Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediblerden farklı olarak lâfızdan ziyade mânaya ehemmiyet vermiştir. Mânayı, lâfza feda etmemiş; lâfzı mânaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikatı ve mânayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuddan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risale-i Nur'daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celbeden ve hakikata râmeden o İlâhî cazibedendir ki; çoluğu-çocuğu, genci-ihtiyarı, âvamı-havassı o Nur'a koşuyorlar ve o câzibedar Nur'un pervanesi oluyorlar. Bu hakikatın parlak bir misali olarak geniş bir talebe kitlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.
Risale-i Nur'un her cihetten olduğu gibi edebî cihetten de kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek, ediblerin hususan bizlerin bin derece haddinden uzaktır. Bu husustaki karınca kararınca olan sönük, fakat samimî ve hakikatlı ifadelerimiz, Risale-i Nur'dan gördüğümüz azîm istifadeye mukabil sonsuz bir minnet ve şükranımızın ifadesinden ibarettir. Yoksa bu mevzularda sahib-i salâhiyet ve sahib-i ihtisas, ancak ve ancak Risale-i Nur'un kendi müellifi olabilir.
Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevab veren yegâne tefsir-i Kur'ânî olduğu, enaniyetini Hakka feda eden faziletperver İslâm üleması tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir
sh: » (T: 671)
ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Elli sene evvel Bediüzzaman Said Nursî'nin te'lifatındaki hususiyetler ve bir bahr-i umman gibi Onun ilmî dehasıdır ki; Mısır matbuatında "Bediüzzaman, Fatîn-ül asr'dır" diye yüksek ehl-i ilme hüküm verdirmiştir.
Bediüzzaman, mukabelesiz hediye kabul etmemeyi düstur-u hayat edindiği düşmanlarınca da tasdik edilerek, İslâmiyet düşmanlarının ehl-i ilme yaptığı ithamı, bu düsturuyla fiilen tekzib ve ilmin hiçbir şeye âlet olmadığını yine fiiliyatı ile isbat etmiştir. Ülema-i İslâmın şeref ve haysiyetini ve izzet-i İslâmiye ve izzet-i dinîyeyi, en zalim ve hunhar hükümdarlar karşısında bile muhafaza ve müdafaa etmiştir. Aç kaldığı zamanlarda dahi, hayatı boyunca olan istiğna kaidesini bozmamış ve "İktisad ve kanaat iki büyük hazinedir, bunların bereketi bana kâfidir" diyerek halklardan istiğna etmiş ve etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin senelerden beri hapisten hapse, zindandan zindana atılması ve menfâdan menfâya sürülmesi ve kendisine daima tazyikler ve şiddetli zulüm ve dehşetli işkenceler yapılması ve onyedi defa zehir verilmesi, bir günde bir aylık azablar çektirilmesi, kendisinin ve Risale-i Nur Külliyatının hakkaniyet ve sıdkına birer canlı mühür ve birer parlak delildir. Meselâ: Hindistan'da sormuşlar: "Bediüzzaman nasıl bir kimsedir?" Cevaben denilmiş ki: "Hasta, garib, fakir, mazlum, hediye ve sadakaları kabul etmeyen ve hâlen de çekmekte olduğu o kadar zulümlere rağmen altmış senedir dâvasından vazgeçmeyen bir ihtiyardır." Onlar da: "Öyleyse o hakikat söylüyor ve küfr-ü mutlaka, dinsizlere, zındıklara boyun eğmiyor, riyakârlık etmiyor, dalkavukluk yapmıyor ve Kur'ân ve İslâmiyete tesirli ve küllî bir hizmet yapıyor ki, onlar da Ona zulüm etmişler." demişler.
Üstadımız Bediüzzaman hakkında, takdirkâr ve faziletperver zatların takdirleri bir senadan ibaret değildir; bir vâkıadır; fiiliyat ve icraatının belki yüzden birisini kısaca âcizane ve noksan bir tarzda nakletmektir. Hem bu mevzuda Risale-i Nur talebelerinin takdirkâr makale, mektub ve fıkraları bir medih değildir; belki Üstadımızın dinî hizmetini hedef tutan, şahsına taarruz eden vicdan-
sh: » (T: 672)
sız ve insafsız din düşmanlarına karşı müsbet bir müdafaadır. (Hâşiye)
Böyle olduğu halde Üstadımız öyle zatların ve Risale-i Nur talebelerinin hakikatlı takdir ve beyanlarına karşı hiddetlenerek, çok defa da hatırlarını kırarak der ki: "Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risale-i Nur'da şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risale-i Nur, Kur'ânın malıdır; Kur'ândan süzülmüştür. Şeref ve hüsün Kur'ânındır. Şahsımla, Risale-i Nur iltibas edilmiş. Meziyet, Risale-i Nur'a aittir. Risale-i Nur'un neşrindeki hârika muvaffakıyet ise, Risale-i Nur talebelerine aittir; yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binaen Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Hakîm'den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risale-i Nur'un talebesiyim. Bir risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım." der.
Bediüzzaman Said Nursî'nin cihanşümûl Kur'ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakıyet ve zaferinin ve Risale-i Nur'daki kuvvetli tesiratın sırrı: Kendisinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yâni, yalnız ve yalnız Rıza-yı İlâhîyi esas maksad edinmiştir. Bu hususta: "Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî hediyelerinden, hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum." der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlasa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz
_____________________________
(Hâşiye): İns ve cinn şeytanları ve dinsizlerin bir desisesi de budur ki; bazan derler ve dedirtirler: "Üstâdınız şahsına kıymet vermiyor; siz ise O'nun hakkında takdirkâr mektublar yazıp, Üstâdınızın rızâsına uygun hareket etmiyorsunuz." İşte onlar, Risale-i Nur ve Üstadımızı İslâmiyet düşmanlarına karşı müsbet ve nezih bir tarzda müdafaa etmekten menetmek için safdillik damarlarından istifade ile böyle bir fikir ve mugalâta ile Nur Talebelerini aldatmaya, iğfal etmeye çalışırlar. Evet Üstadımız Bediüzzaman, ihlâsının iktizası olarak şahsına kıymet vermiyebilir; bu hâl, Üstadımızdaki yüksek bir kemalât ve âli bir seciyenin timsalidir. O şahsına ne kadar kıymet vermiyorsa, bizim onda milyarlar derece fazla kıymet ve ehemmiyeti görmemiz, basiret ve insaniyetin muktezasıdır. Bir lütf-u İlâhîdir. Zira Risale-i Nur gibi parlak bir tefsir-i Kur'an olan şaheser, O'nun varlığından meydana gelmiş ve fışkırmıştır. Öyle bir eserin müellifiyle yalnız bugünkü Âlem-i İslâm değil, yalnız asr-ı hâzır beşeriyeti değil, nesl-i âtideki milyarlar kimsenin hayat ve memat davası Risale-i Nur'la alâkadardır...
sh: » (T: 673)
parça eserinden yalnız "İhlâs Risalesi"nin başına, "Lâakal her onbeş günde bir defa okunmalıdır" kaydını koymasından da anlaşılıyor. "Büyük Mahkeme Müdafaatı" kitabında: "Risale-i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz, Rıza-yı İlâhîdir." demiştir.
İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâlî (R.A.) gibi en meşhur İslâm hükemalarının eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:
Risale-i Nur'dan okuduğum bir sahifenin bana verdiği istifade, diğer eserlerin on sahifesinden daha fazladır.
Felsefî eserlerle meşgul bir muallim:
Ben, bu kadar senedir ilmî ve felsefî eserlerle iştigal ettim. Risale-i Nur kadar beni ikna eden ve Garb eserlerinden ve felsefeden aldığım yaraları tedavi eden ve bu zamanın ihtiyacına tam cevab veren bir eseri görmedim.
Bir edebiyatçı:
Benim aklım nursuz, kalbim mü'mindi. Risale-i Nur, hem aklımı, hem kalbimi tenvir ve nefsimi ilzam etti. Beni, Cehennemî bir azabdan kurtardı.
Bir doktor:
Risale-i Nur'dan istifadeye başladığım günü, hayata gözlerimi açtığım gün olarak biliyorum.
Bahtiyar bir üniversiteli:
Üstadımıza ve Risale-i Nur'a ait bir mektubu, İstanbul'un bir yerinden bir yerine götürmek gibi bir hizmeti, mebusluğa tercih ederim.
Otuz sene evvel, ihlâslı ve faziletli ihtiyar bir ehl-i tasavvuf, Lütfü isminde bir genci göstererek: "Bu Nur talebesi benden ileridir" demiştir ki, bunlar binler itiraflardan birer nümunedir.
Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binaendir ki; Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıdlar ve tehdidatlar içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını, Risale-i Nur'a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur'u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir. Risale-i Nur dâvâsı, Rıza-yı İlâhî dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz avukatlar, Risale-i Nur'un fahrî avukatı olmak ve dindar hakperest mücahid muharrirler, dünyayı istilâ edecek Nur'un ilânında hisse-
sh: » (T: 674)
dar olmak şeref ve nimetine mazhar olmuşlardır. Risale-i Nur'un neşriyat ve fütuhatı ve tesiratı; sessiz, büyük bir ihtişamla muhteşem bir bahar mevsiminde intişar eden mevcudat gibidir.