem de kimyagerim.
    S - Nasıl?
    C - İki madde var mezcettiriyorum. Birinden tiryak-ı şafi, birinden elektrik-i mudî tevellüd eder.
    S - Bunlar nerede bulunur?
    C - Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılı, iki ayak üstünde gezen sandık içinde ki; üstünde kalb yazılan ve siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.
    S - İsimleri nedir?
    C - İman, muhabbet, sadakat, hamiyyet!...

    Ceride-i Seyyare.. Ebu lâ-şey.. İbn-üz-Zaman..
    Ehul-Acâib.. İbn-ü Ammil-garâib Said Nursî
    ***
    Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemasının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül-Emevîde on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azim bir cemaate karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur. Bilâhare, bu-
    _____________________________
    Hâşiye: Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü; Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said'i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler...

    sh: » (T: 85)
    radaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye" namiyle tabedilmiştir.
    Bu Hutbe-i Şâmiye; İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.
    Hutbe-i Şâmiyenin baş taraflarında diyor:
    "Ben, bu zaman ve zeminde beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbâle uçmalariyle beraber, bizi maddi cihette kurûn-u vustada durduran ve tevkif eden; altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
    1- Ye'sin (ümidsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.
    2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
    3- Adavete muhabbet.
    4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
    5- Çeşid çeşid sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
    6- Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
    Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde eczahane-i Kur'aniyeden ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #16
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Bediüzzamanın, Şarkdaki aşâirle muhavere ve
    münazaralarından bir kaç misâl

    Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
    Elcevab: İslâmiyet, Güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.
    Hem de mağlûb bîçare bir reise, yahut müdahin me'murlara, ve yahut mantıksız bir kısım zabitlere itimad edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan ve herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan envâr-ı İlâhînin lemeatının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz!

    Evet şu amud-u nuranî; dinin himayetini; şehametinin başına, murakibinin gözüne, hamiyetin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki: Lemeat-ı müteferrika, tele'lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âli, te'siri daha şediddir.

    Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder. Padişahlar Padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur'an denilen musika-i İlâhiyyesiyle umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek çeşid çeşid

    sh:» (T: 77)

    sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaiyle umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel bir nev'i ile onu ilân eden, o sada-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağı ile işitmiyen veya dinlemiyen, acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

    .............................. .............................. ............................

    S - Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ, âdeta; hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartiyle hiç birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

    C - Öyleler, hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira; nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıkdır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmakdır. Hürriyet-i umumî efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.

    Fakat, ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kût-u lâyemut ve vahşetle âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin; güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, Saadet-i Saray-ı Medeniyette oturmuş ve mârifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

    .............................. .............................. ....................

    S - Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?

    C - Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz!

    Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkü-

    sh:» (T: 78)
    müne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!..

    S - Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?

    C - Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!

    .............................. .............................. ...................

    S - Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî emeli ye'se inkılâb ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?

    C - Korkmayınız; medeniyet, fazilet ve hürriyet, âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey'en feşey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavi ve en bâki hayatı intaç eden öyle bir ölümden kormayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun!..

    S - Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?..

    C - Müsavat ise, fazilet ve şerefde değildir; hukukdadır. Hukukda ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat «Karıncaya bilerek ayak basmayınız...» dese, tâzibinden menetse, nasıl Benî-Âdemin hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisâl etmedik. Evet İmam-ı Alinin (R.A.) adi bir yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbînin miskin bir hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. (Hâşiye).

    ______________________________ ____

    Hâşiye: Eski Said, Nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kablelvuku' ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerifin mânasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Saidin teselli haberlerini, o istibadad-ı mutlak yirmi beş sene bil'fiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
    اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسِيَّةِ deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.

    sh:» (T: 79)
    Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; hükûmet, hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali, reis değiller; belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz; me'muriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır; gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımızla, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, Millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üçyüz bin adamın riyasetine yol açıyor. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.

    (Otuz Bir Mart Hâdisesi Hakkında Bir Cevabı)

    Ben Otuz Bir Mart hadisesinde şuna yakın bir hâl gördüm. Zira, İslâmiyetin meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ikba; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmiyenler, hâşa, şeriatı, istibdada müsaid zannederek, tûtî kuşları taklidi gibi «Şeriat isteriz!» demekle, hakiki maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! (Hâşiye).

    .............................. .............................. .......

    Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır. Lâsiyyema, siyasetten haberdar olanlar... Hem Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman, muhakeme-i akliyesi ile başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var. O başka mes'ele. Taklid ise, ehemmiyetsizdir.

    Halbuki edyan-ı saire müntesibleri; mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuş-

    ____________________________

    Hâşiye: Gitme, dikkat et; âlihimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı, fedakârları da dağıldılar.

    sh:» (T: 80)
    lar ve olmaktadırlar. Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
    Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyete ittibaları nisbetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenâsibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki; mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam, dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdut âmâline (emellerine) neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikatı elde etmezse; yaşayamaz!.. Bu sırdandır ki; herkesde din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek, istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraat-ül-istihlâl vardır.
    Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz! Hem de umum kemalâtı câmi' ve bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besliyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı muraniyy-i İslâmiyeti, ne cür'etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz! Evet, herkes âyinesinin müşehedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz, size öyle göstermiştir.
    S - İfrat ediyorsun, hayâli hakikat görüyorsun, bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak?..

    C - Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmıyacağım, şu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

    Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nurun sözünü dinliyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, «Sadakte» deyiniz. Ve böyle demek sizle-

    sh:» (T: 81)
    re borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacakdır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin (Hâşiye-1) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan
    هَنِيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.

    Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Hâşiye-2) hakaikini hayâl tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâilî hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #17
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    Ey Paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
    Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikde nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaâtının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam; yine bu hakikatları, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orada da göstereceğim. Demek ki hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa, devam etmiyecektir. Hakikat telâkki olunan hayâlin, ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve muğalâtalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır, İnşâallah.
    Sizin işkenceli hapishanenizin hali: Zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahbûsîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me'yus; bidayet-i halde me'murlar şemâtetli, nöbetçiler müz'iç olmakla beraber; vicdanım beni tâzib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, mûsikinin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu. Hem de, geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumane ve mazlumâneden: "Zaife şefkat ve gadre şiddet-i nefret" dersini aldım.
    sh: » (D:73)
    Ümidim kavidir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden "Ây", "Vay" ve "Ah" lar rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâmdaki yeni yeni İslâm Devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
    Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahit olsun ki; o "Saadet, Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâzâ bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan, yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.
    Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yâni, Bâşid başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
    Muarradır feza-yı feyzimiz şîn-i temennâdan;
    Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğnâ.
    Çekildik neşve-i ümidden, tûl-ü emellerden;
    Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leylâdan istiğnâ!...
    Tenbih:Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eşhası, fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet; nev-i insanın terakki ve tekemmülüne, ve mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir. Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asyanın ve Âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir!
    Ve tâlih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da, meşrutiyetteki
    sh: » (D:74)
    şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üçyüz yetmiş milyon İslâm, ecânibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye; âlemde bâhusus bundan sonra Asya'da hükümfermâ olduğu halde herbir ferd-i müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak burada yirmi milyon nüfus, te'sis-i hürriyete çok zarar-dîde olsalar da, feda olsunlar.. yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
    Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar; hava gibi muhtelittir, su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah, elektrik-i hakaik-ı İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maârif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.
    Yaşasın meşrutiyet-i meşrua, sağ olsun hakikat-ı şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
    İstibdadın garîbüzzamanı
    Meşrutiyetin Bediüzzamanı
    Şimdikinin de bid'atüzzamanı
    SAİD NURSÎ

    * * *
    Bundan sonra; İstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır. Batum yoliyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'de, Şeyh San'an Tepesi'ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
    -Niye böyle dikkat ediyorsun?
    Bediüzzaman der:
    -Medresemin plânını yapıyorum.
    O der:
    -Nerelisin?
    Bediüzzaman:
    -Bitlisliyim.
    Rus polisi:
    -Bu Tiflis'tir!
    Bediüzzaman:


    sh: » (T: 75)
    -Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
    Rus polisi:
    - Ne demek?
    Bediüzzaman:
    -Asya'da Âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.
    Rus polisi:
    -Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine?
    Bediüzzaman:
    -Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
    Rus polisi:
    -İslâm, parça parça olmuş?
    Bediüzzaman:
    -Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
    Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.
    * * *
    Van'a muvasalat ettikten sonra, aşairi (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab halinde, "Münazarat" isimli bir kitab neşretmiştir.

    sh: » (T: 76)
    Bediüzzaman'ın bir taraftan ehl-i siyasetle, diğer taraftan halk tabakası ve aşiretlerle muhaveresi, şübhesiz ki gayet merakâverdir. Bütün bunlarda; bu zâtın yegâne azim ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur'an hakikatlarının dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur'an vazifesini bütün hayatında îfa ettiği görülmektedir.
    * * *
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidat kesbetmiş zanniyle ve "Aslâh tarik, müsalâhadır" mülâhazasiyle, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka, ceride lisanıyla söyledim ki: "Münhasif Yıldızı darülfünun et; tâ, Süreyya kadar âli olsun! Ve oraya seyyahlar, zebanîler yerine, ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şâhâne idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekat-ül-ömrü, ömr-ü sâni yolunda sarfeyle. Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin."
    Ben ki bir gedâyım. Bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
    Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye)
    .............................. .............................. .........................
    Yazık, eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrûtiyet-i meşrûa, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maa-
    ___________________
    (Hâşiye): O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, "Siracünnur"un âhirindeki bahse bakınız, tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
    sh: » (D: 68)
    rif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde; bu hâdisede, ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da, dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref'etmelidirler; vatan namına rica olunur.
    Ey Paşalar, Zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri, binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul'un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
    Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem'iyât-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren; ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şûbe-i müstebidaneye muhalefet ettim.
    Herkesin bir fikri var. İşte; sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki; biri, bir imtiyaz ile başkasına haşarat nazariyle bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim: Biz ki hakiki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: "İnnem-el-Hîyletü fî Terkil-Hiyel" Fakat, meşrû, hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, -meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın- rast gelsem sille vuracağım.
    Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti; gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esmâ ile, hakaik tebeddül etmez." En büyük hata, insan, kendini hatasız zannetmek olduğundan hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden, nâsa nasihatı kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden, başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmâ'rufu te'sirsiz etmekle tenzil ettim. Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza, bir kusurun neticesidir; fakat, bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder, fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.
    Ey ulûlemir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecekdim, kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihatı te'sir ettiri-
    sh: » (D: 69)
    yordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var, kahrolayım, eğer idama esirgerisem, merd olmıyayım eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sûreten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki te'siri kırdınız. Saniyen; kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kâtıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz; acaba fırka-i hâlise dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır? Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:
    فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâşiye) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.
    .............................. .............................. ..........................
    "Otuz Bir Mart Hâdisesi" denilen o sâika ve müdhiş fırtına, adî sebepler tahtında öyle bir istidâd-ı tabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi hercümerç olduğu halde, min-indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden, Nisan'ın nısfından sonraki gazeteleri İndallah mahkûm ediyor. Zira o hadiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal, nazar-ı mütalâaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:
    1- Yüzde doksanı, İttihad ve Terakki'nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
    2- Fırkaların meydân-ı münakaşatı olan vükelâyı tebdil idi.
    3- Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
    4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne sed olmaktı.
    5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey'in kâtilini meydana çıkarmaktı.
    _______________________
    Hâşiye: Yâni: Bütün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.
    sh: » (D:70)
    6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
    7- Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer'i bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.
    Fakat zemin bataklık.. ve dâm (tuzak) ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-ı askeriye feda edildi. Üssülesas esbab, fırkaların taraftârâne ve garazkârâne münakaşatı ve gazetelerin belagât yerine mübalâgat ve yalan ve ifratperverâne keşmâkeşleri idi. Bu metâlib-i seb'ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür; bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecelli etti, fesadın önüne sed çekti.
    Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak, milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa, "Yürüyüşünü terketti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi" olan darb-ı mesele mâsadak olacağız. Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı Âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.
    .............................. .............................. .............................. ......
    Ey Paşalar, Zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ.. ve şeriat ise medeniyet-i fuzlâ (en faziletli medeniyet) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflâtûniyye olmağa sezâdır. (Hâşiye)

    Birinci Sual: (Hâşiye) Gazetelerin aldatmalariyle meşrû bilerek buradaki görenek ve âdata binâen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?
    İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse; ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki; hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.
    Üçüncü Sual: Acaba, müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence "Kuvvet, kanunda olmalı" yoksa istibdat münkasim olmuş olur ve komitecilikle tam
    _________________
    Hâşiye: Bu sualler kırk-elli mâsum mahpusun tahliyesine sebeb oldu.
    sh: » (D:71)
    şiddetlenir.
    Dördüncü Sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
    Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
    Altıncı Sual: Bir mâden-i içtimaî hayatımız olan ittihad-ı millet; ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?
    Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamiyle tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahbusînin, belki yüzde sekseni masum iken, acaba; ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
    Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannit istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
    Dokuzuncu Sual: Acaba, bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
    Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçâre milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?
    On Birinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif, veya muhalefet edenlere kaşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
    Elhâsıl: Şedit bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güya istibdat ve hafiyelik, tenasuh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamitten istirdâd-ı hürriyet değilmiş, belki; hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış?
    sh: » (D:72)
    Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def'e çalışırken biri çıksa, dese ki: "Maksadı, sivrisinekleri, arıları defetmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister." Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?
    Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur!
    .............................. .............................. .............................. .............
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki: "Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira; ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve İ'lâ-yı Kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler, tamamiyle bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet onlara intisab etmek lâzımdır. Sâir cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet
    sh: » (D: 64)
    ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) ki; umum mü'minlere şâmildir, cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli; gaziler, şehidler, âlimler, mürşitler teşkil ediyor. Hiç bir mü'min ve fedakâr asker (zabit olsun, nefer olsun) hariç değil ki; tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir, buna karışmam."
    Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim (!)
    DOKUZUNCU CİNAYET: Martın Otuzbirinci günündeki dehşetli hareketi iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metâlibi işittim. Fakat, yedi renk süratle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlablardaki fesâdâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mucize gibi muhafaza eden "Lâfz-ı Şeriat" yalnız göründü. Anladım: İş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat, âvam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil. Ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim, Bakırköyüne gittim; tâ beni tanıyanlar karışmasınlar, rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre mikdar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu, bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos'a kadar, tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek isbat-ı vücud edecektim; merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu; tahkike lüzum kalmazdı.
    İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-ı askeriyeden sual ettim; dediler ki: -Askerlerin zâbitleri, asker kıyafetine girmiş, itaat çok bozulmamış.
    Tekrar sual ettim:
    -Kaç zâbit vurulmuş?
    Beni aldattılar; dediler:
    -Yalnız dört tane; onlar da, müstebid imişler; hem şeriatın âdâb ve hududu icra olunacak.
    Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir

    sh: » (D: 65)
    ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim; zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede me'yus ve müteessir oldum ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:
    "Ey askerler! Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhîdi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz."
    Ben onların hareketini, şecaatlarını okşadım. Zira, efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatımı bir derece tesir ettirdim, isyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle, âsân olmazdı. Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım, "Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün" demediğimden cinayet ettim (!)...
    ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlarım tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:
    "Ey âsakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhîdi; bir cihette sizin itaatınıza vâbestedir. Sizin zabitleriniz, bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle, üçyüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira, bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocağı, cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer; bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı, siyasete karışmaz; Yeniçeriler şahiddir. Siz "şeriat" dersiniz, halbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ânla, hadîs ile, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıb ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i har-
    sh: » (D: 66)
    be âşina, mektebli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itaatinize halel vermekle, Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır. Zira, bin muntazam ve mutî asker, yüzbin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında, otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları, siz, itaatinizle kan dökmeden yaptınız.
    Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverülfikir bir zabiti zayi etmek, mânevî kuvvetinizi zayi etmektir.
    Zira şimdi hükümferma: Şecaat-ı imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverülfikir, yüze mukabildir. Ecnebiler, size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil!...
    Elhâsıl, Fahr-i Âlem'in fermanını size tebliğ ediyorum ki; itaat farzdır, zabitlerinize isyan etmeyiniz!
    Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa!.."
    Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden, cinayet ettim (!)...
    ONBİRİNCİ CİNAYET: Ben, Vilâyat-ı Şarkiyede, aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedîde-i medeniye ile olacak. O fünûnun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ, ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peyda etsin. Zira, o vilâyâtta, yarı bedevi vatandaşların zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o sâik ile Der-Saadete geldim. Saadet tevehhümüyle o vakit de (şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan) istibdadlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zabtiye Nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şâhânesini kabul etmedim, reddettim, hatâ ettim. Fakat o hatâm, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terketmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatımı terk ettim. Şimdiki sivrisinekler, beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul'un ekserisi bunu bilir.Ben ki bir hammalın oğlu-
    sh: » (D: 67)
    yum; bu kadar dünya bana müyesser iken, kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr u halden çıkarmadım ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilâyât-ı Şarkiyenin yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhaneye ve tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim (!)...
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Birinci Kısım - İlk Hayatı

    İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de, umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hadîsinin sırrıyle; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan ile isbata hazırım. Ve dedim ki: "Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşrûadır" Demek meşrutiyeti, delâil-i şer'iyye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet
    __________________________
    Hâşiye: Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup, tafsilât arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.
    sh: » (D: 60)
    vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa'nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmağa çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm!
    ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul'da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile Vilâyat-ı Şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlıyacakları surette meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
    "İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakiki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız; zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..."
    İşte o hammalların, Avusturya'ya karşı (benim gibi bütün Avrupa'ya karşı) (1) boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa'ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm!
    DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle; şeriatı (hâşâ ve kellâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya camiinde meb'usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: "Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper et-
    ______________________
    (1) Bediüzzaman'a zurefâdan biri, bir gün, irfanıyla mütenasib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mâmulâtını giyiyorum" buyurmuştur.

    sh: » (D: 61)
    mekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrad ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim." Ben ki, bir âdi talebeyim; ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim!
    BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler; iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile, ahlâk-ı İslâmiyyeyi sarstılar ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de, gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
    -Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumîyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.
    Ben ki, ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim. Demek cinayet işledim(!)..
    ALTINCI CİNAYET: Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanları hissettim korktum ki, âvam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla, heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim; bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim (!)...
    sh: » (D: 62)
    YEDİNCİ CİNAYET: İşittim "İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.)" nâmiyle bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevat, Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar; daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler; siyasete karışmayacaklar; lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar müteaddit cemiyete bir cihette mensubum. Zira, maksatlarını bir gördüm. Kezalik, o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin târif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) nin târifi budur ki: Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nûranî ile merbut bir dairedir; dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı, Tevhid-i İlahîdir; peyman ve yemini, imandır. Müntesibleri, kalûbelâdan dahil olan umum mü'minlerdir; defter-i esmâları da Levh-i Mahfuz'dur; bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir; günlük gazeteleri de, İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum dinî gazetelerdir; klüb ve encümenleri, cami ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir, merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn'dir. Böyle cemiyetin reisi Fahr-i Âlemdir (A.S.M.) ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yâni ahlâk-ı Ahmedîye (A.S.M.) ile tahallûk ve Sünnet-i Nebevîyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve eğer zarar etmezse nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnamesi, Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evâmir ve nevahi-i şer'iyedir ve kılınçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir, icbar ile değildir! Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, İ'lâ-yı Kelimetullahtır. Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir, yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler. Şimdi maksadımız, o silsile-i nûraniyi ihtizaza getirmekle herkesi bir şevk-i hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkide kâbe-i kemalâta sevketmektir. Zira, İ'lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir!
    İşte ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne
    sh: » (D: 63)
    teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim...
    Elhâsıl, Sultan Selim'e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o, vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selimdir ki demiş:
    İhtilaf u tefrika endişesi,
    Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;
    İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz,
    İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...
    Yavuz Sultan Selim
    Ben zâhiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:
    Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten hâlâs etmek ve umum mü'minlere şümulünü ilân etmek; tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.
    İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının tevhid ile önüne sed olmaktı. Vâesefa ki zaman fırsat vermedi; sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı; ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref' oldu. Ben ki âdi bir adamım, böyle meclis-i meb'usan ve âyan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim (!)...
    .............................. .............................. .............................. .............................. .......
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Tarihçe-i Hayat: İkinci Kısım - Barla Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 16
    Son Mesaj: 27.06.11, 04:59
  2. Tarihçe-i Hayat: Üçüncü Kısım - Eskişehir Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 16
    Son Mesaj: 26.06.11, 03:02
  3. Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 28
    Son Mesaj: 26.06.11, 02:24
  4. Tarihçe-i Hayat: Altıncı Kısım - Emirdağ Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 25.06.11, 08:07
  5. Tarihçe-i Hayat: Yedinci Kısım - Afyon Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 20
    Son Mesaj: 25.06.11, 07:04

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •