BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN ESKİŞEHİR
MAHKEMESİ MÜDAFAATINDAN BİR KISMI
1935
Eskişehir Mahkemesinde, Said Nursî'nin siyasî şeylerle meşgul olmadığı tahakkuk etmiş, sadece bir Âyet-i Kerimeyi tefsir eden bir risalesinden dolayı ceza verilmiştir ki, Âyet-i Kerime tefsirinden dolayı bir müfessiri cezalandırmak, dünyanın hiçbir mahkemesinde görülmemiştir; elbette ve elbette büyük bir adlî hatadır.
O Müdafaadan Bir Parça
Ey hey'et-i hâkime: Beni, dört-beş madde ile ittiham edip tevkif ettiler.
Birinci Madde: İrtica fikriyle dini âlet edip, emniyet-i umumiyeyi ihlâl edebilecek bir teşebbüs niyeti olduğu ihbar edilmiş.
Elcevab: Evvelâ; imkânat başkadır, vukuat başkadır. Herbir ferd, çok adamları öldürebilmesi mümkündür. Bu imkân-ı katil
_____________________________
(Hâşiye): Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir, Hapishane müdürüne pürhiddet:
-Bediüzzamanı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız" der. Tahkikat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarı kat'iyen çıkarılmamış.
Eskişehir hapishanesinde iken de; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtib ile otururken bir ses duyuyor:
-Müdür bey! Müdür bey!
Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle:
-Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lâzım.
Müdür: "Peki Efendi Hazretleri" diye cevab veriyor. Kendi kendine: "Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor" diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman'ın gönlünü alayım, Ak Camiye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstad'ın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, "İçeride idi, hem kapı kilitli" cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman'ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzamanı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın "ALLAHÜ EKBER" diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)
sh: » (T: 200)
cihetiyle mahkemeye verilir mi? Herbir kibrit, bir haneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkânıyla, kibritler imha edilir mi?
Saniyen: Yüzbin defa hâşâ! İştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye, Rızâ-yı İlâhiyeden başka hiçbir şeye âlet olamaz. Evet, Güneş Kamer'e peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyyenin bir Güneşi olan îman dahi, hayat-ı içtimaiyyenin aleti olamaz. Evet, bu kâinatın en muazzam mes'elesi ve şu hilkat-ı âlemin en büyük muamması olan sırr-ı imandan daha ehemmiyetli bir mes'ele-i kâinat yoktur ki, bu mes'ele-i sırr-ı iman ona âlet olsun.
Ey hey!et-i hâkime! Eğer bu işkenceli tevkifim, yalnız hayat-ı dünyeviyeme ve şahsıma ait olsa idi; emin olunuz ki, on seneden beri sükût ettiğim gibi yine sükût edecektim. Fakat tevkifim, çokların hayat-ı ebediyelerine ve muazzam tılsım-ı kâinatın keşfini tefsir eden Risale-i Nur'a ait olduğundan, yüz başım olsa ve her gün biri kesilse, bu sırr-ı azimden vaz geçmeyeceğim; ve sizin elinizden kurtulsam, elbette ecel pençesinden kurtulamıyacağım. Ben ihtiyarım, kabir kapısındayım. İşte o müdhiş tılsım-ı kâinat keşşafı olan Kur'an-ı Hakîmin o muazzam keşfini göze gösterir bir surette tefsir eden Risale-i Nur'un, o tılsıma ait yüzer mes'elelerinden, bu herkesin başına gelecek olan ecele ve kabre ait yalnız bu sırr-ı imana bakınız ki:
Acaba; bu dünyanın bütün muazzam mesail-i siyasiyesi, ölüme ecele inanan bir adama daha büyük olabilir mi ki; bunu, ona alet etsin. Çünki; vakit muayyen olmadığından, her vakit baş kesebilen ecel, ya idam-ı ebedidir veyahut daha güzel bir âleme gitmeye terhis tezkeresidir. Hiçbir vakit kapanmıyan kabir; ya hiçlik ve zulûmat-ı ebediye kuyusunun kapısıdır veyahut daha dâimî ve daha nuranî bâki bir dünyanın kapısıdır.
İşte; Risale-i Nur, keşfiyat-ı kudsiye-i Kur'aniyenin feyziyle, iki kere iki dört eder derecesinde kat'iyetle gösterir ki, eceli, idam-ı ebediden terhis vesikasına ve kabri dipsiz, hiçlik kuyusundan müzeyyen bir bahçe kapısına çevirmeleri, şübhesiz, kat'î bir çaresi var. İşte bu çareyi bulmak için, bütün dünya saltanatı benim olsa bilâ-tereddüd feda ederim. Evet, hakikî aklı başında olan feda eder...
İşte efendiler, bu mes'ele gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşf ve izah eden Risale-i Nur'a, evrak-ı muzırra gibi, haşa yüzbin defa
sh: » (T: 201)
haşa! siyaset cereyanlarına alet edilmiş garazkâr kitablar nazarıyla bakmak... Hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza eder? Acaba istikbal nesl-i atisi ve hakikî istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelâli, bu suali, müsebbiblerinden sormayacaklar mı? Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem lâik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.
Salisen: Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı "Hutuvat-ı Sitte" namındaki mücahedatımı takdir edip beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. "Bizimle çalış" dediler. Dedim: "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez."
Evet ilişmedim ve ilişenlere de iştirâk etmedim. Çünki: An'anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, an'ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet; ben, Ankara reislerinde, hususan reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: "Bu dehayı, kuşkulandırmakla an'anat aleyhine çevirmek caiz değildir." Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. Onüç seneden beri siyasetten çekildim; hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin. Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delalet eden;
Birinci Delil: Onüç senedir, siyaset lisanı olan gazeteleri bu müddet zarfında hiç okumadığım dokuz sene oturduğum Barla köyünde, dokuz ay ikamet ettiğim Isparta'da dostlarım biliyorlar. Yalnız; Isparta tevkifhanesinde, gayet insafsız bir gazetecinin, dinsizcesine, Risale-i Nurun talebelerine hücumunun bir fıkrası, istemediğim halde kulağıma girdi.
İkinci Delil: On senedir Isparta Vilâyetinde bulunuyordum. Dünyanın çok tahavvülâtı içinde siyasete karışmak teşebbüsüne
sh: » (T: 202)
dâir hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat görülmediğidir.
Üçüncü Delil: Hiçbir hatıra gelmeyen, âni olarak benim ikametgâhım bastırıldı, tam taharrî edildi. On seneden beri en mahrem evrakımı ve kitablarımı aldılar. Hem vali dairesi, hem polis dairesi, bu kitablarımda siyaset-i hükûmete ilişecek hiçbir maddeyi bulamadıklarını itiraf etmeleridir. Acaba; on sene değil, belki on ay benim gibi sebebsiz nefyedilen ve merhametsizce zulüm gören ve işkenceli tazyik ve tarassud edilen bir adamın en mahrem evrakı meydana çıksa, zalimlerin yüzlerine savrulacak on madde çıkmaz mı?
Eğer denilse: "Yirmiden ziyade mektubların yakalandı?" Ben de derim: O mektublar, birkaç sene zarfında yazılmışlar. Acaba, on sene zarfında on dosta, on ve yirmi ve yüz mektub çok mu? Madem muhabere serbesttir ve dünyanıza ilişmezler, bin olsa da bir suç teşkil etmezler.
Dördüncü Delil: Müsadere edilen bütün kitablarımı görüyorsunuz ki, siyasete arkalarını çevirip, bütün kuvvetleri ile imana ve Kur'âna, âhirete müteveccih olmalarıdır. Yalnız iki-üç risalelerde Eski Said sükûtu terkederek bazı gaddar me'murların işkencelerine karşı hiddet etmiş; hükûmete değil, belki vazifesini sû-i istimal eden o memurlara itiraz eylemiş, mazlumane şekvasını yazmış. Fakat, yine o iki-üç risaleyi mahrem deyip neşrine izin vermedim, has bir kısım dostlarıma münhasır kalmışlardır. Hükûmet ele bakar ve zâhire dikkat eder. Kalbe bakmak, gizli ve hususî işlere bakmak hakkı yoktur ki, herkes kalbinde ve hanesinde istediğini yapabilir ve padişahları zemmeder, beğenmez.
Ezcümle: Yedi sene evvel -daha yeni ezan çıkmadan- bir kısım me'murlar sarığıma, hem hususî Şafiîce ibadetime müdahale etmek istemelerine mukabil, bir kısa risale yazıldı. Bir zaman sonra yeni ezan çıktı; ben o risaleyi mahrem dedim, intişarını menettim. Hem: Ezcümle, Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür Âyeti aleyhinde Avrupa'dan gelen itiraza karşı bir cevab yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbu risalelerimden alınan ve "On Yedinci Lem'a" namındaki risalenin bir mes'elesi olarak kaydedilmiş ve sonra "Yirmi Dördüncü Lem'a" ismini alan kısacık Tesettür Risalesi, ilerideki kanunlara temas etmemek için, o Tesettür Risalesini setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risale; medeniyetin, Kur'anın Âyeti-
sh: » (T: 203)
ne ettiği itiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevabdır. Bu hürriyet-i ilmiye, cumhuriyet zamanında elbette kayıd altına alınamaz.
Beşinci Delil: Dokuz senedir, bir köyde inzivayı ihtiyar ettiğim ve hayat-ı içtimaiyeden ve siyasetten sıyrılmak istediğim; ve bu defa gibi, müteaddid başıma gelen bütün işkencelere tahammül edip, dünya siyasetine karışmamak için bu on senede hiç müracaat etmediğimdir. Eğer müracaat etseydim, Barla yerine İstanbul'da oturabilirdim. Ve belki, bu defadaki gaddarane tevkifimin sebebi; müracaatsızlıktan küsen ve gururlarına dokunan Isparta Valisinin ve hükûmetin bazı me'murlarının, garazlarından veya iktidarsızlıklarından habbeyi kubbe yapıp, Dahiliye Vekâletini evhamlandırmasıdır.