Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
29 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    Mâdem kâinatta en kıymetdar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır; ve madem zîhayatın en kıymetdârı zîruhdur ve zîruhun en kıymetdarı zîşuurdur; ve madem bu kıymetdarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır.

    Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M) Sahabelere görünen Hazret-i Cebrail (A.S) in temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri tevatür suretinde eskidenberi nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise, keşke ben semâvat ehli ile dahi görüşseydim; onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünki, "Hâlik-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır." diye düşünürken, birden semâvi şöyle bir sesi işitti: Mâdem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bilki: Başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Mu'ciz'ül-Beyan olarak bütün Peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i îmâniyeye en evvel biz îman etmişiz.

    Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan ervah-ı tayyibe, bilâistisna ve bil'ittifak, bu kâinat Hâlikının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şahadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbârâtın tevâfuku ve tetâbuku, Güneş gibi sana bir rehberdir, dediklerini bildi. Ve onun nur-u îmanı parladı. Zeminden göklere çıktı. İşte bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam'ın Onbirinci Mertebesinde:
    sh: » (T: 326)
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ اَلْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ
    النَّاسِ وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمْ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ
    denilmiştir.

    Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan; ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki: Onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: "Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikata giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki îman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden, mütalâamız ile istifade etmeliyiz." Dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
    İstidatları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve rasihâne itikadları, tevâfuk; ve sebatkârane ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmiyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar; ve kökleri, metin bir hakikata girmiş kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma'ları, hiç kopmaz bir zincir-i nûranîdir; ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.
    Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı îmaniyedeki müttefikane ve itmi'nankârane ve müncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevâfuk; ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı mârifet-i Rabbâniyye ve bu câmi birer âyine-i samedâniyye olan nuranî kalbler, Şems-i Hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden Güneşe âyinedarlık eden bir
    sh: » (T: 327)
    deniz gibi, bir âyine-i a'zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma'ları hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestailer dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber âmentü Billâh dediler. İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği mârifet-i îmâniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam'ın Onüçüncü Mertebesinde:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وِبِقَنَاعَاتِهَا وَيَقِينَاتِهَا الْمُطَآبِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ الاْسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ وَكَذا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ
    denilmiş.

    Sonra; âlem-i gaybe yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yâni: Mâdem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san'atlı hadsiz masnu'lariyle kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü nihayetsiz ni'metleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen istiyen ve hâl diliyle bildiren bir zat, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve hâlen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir, Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde O'nu O'nun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye
    sh: » (T: 328)
    girdi, akıl gözüyle gördü ki:
    Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet, vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde, ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir; ve kelâmının mânası O'nu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, O'nu, sıfâtıyle bildiriyor.

    Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle, ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklariyle; ve nev'i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası; ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu'cizatlariyle, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu, bedahet derecesine geldiğini bildi; ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı.

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    Ü ç ü n c ü s ü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benziyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatâsız bir hey'ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

    İşte bu üç hakikatın ittifakiyle, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip şehadet getiriyorlar ki; güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ
    diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam'ın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatları ifade mânasıyle:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى
    وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ
    الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُواَهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ اْلفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَائِهَا وَاَلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِالْاِرَادِةِ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَحَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَتْعِيَةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بِيضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ
    sh: » (T: 322)
    denilmiştir.
    Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i İlâhiyyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:

    Nev'i beşerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm), bil'icma' beraber لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip zikrediyorlar; ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları İman-ı Billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meşahir-i insâniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu'cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doğru zatların icma' ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette bu kadar muhbir-i sâdıkların hadsiz mu'cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatı inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba mestahak olduklarını anladı. Ve onları tasdik edip îman getirenler ne kadar haklı ve hakikatlı olduklarını bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.Evet, Enbiyayı (Aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu'cizatlarından ve hakkaniyetlerini
    sh: » (T: 323)
    gösteren, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemalâtlarından ve hakikatlı tâlimatlarından; ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i îmanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkarlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittiba'lariyle hakikata, kemâlâta, nura vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes'elelerde icmâı ve ittifâkı ve tevâtürü ve isbatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet, karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve îmanın erkânında umum enbiyayı (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i îmanî aldı. İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânasında Birinci Makam'ın Sekizinci Mertebesinde:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الأَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمْ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
    denilmiş.
    Sonra îmanın kuvvetinden ulvî bir zevk alan o seyyah-ı talib, Enbiya Aleyhimüsselâm'ın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'i ve kuvetli delillerle, enbiyaların (Aleyhimüsselâm) dâvalarını isbat eden ve asfiya sıdd^ıkîn denilen mütebahhir müctehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhî ve yüzbinlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tedkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmâniyeyi isbat ediyorlar. Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı îmaniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karşılarına ancak öyle çıkabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmıyan menfî mes'elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.
    sh: » (T: 324)
    Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyâde ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam'ın Dokuzuncu Mertebesinde:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ الاَصْفِيَآءِ بِقُوَّةٍ
    بَرَاهِيْهِمُ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ
    denilmiş.

    Sonra, îmanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertesebine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukıyle tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekyede, bir hangâhda, bir zirikhande, bir irşadgâhda ve cadde-i kübra-yı Muhammedınin (A.S.M) ve mi'rac-ı Ahmedinin (A.S.M) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsi mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki: O ehl-i keşf ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve karemetlerine istinaden bil'icma müttefikan لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ diyerek, vücub u vücud ve vahdet-i Rabbâniyyeyi kainata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî'nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatlı tarikatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevâfuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, Güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü. İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makam'ın Onuncu Mertebesinde:
    sh: » (T: 325)
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَآءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
    denilmiş.

    Sonra, kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki, bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, Îman-ı Billâhdan ve mârifetullahdan neş'et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmânın kuvvetinde ve mârifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:

  3. #13
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    Meselâ: Mısır'ın kumistanını bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek, Cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer, mahzen altı kısmından bir kısım olamaz. Varidatı ise; o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, O Nil-i mübarek âdet-i Arziye fevkınde bir gaybî Cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet mânidar ve güzel bir hakikatı ifade ediyor.

    İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarının ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu, bil'icma, denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der; ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince, şâhidler gösterir diye anladı. Ve denizlerin, nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânasında, Birinci Makam'ın Dördüncü Mertebesinde:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ ا لْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَالاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا
    وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ اْلوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
    denilmiş.




    Sonra dağlar v.e sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu
    sh: » (T: 318)
    çağırıyorlar, "Sahifelerimizi de oku" diyorlar. O da bakar, görür ki:
    «Dağların küllî vazifeleri ve umumi hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.» Meselâ: dağların zeminden emr-i Rabbâni ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş'et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalariyle teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.
    Demek, nasılki sefineleri sarsıntıdan vikâye ve muvazenelerini muhafaza için; onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesinde bu mânada hazineli direkler olduklarını Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan:
    وَالْجِبَالُ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ * وَالْجِبَالَ اَرْسَهَا gibi çok Âyetlerle ferman ediyor.

    Hem meselâ: Dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi' menba'lar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimâne ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr'in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm'in hazineleri ve anbarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür. Âmentü Billâh der.

    İşte bu mânayı ifade için, Birinci Makam'ın Beşinci Mertebesinde:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ
    الاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ اْلوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ اَلْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
    denilmiş.

    sh: » (T: 319)
    Sonra o yolcu, dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebâtat âleminin kapısı fikrine açıldı. O'nu içeriye çağırdılar: "Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku." Dediler. O da girdi, gördü ki:
    Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın enva'ları; bil' icma, beraber لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ
    diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünki bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ
    dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikatı gördü.

    B i r i n c i s i: Pek zâhir bir surette kasdî bir in'am ve ikram ve ihtiyari bir ihsan ve imtinan mânası ve hakikatı herbirisinde hissedildiği gibi; mucmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

    İ k i n c i s i: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayına kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir mânası ve hakikatı enva' ve efradda gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîm'in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

    Ü ç ü n c ü s ü: O hadsiz masnuâtın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mahdut ve mâdut ve birbirinin misli ve basit ve Câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüz bin nevi'lerin fârikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışssız, hatâsız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki, Güneşten daha parlaktır; ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ dedi.

    İşte bu mezkûr hakikatları ve şehadetleri ifade manasıyle, Birinci Makam'ın Altıncı Mertebesinde:
    sh: » (T: 320)
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ الاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِنْعَامِ وَالاِكْرَامِ وَالاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ وَالتَّصْوِيرِ بِاَرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّتِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَىٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ
    denilmiş.
    Sonra, seyehat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat bin olan aklına ve mârifet_âşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar. "Buyurun" dediler. O da girdi ve gördü ki:

    Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevi'leri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak, lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhâni ve mânidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni'lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir, ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyyetine şehadet getirdiklerine kat'î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatları müşahede etti.

    B i r i n c i s i: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz
    sh: » (T: 321)
    tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmâne îcad ve san'atperverâne ibda' ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy_ı Kayyûm'un vücub-u vücuduna ve sıfat-ı seb'asına ve vahdetine şehadet eder.

    İ k i n c i s i: O hadsiz masnu'larda biribirinden simaca fârikalı ve şekilce zinetli ve miktarca mîzanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihâtalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimal yok.

  4. #14
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler, içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza -hidrojen, oksijen- gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor.

    Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm'in hazine-i gaybîye-i rahmetinde yapılıyor; ve nüzuliyle
    وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثُ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ

    sh: » (T: 314)
    Âyetini maddeten tefsir ediyor.
    Sonra ra'dı dinler ve berk'e -şimşeğe- bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tamtamına وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بَحَمْدِهِ veيَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ
    Âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

    Evet, hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nâr ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamuk- misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle, baş aşağı , gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. "Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başı boş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar."diye ihtar ediyorlar.

    İşte bu meraklı yolcu, bu cevv'de; bulutu teshirden, rüzgârı tasrifden, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, Âmentü Billâh der. Birinci Makam'daki
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّصْرِيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
    fıkrası, bu yolcunun cevve dâir mezkûr müşâhedâtını ifade eder. (İhtar)

    Sonra, o seyehat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, Küre-i Arz, lisan-ı haliyle diyor ki: "Gökde, fezada, havada ne geziyorsun?
    -----------------------
    İ H T A R : Birinci Makamda geçen otuzüç merteb-i tevhidi bir parça içah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin sümaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar bürhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur'un, otuz, belki yüz risalelerinde; bu otuzüç mertebe delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.
    sh: » (T: 315)

    Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku."
    O da bakar, görür ki: Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, Haşr-ı Â'zamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüzbin envaını bütün erzak ve levazımatlariyle içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren, ve Güneş etrafında seyehat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

    Sonra, sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtiyle Arzın Rabbını tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız bir tek sahife olan zîhayatın bahar faslında îcad ve idaresine bakar, müşahede eder ki: Yüzbin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor; ve gayet mu'cizâne, bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor, ve gayet müdebbirâne idare olunuyor; ve gayet müşfikâne iaşe ve it'am ediliyor; ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.

    Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi' et'ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedâhe bir Rahman-ı Rahîmin gayet müşfikâne ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu isbat eder.

    E l h a s ı l: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, Haşr-i A'zamın yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle,فَانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
    Âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu Âyet dahi, bu sahifenin mânalarını mu'cizane ifade eder. Ve Arzın, bütün sahifeleriyle, Arzın büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediğini anladı.

    sh: » (T: 316)
    İşte; Küre-i Arz'ın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar şehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı mânasında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makam'ın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:
    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ الاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا
    وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِىِ الْحَيَاتِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
    Sonra, o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan îmanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan Îman-ı Billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevi çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; "Sema", "Cevv" ve "Arz'ın" mükemmel ve kat'i derslerini dinlediği halde هَلْ مِنْ مُرِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u hurûşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:
    Hayatdârane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, Arzı kuşatıp, Arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeş bin senelik bir daierede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zatın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.
    Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki; gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevvellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır, basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tâyinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelâl'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.
    sh: » (T: 317)
    Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir, bilbedahe isbat eder ki; bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelâl-i Ve'l-İkram'ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennetten geliyorlar."diye rivayet edilmiş. Yâni; zâhiri esbabın pek fevkınde olduklarından, mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir.

  5. #15
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    ÂYET-ÜL KÜBRA HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
    Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'da iken, "Âyet-ül Kübra" nâmıyla, Cenab-ı Hakkın varlığını, birliğini, kâinattaki mevcudatın lisanlarıyla isbat eden muazzam bir risale yazmıştır.
    Bu risale için Üstadımız, "Şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-ı Kur'aniye ve bir sedd-i âzamdır" demiştir.
    Kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir. Üstad, "Yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim." buyurmuştur.
    Bu risale, ilk defa gizli olarak tab'edilmesinden dolayı, Üstad ve talebelerinin hapsine sebeb olmuşsa da, bilâhare Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri, iki senelik tedkikatlarından sonra beraetlerine ve risalenin iadesine ittifakla karar vermişlerdir.
    İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, "Kaside-i Celcelutiye"sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip وَ بِاْلآيَتِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْfıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.
    Bu Âyet-ül Kübra'nın tedkiki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraetle hapisten kurtulmaları, İmam-ı Ali (R.A.)ın bu duasının kabulünü isbat etmiştir.
    Bu asırdaki dalâlet cereyanları, Müslümanların imanlarında şiddetli bir tahribat yapmak teşebbüsüne karşı, bu hakikat-ı Kur'aniyenin, bir sedd-i âzam olarak makam münasebetiyle buraya dercedilmesi muvafık görüldü.

    sh: » (T: 310)
    Ayet-Ül Kübra

    KAİNATTAN HÂLIKINI SORAN BİR SEYYAHIN
    MÜŞAHEDATIDIR.
    (Tevhid hakkında iki makamdan ibaret Yedinci Şua olan Ayet-ül Kübra
    Risalesinin İkinci Makamının bir kısmıdır)
    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمِ
    تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَّبِّحُ بِحَمْدِهِ
    وَلَكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اَنَّهُ كَانَ حَلِيمَاً غَفُورًا

    Bu Âyet-i muazzama gibi pek çok Âyât-ı Kur'âniye; bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaâ ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.
    Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh; ve gayet san'atkârâne bir teşhirgâh, ve gayet haşmetkârâne ve ordugâh ve talimgâh; ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temaşâgâh; ve gayet mânidârâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin, nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür. "Bana bak, aradığını sana bildireceğim!" der. O da, bakar görür ki: Bir kısmı, Arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür'atli yüzbinler ecram-ı semâviyeyi direksiz düşürmeden durduran; ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk, beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden, mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran; ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden; ve Güneş ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle
    sh: » (T: 311)
    çalıştıran; ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden; ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren; ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren; ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren; ve Arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezâhür-ü Rubûbiyyet; ve o Rubûbiyyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif'ten mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihâtâtı ile o semâvat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine; ve mevcudiyeti, semâvatın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder mânasiyle Birinci makam'ın Birinci Basamağında:

    لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمَوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ وَالتَّنْظِيمِ وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ


    denilmiştir.
    Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahşer-i acaib olan feza, gürültü ile konuşarak bağırıyor; "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der.

    O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Zemin ile âsuman ortasında muallâkda durdurulan bulut, gayet hakîmâne ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti -yâni yaşamak ateşinin şiddetini- tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, "Yağmur başına arş!"

    sh: » (T: 312)
    emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur!
    Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o câmid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmıyarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyet ile zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkihine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârâne ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam olunuyor...
    Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânasında olduğundan, yağmura "rahmet" nâmı verilmiştir.
    Sonra şimşeğe bakar ve ra'dı -gök gürültüsü- dinler, görür ki: Pek acîb ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
    Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu câmid,şuursuz bulut; elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadîr ve Rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def'aten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermaniyle, ve kuvvetiyle vakit bevakit cevv âlemini doldurup, boşaltır ve mütemadiyen, hikmetle yazar ve paydos ile bozar ve tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir; ve gayet lütufkâr ve ihsanperver, ve gayet keremkâr ve Rubûbiyyetperver bir Hâkim-i Müdebbir'in tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, göz yaşlariyle, onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir; ve sünger gibi bahçelerine su serper; ve zemin yüzünü yıkar, temizler.
    Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: "Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhiri suretiyle vücuda gelen

    sh: » (T: 313)
    yüzbinler hakîmane ve râhimane ve san'atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedâhe isbat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevvâl hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm; ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbânîyi dinler, itaât eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyehatına; ve bilhassa seslerin: ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline; ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza -oksijen- gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbâni san'atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum."

    Demek,

    وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَالاَرْضِ
    Âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle, hadsiz Rabbâni hizmetlerde istimal; ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmâni işlerde istihdam; ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü'l-Vücud ve Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i Vel-İkramdır der hükmeder.

  6. #16
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    Hem Üstadımız, Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih ederler ve buyururlardı ki: "Yirmi senedir Kur'an-ı Hakîm'den ve Risale-i Nur'dan başka bir kitabı ne mütalâa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum; Risale-i Nur kâfi geliyor." Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur'aniye kalb-i münevverine ilham ve ilka-i küllî ile ifaza olunur da, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'dan başka neye muhtaç olur? Bundan şübhesi olanlar, Risale-i Nur'a dikkat etsinler. Cenab-ı Hak, Üstadımıza, Risale-i Nur'un te'lifinde öyle bir iktidar-ı bedî ihsan etmiştir ki, bu herkese nasib olacak hasletlerden değildir. O hârika Nur Risaleleri, her biri; gurbette, hastalık içinde, dağda bağda, kâtibsiz, tahammülü müşkil gayet ağır şerait dahilinde, zâhirî nice müşkilâtlarla meydana gelmiş ve mü'minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat Cenab-ı Hakka şükrolsun ki, inayet-i İlâhiyye, hârika bir tarzda Üstadımıza fevkalâde muvaffakıyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki Cenab-ı Hak, ona kâinatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf ve şuhudla bihakkalyakin okuyacak bir iktidar vermiş; mahz-ı inayetle böyle kudsî bir esere sahib kılmıştır. Evet, âyât-ı teşriiyeyi hâvi Kur'ân-ı Mucizül-Beyanın hakaik ve maarifini ve âyât-ı kevniyeyi şâmil kitab-ı kebir-i kâinatın vezâif ve meânisini beyan edip, mârifetullahın en yüksek derecatına urûca nev-i beşeri teşvik eden ve bugünkü günde, ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i İlâhî ile ihtizaza getirecek kadar harika bir eser-i bedîa, bir sereyan-ı serîa olan Risale-i Nur ile neşr-i hakaik eden bu vücud-u mes'ud ile beşeriyet iftihar etmek lâzım gelirken; çok garibdir ki, ehl-i şekavet tarafından zehir verilmeye cesaret ve taş attırılmaya bile cür'et ediliyor. Evet
    اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءِ sırrıyla, Enbiyanın vârisi olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiyye iktizasından olmasıyla, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur. Hattâ Kastamonu'ya ilk teşrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar... Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulülazmane sabır ve tahammül eder. Hem safâ-i sadre ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki: "Bunlar, Sure-i Yâsin'den mühim bir âyetin nüktesini keşfime


    sh: » (T: 306)
    sebeb oldular" diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyân-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.
    Hem Üstadımızın hârika hâlâtı ve şâyân-ı hayret garaib-i ahvali, başta Risale-i Nur olarak pek çoktur. Evet, biz itiraf ediyoruz ki; Üstadımız bizim hâtırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadığı bir meseleden bizleri şiddetli telâşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlar. Fakat günler geçtikten sonra aynen Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: "Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar." Hakikaten, şehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur şâkirdi bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi. Yine bir gün, Mevlânâ Hâlid (K.S.) Hazretlerinin Küçük Âşık nâmında bir talebesinin neslinden mübarek bir hanım, yanında (Hâşiye) çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlâna Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifte teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakk'a şükretmeye başlar. Feyzi'nin hatırına: "Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?" diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi'ye der ki: "Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun." der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid'den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünki hadîs-i sahihte:
    اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا buyurulmuş. Mevlânâ Hazretlerinin velâdeti bin yüzdoksanüç, Üstadımız Hazretlerinin ise bin ikiyüz doksanüçtür. Bu hadîsin tam izahı Risale-i Gavsiye'de vardır.
    (Hâşiye): O hanım "Asiye"dir.

    sh: » (T: 307)
    Üstadımız, arasıra bizlere hususan Feyzi'ye, lâtife tarzında buyururlardı ki: "Cezanız var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz..." diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip; hem bizi ikaz, hem kablelvuku' bir mühim hâdiseyi keşfen beyan ediyorlardı. Hakikaten çok geçmedi, Üstadımızın dediği çıktı.
    Yine Denizli hapsi hâdisesinden evvel buyurdular ki: "Kardeşlerim, çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene, herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere nakledeceğim" diye Kastamonu'dan teşrifini haber veriyorlardı.
    Hem Denizli hapsi musibetinden evvel Üstadımız buyururlardı ki: "Kardeşlerim, Risale-i Nur'a birkaç cihette hücum hissediyorum, ziyade ihtiyat ediniz." Hakikaten çok geçmedi, İstanbul'da bir ihtiyar hoca, bilmeyerek, bir risalenin bir mes'elesine itiraz ediyor. Sonra eski fetva emini merhum Ali Rıza Efendi Hazretleri,

    o hocanın itirazını red ve Risale-i Nur'un hakkaniyetini tam tasdik ediyor.
    .............................. ..............................
    Bir müddet sonra, bir hayvan ürküp, Üstadımızın bacağını incitiyor. Aylarca, ızdırablar içinde, vazife-i ubudiyetini ve Risale-i Nur'un hizmet-i kudsiyesini çok müşkilâtla ifa edebildi. Sonra dağda müdhiş bir zehirlenmeden mütevellid gayet ağır surette hasta iken, Denizli hapsi tevkifi meydana çıktı. Fakat o ferd-i ferîd, tahammülü pek müşkil bu dehşetli halde, hem hizmet-i imaniye ve Kur'aniyedeki azm-i metinini, hem ubudiyetteki vezâifi ifaya son derece gayret edip asla fütur getirmeden ulülazmâne bir sabır ile sebat ediyordu. Yine, Üstadımız tevkifimizden evvel mükerreren buyururlardı ki: "Ehl-i dünya, Risale-i Nur'a ilişmesinler, ilişirlerse, âfetlerin hücumuna sebeb olurlar." Hakikaten herkesçe malûmdur ki, Risale-i Nur şâkirdleri tevkif edilir edilmez her tarafta âfetler, zelzeleler, hastalıklar başlardı; tâ Risale-i Nur'un hakkaniyeti tasdik olunup vatana faideli olduğu itiraf edilinceye kadar çok yerlerde, ezcümle, Kastamonu'da zelzele devam etti. Hattâ Kastamonu'nun tarihî yüksek kal'ası (ki bazı risalelerin medresesi hükmüne geçti) Risale-i Nur'a ve müellifi olan Üstadımıza iştiyak ve hasretinden matem tutup, en sağlam köklü taşlarını aşağı atarak, Üstadımızın ihbar-ı gaybîsini maddeten tasdik etmiştir.
    Üstadımız, tevkifimizden mukaddem buyururlardı ki: "Risale-i Nur'a müdhiş bir hücum plânı var, fakat merak etmeyiniz. Müjde,

    sh: » (T: 308)
    inâyet-i İlâhiyye imdadımıza yetişecek. Şöyle ki: Bugün, okumak için Hizb-i Âzam-ı Nurî'yi açmıştım, birden karşıma وَاصْبِرْ ِلحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ Âyeti çıktı. Manen, "Bana bak!" dedi. Ben de baktım, gördüm ki; manasının çok tabakalarından hususan mânâ-yı işarîsiyle ve cifrîsiyle hem hapis musibetine, hem necatımıza işaret ve bize beşaret ediyor." buyurdular. İşte Denizli mahkemesi, beraet kararı vermezden dokuz ay evvel, bilâtereddüd bu Âyetin definesinden aldığı cevheri izhar edip, hem bu Âyet-i Kerimenin mühim nükte-i i'cazını keşf, hem de bu kuvve-i mâneviyeye muhtaç zaif talebelerini tebşir etmekle bizleri mesrur eylemişlerdir. Bu Âyetin tam izahı, Denizli Müdafaasında ve Lâhikasındadır.
    Nüsha-i nâdire-i zaman olan Üstadımız, gayet şeci' ve metin ve ulülazmâne bir cesaret-i fevkalâdeye mâlik bir lisan-ül haktır ki, hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i lâimden korkmazlar. Bir gün, "Bismillâh" yazılı kabir taşlarını lâğımlar üzerine konurken görürler. Orada, dünyaca mühim zatlar hazır oldukları halde, kimsenin söyleyemediği gayet acı sözlerle o haksız işe ve daha başka haksız işlere de sedd-i sedid olmuşlardır.
    Hem memleketimizde her kim Üstadımızı rencide etmeye cesaret etmişse, Risale-i Nur'a zarar getirmişse, mutlaka sû-i âkibete uğramışlardır. Bazıları dehalet edip akılları başlarına gelmiş ise de, bazıları da cezalarını çekmişlerdir. Bu vak'aların bazıları Lâhikada yazılmıştır.
    Elhasıl mübarek Üstadımızın evsaf-ı kemalini ve mehâsin-i ahvalini bizim gibi âcizlerin bihakkın tasvir ve târif edebilmesine imkân yoktur. Hâlık-ı Zülcelâl Velcemal Hazretleri, Üstadımızı, bir vücud-u müstesna olarak yaratmış ve tevfik-i İlâhiyyesine mazhar kılmıştır. Ne saadet ona ki; onun bizzat iştigal ettiği ve ehemmiyetle teşvik ve tavsiye ettiği Risale-i Nur ile hizmet-i Kur'aniye ve imaniyede buluna ve Risale-i Nur'dan dersini almış ola...
    Üstadımız, memlekette bulundukça, fâsılasız neşr-i hakaik eylemiş ve bizim saadetimiz için feyiz bahşeden mübarek nefesini sarfetmiştir. Cenab-ı Erhamürrâhimînden bütün ruh u canımızla niyaz ederiz ki: "Mahşer gününde dahi bizleri اَلسَّعِيدُ سَعِيدٌ فِى بَطنِ اُمِّهِ Hadîs-i Şerifine mazhar

    sh: » (T: 309)
    olan Üstadımız define-i ulûm ve fünûn, bedî-ül beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin. Tâ ki, o korkulu günde nurlu, müşfik, mübarek eliyle elimizi tutsun, huzur-u Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bizi götürsün, İnşâallah! "
    Risale-i Nur Şakirdlerinden
    FEYZİ, EMİN
    * * *

  7. #17
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    KASTAMONU'DA BEDİÜZZAMAN'A SEKİZ SENE
    HİZMET EDEN MEHMED FEYZİ İLE KIYMETDAR
    BİR NUR TALEBESİ OLAN EMİN'İN BİR
    MEKTUBUDUR
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ
    Çok Sevgili, Çok Kıymetdar, Çok Müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri;
    Evvelâ: Leyle-i Mi'racınızı tebrik eder, ellerinizden öper, kusurumuzun afvını rica ederiz.
    Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:
    Kur'an-ı Hakîm, otuzüç Âyâtının i'cazkâr işaretiyle, İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu Celcelûtiye ve Ercûze'sinde kerametkâr delâlâtiyle; Gavs-ı Azam Kuddise Sırruhu, beşaretkâr beyanatıyla, Üstadımızın hakiki terceme-i halini ve Risale-i Nur'un hakiki mahiyetini beyan etmişler.
    Üstadımızın şahs-ı mânevîsini bilmek isteyenler, Risale-i Nur'un İşârât-ı Kur'aniye ve Kerâmât-ı Aleviye ve Kerâmât-ı Gavsiye

    sh: » (T: 303)
    risalelerini ve Risale-i Nur'un sair eczalarını dikkatle tetebbu etmeleri lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat'iyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakîme mazhariyetle, Kur'an-ı Hakîmin hazinesinden nail olduğu hakaik ve maârifi, tahdis-i nimet maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile tahallûk etmiş, nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın en mümtaz ve müstesna bir timsâl-i mücessemi olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir ulûvv-ü himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı harikulâde; maişet ve kıyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâkı, pek fevkalâde; dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez.
    Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız; emr-i maaşta Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki; Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiç bir suretle hediye kabul etmediler.
    Hem Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: "Tekellüf, şer'an ve hikmeten fenadır; çünki tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler."
    Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz dâiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın muktezası olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki,

    sh: » (T: 304)
    artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.
    Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; her halde düstur-u hikmet olarak pek mânidar ve pek şümullü birer câmiül-kelimdirler.
    Üstadımız, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâliktir ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; "Haşa! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez." buyururlar.
    Üstadımızın nefisle mücahedede bir rüsuh ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış, bu âdetleri tahallüf etmez. Teheccüd ve münâcat ve evradlarını asla terketmezler. Hatta bir Ramazan-ı Şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı visâl içinde ubudiyetteki mücahedelerini terketmediler. Komşuları her zaman derler ki: "Biz, sizin Üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münâcat seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık."
    Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer'iyeye son derece riayet eder; her zaman abdestli olarak bulunur; asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur te'lifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatalarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler; bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. Evet biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımızın nutkundaki letâfet ve ülfetindeki halavet o derece feyiz bahşederdi ki; insan, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sıkılmak ihtimali yoktu.


    sh: » (T: 305)

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı


    ISPARTAYA GÖNDERİLEN BİR FIKRADIR

    Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil; fiat olarak, o şâkirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister. Evet Risale-i Nur, onbeş senede medresede kazanılan kuvvetli îman-ı tahkikîyi, onbeş haftada ve bazılara onbeş günde kazandırdığına, yirmibin zat, tecrübeleriyle şehadet ederler. Hem «iştirak-i a'mâl-i uhreviyye» düsturiyle, herbir şâkirdinin herbir günde binler hâlis lisanlariyle edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatın işledikleri a'mâl-i sâlihanın misil sevablarını kazandırıp her bir hakiki sâdık ve sebatkâr şâkirdlerini, amelce, binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Alinin üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Âzamdaki tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur'an-ı Mu'cizül-Beyanın kuvvetli işaretleri, o hâlis şâkirdlerin ehl-i saadet ve ehl-i Cennet olacaklarını pek kat'i isbat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle fiat ister. Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofi meşreb zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuz kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir. Yoksa başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur'aniyeye bilmiyerek zarar verir; belki zındıkaya bilmiyerek bir nevi yardım hesabına geçer.

    SAİD NURSÎ

    * * *


    sh:» (T: 299)


    [Resim ]

    Üstadın, Kastamonu'dan, talebelerine gönderdiği ve kendi el yazısiyle yazdığı mektub.

    Aziz Sıddık Kardeşlerim;

    Bu iddianameden anlaşıldı ki, hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların plânları akim kalıp yalan çıktı. Şimdi bir bahane olarak, cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle, yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak, benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur. Hattâ büyük memurlar da çok çekiniyorlar; ve bana sıkıntı verdirmekle, kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ( حا ص م دير ) ben, itiraznamenin âhirinde, bu gelen fıkrayı diye-



    sh:» (T: 300)


    [ Resim]

    __________________________

    cektim; fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra şudur: Evet, biz bir cemiyetiz, ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üçyüz milyon dahil mensupları var; ve her gün beş def'a, o mukaddes cemiyetin prensipleriyle, kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsi programiyle, birbirinin yardımına, dualariyle ve mânevi kazançlariyle koşuyorlar. İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız ve hususî vazifemiz de, Kur'anın, îmanî hakikatlarını tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve dâimî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevi ve siyasi ve entrikalı, cemiyet ve komiteler ile münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.

    Sh:» (T: 301)

    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Aziz Sıddık Kardeşlerim;

    Sakın sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar, sizi tefrikaya atmasın; karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin,

    اَلْحُبُّ فِى اللَّهِ * وَالْبُغْضُ فِى اللَّهِ düstur-u Rahmanî yerine اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَالْبُغْضُ للِسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlıkla zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin. Evet, bu zamandaki siyaset, kalbleri ifsad edip, asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet şimdi, Küre-i Arzda herkes, ya kalben ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azab çekiyor; perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, merhamet-i umumiye-i İlâhiyyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan; rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka, nev-i beşerin şimdiki elim ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azab çekiyor. Çünki, lüzumsuz ve mâlâyâni bir suretde, vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp, âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdiselerini merakla dinliyerek, karışarak, ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler. «Zarara razı olana merhamet edilmez.» mânasında

    اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ kaide-i esasiyesiyle, şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selbetmiştir. Onlara acınmaz ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz, başlarına belâ getiriyorlar. Ben tahmin ediyorum ki, bütün Küre-i Arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakiki ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunun için de en ziyade kendini kurtaranlar Risale-i Nur dairesine sadakatle girenlerdir. Çünki onlar, Risale-i Nurdan aldıkları îman-ı tahkikî derslerinin nuriyle,


    sh:» (T: 302)

    göziyle her şeyde rahmet-i İlâhiyyenin izini, yüzünü görüp; her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden; kemal-i teslimiyet ve rıza ile Rububiyet-i İlâhiyyenin icraatından olan musibetleri, teslimiyetle ve gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte bu hakikata binaen; değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini istiyenler, -hadsiz tecrübeler ile- Risale-i Nurun îmanî ve Kur'anî derslerinde bulabilir ve buluyorlar.

    SAİD NURSÎ

    * * *

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı


    % KARADAĞIN BİR MEYVESİ

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Aziz Sıddık Kardeşlerim;

    Bu defa, mektub yerinde bu meyveyi gönderiyoruz. Bir Âyetin mâna-yı işârîsinin külliyetinden bir ferdi, hürriyetten bu âna kadardır. Teşrin-i sâni otuzuncu gün, bin üçyüz elli sekizde Karadağ başına çıkıyordum. İnsanların, hususan müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasâretleri ne vakitten başladı ve ne vakte kadardır, hatıra geldi. Birden, her müşkilimi halleden Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, Sure-i وَالْعَصْرِ karşıma çıkardı. Bak! dedi. Bakdım. Her asra hitab ettiği gibi, bu asrı-


    sh:» (T: 295)

    mıza da daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ Âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört edip, hürriyet inkılâbiyle başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlûlibiyetleri ve muahedeleri ve Şeâir-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî müsibetler ile hasâret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ Âyetinin, bu asırda dahi bir hakikatı, maddeten ayni tarihiyle gösterip, bir lem'a-i i'cazını gösteriyor. اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âhirdeki {هـ} ت sayılır. Şedde sayılır ise; makam-ı cifrîsi bin üçyüz ellisekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle, o hasâretlerden, bâhusus mânevî hasâretlerden kurtulmanın çâre-i yegânesi, iman ve a'mâl-i sâliha olduğu gibi; ve mefhum-u muhalifiyle o hasâretin de sebeb-i yegânesi, küfür ve küfran, şükürsüzlük, yâni îmansızlık ve fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَالْعَصْرِ ın azamet ve kudsiyetini ve kısalığıyle beraber gayet geniş ve uzun hakaikın hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.

    Evet Âlem-i İslâmın, bu asrın hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur'andan gelen îman ve a'mâl-i sâliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kathın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zâyiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolunun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi, اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatını fevkalâde bir surette yüzbin insanların kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emarelerle ve şâkirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatları isbat eder.

    * * *

    sh:» (T: 296)

    RİSALE-İ NURUN KÜÇÜK VE MÂSUM ŞÂKİRDLERİ

    Aziz Sıddık Kardeşlerim;

    Risale-i Nurun küçük ve mâsum şâkirdlerinden elli-altmış talebenin yazdıkları nüshalar bize de gönderilmiş. Biz de, o parçaları üç cild içinde cemettik. Hem o mâsum şâkirdlerin bazılarını, isimleriyle kaydettik. Meselâ: Ömer, onbeş yaşında; Bekir, dokuz yaşında; Hüseyin, onbir yaşında; Hâfız Nebi, ondört yaşında; Mustafa, ondört yaşında; Mustafa, onüç yaşında; Ahmed Zeki, onüç yaşında; Ali, oniki yaşında; Hafız Ahmed, oniki yaşında... Bu yaşta daha çok çocuklar var, uzun olmasın diye yazılmadı. İşte bu mâsum çocukların, Risale-i Nurdan aldıkları derslerinin ve yazdıklarının bir kısmını bize göndermişler. Biz de onların isimlerini bir cedvelde dercettik. Bunların, bu zamanda, bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki; Risale-i Nurda öyle mânevî bir zevk ve câzibedar bir nur var ki, mekteblerdeki çocukları okumağa şevkle sevketmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galabe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah daha hiçbir şey onu koparamıyacak. Ensal-i âtiyede devam edecek.

    Aynen bu mâsum küçük şâkirdler gibi, Risale-i Nurun câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi, kırk-elli yaşından sonra Risale-i Nurun hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk-elli parçayı, iki-üç mecmua içinde dercettik. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acib şerait içinde herşeye tercihan Risale-i Nura bu suretle çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nura ekmekten ziyade ihtiyaç var ki; harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri hâcât-ı zaruriyeden ziyade Risale-i Nura çalışmaları, Risale-i Nurun hakkaniyetini gösteriyorlar. Bu cildde az; sair altı cild-i âherde mâsumların ve ihtiyar ümmîlerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve mânen denildi ki: Sıkılma, bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumağa mecbur ettiğinden, Risale-i Nurun gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, ruh; hem nefis,


    sh:» (T: 297)

    hem his hisselerini alabilirler. Yoksa, yalnız akıl cüz'î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki, ondaki Îman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.

    Elhasıl, mâsumların ve ümmî ve ihtiyarların noksan yazılarında iki faide var:

    Birincisi, teenni ve dikkatle okumağa mecbur etmektir.
    İkincisi, o mâsumane ve hâlisane samimi ve tatlı dillerinden, derslerinden, Risale-i Nurun şirin ve derin mes'elelerini lezzetli bir hayretle dinlemek, ders almaktır.

    SAİD NURSÎ

    * * *


    ISPARTAYA GÖNDERİLEN BİR MEKTUP

    Aziz Sıddık Kardeşlerim,

    Namaz tesbihatının sırrına göre; nasılki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlil ile hatme-i muazzama-i Muhammediyye ve zikir ve tesbih eden ve rû-yi zemin kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medar-ı füyuzat olduğu gibi; biz dahi Risale-i Nurun geniş daire-i dersinde ve halka-i envârında ders alan ve çalışan binler mâsum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a'mâl-i sâlihalarına hissedar olmak ve âmin demek hükmünde olarak onlara tayy-ı mekân ederek gıyaben omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuriyle kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymetdar mânevî evlâdları ve yüzer Abdurrahmanları bulmak, benim için dünyada Cennet hayatı hükmüne geçiyor. Geçen Ramazan-ı Şerifde, hastalık münasebetiyle, herbir kardeşim, benim hesabıma bir saat çalışmasının büyük bir neticesini aynelyakin ve hakkalyakin gördüğümden, böyle duaları reddedilmez mâsumların ve mübarek ihtiyarların ve üstadlarının benim hesabıma olan duaları ve çalış-


    sh:» (T: 298)

    maları, benim Risale-i Nura hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkıyesini dünyada dahi gösterdi.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    * * *

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tarihçe-i Hayat: Dördüncü Kısım - Kastamonu Hayatı

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Aziz Kardeşlerim;

    Bu defa yazılarınızda İhlâs Risalelerini gördüğüm için, sizi, o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyac görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki: Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı


    sh:» (T: 291)

    içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabete, tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeye mselğimiz itibariyle mecburuz. Binler teessüf ki; şimdiki müdhiş yılanların hücumuna mâruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz'î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkid ile, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar. Gayet muhlis bir kardeşimizin mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vâizin Risale-i Nura zarar verecek vaziyetde bulunması; benim gibi binler kusurları bulunan bir bîçarenin ehemmiyetli mâzarete binaen, bir sünneti terkettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp Risale-i Nura ilişmek istemiş:

    Evvelâ: Hem o zat, hem sizler biliniz ki, ben, Risale-i Nurun hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. Risale-i Nur ise, Arş-ı Azama bağlı olan Kur'an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakiki tefsirdir. Benim şahsımdaki kusurat ona sirayet etmez.

    Sâniyen: O vâiz ve âlim zata, benim tarafımdan selâm söyleyiniz... Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevketmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun; madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var. Elimizde nur var, topuz yok! Nur incitmez, ışığiyle okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar

    وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

    düsturun rehber ediniz. Hem o zat, madem evvelce Risale-i Nura girmiş ve yaziyle de iştirak etmiş; o, daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda îmanı bulunan ve fırka-i dâlladen bile olsa, onlarla uğraşmamak ve Allahı tanıyan ve Âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.

    SAİD NURSÎ

    * * *

    sh:» (T: 292)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
    Risale-i Nurun mesleği ise; vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıfı bulsan, yüzü bulmuş gibidir, merak etme. Hem mümkün olduğu kadar, haricden gelen böyle ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat ile, bu atâlet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilâsı zamanında cüz'î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil; muvaffakıyetsizlik, mağlûbiyet yok; Risale-i Nurun her tarafta galibane fütuhatı var.

    SAİD NURSÎ

    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Aziz Sıddık Kardeşlerim,

    Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz. Dünya işlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksadlar kasden ondan istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır. O ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Bazı çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur'anı siper eder. Başına gelen darbe, Kur'ana geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli. Evet, Risale-i Nura ilişenler, tokat yerler. Yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kad ile tokatlar da gelmez. Çünki, sırr-ı ihlâs ve sırr-ı ubûdiyete münafidir. Bizler, bizlere zulm edenleri, bizi himaye eden, Risale-i Nurda istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz... Evet dünyaya ait harika neticeler, bazı evrad-ı mühimme gibi, Risale-i Nurda çokça terettüb ediyor. Fakat onlar istenilmez belki verilir. İllet olamaz. Bir faide olabilir eğer istemele olsa illet olur, ihlâsı kırar; o ibadeti kısmen ibtal eder. Evet, Risale-i Nurun o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlâsdan; hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmaniyeden başka bir maksad takib etmemesinden ve bazı ehl-i tarika-


    sh:» (T: 293)

    tın ehemmiyet verdikleri keşf ve keramet-i şahsiyeye ehemmiyet vermemesindendir. Ve velâyet-i kübra ashabları olan Sahabiler gibi, veraset-i Nübüvvet sırriyle, yalnız îman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın îmanlarını kurtarmaktır. Evet, Risale-i Nurun bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası, her şeyin fevkindedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor...

    Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine girenler, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli emareler var.

    İkincisi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadam takarrur ve tahakkuk eden şirket-i mâneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakiki sâdık şâkird; binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifdeki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî, ulvî hakikatları, yüz bin el ile aramaktır. İşte bu gibi netice içindir ki; Risale-i Nur şâkirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ve keramatı aramaz ve Ahiret meyvelerinin dünyada koparmaya çalışmaz. Vazife-i İlâhiyye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revac vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şan ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmazlar ve harekâtını, onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, «Vazifemiz hizmetdir, o yeter.» derler.
    SAİD NURSÎ

    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerifin mecmuunda gizlenen Leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur Şakirdlerinin şirket-i mâneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri mütekellim-i maal gayr sigasınca

    اَجْرِنَا * اِرْحَمْنَا * اَغْفِرْ لَنَا


    sh:» (T: 294)

    gibi tabiratta, "biz" dedikleri vakit Risale-i Nurun şâkirdlerini niyet etmek gerektir. Ta herbir şâkird, umumun nâmına münacaat edip çalışsın. Bu bîçare, az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için, geçmiş Ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum.

    SAİD NURSÎ

    * * *

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    İki-üç gün evvel Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim, gördüm ki: İçinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli imanî ders, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şâkirtlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğinin hikmetini bildim, Bârekâllah dedim, hak verdim.

    SAİD NURSÎ

    * * *

Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Tarihçe-i Hayat: Beşin Kısım - Denizli Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 14
    Son Mesaj: 26.06.11, 00:33
  2. Tarihçe-i Hayat: Altıncı Kısım - Emirdağ Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 25.06.11, 08:07
  3. Tarihçe-i Hayat: Yedinci Kısım - Afyon Hayatı
    By MaHiR 01 in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 20
    Son Mesaj: 25.06.11, 07:04
  4. Isparta hayatı tarihçe-i hayat
    By Konyevi Nisa in forum Tarihçe-i Hayat
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 17.02.11, 19:54
  5. Isparta hayatı tarihçe-i hayat
    By BuRaK in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 08.06.08, 12:47

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •