Mâdem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan aklını başına al! Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına îtimad eder. Gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de: Kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem fedâ et. Çünki Şu vücud, sende vedia ve emanettir.
وَ مُلْكِ اُو وَ اُودَادَهِ فَنَاكُنْ تَا بَقَايَابَدْ
اَزْآنْ سِرِّى كِه ; نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتَسْتْ
Hem Onun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun. Çünki: Nefy-i nefy, isbattır. Yâni: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.
خُدَاىِ ُيرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو
بَهَاىِ نِىِ كَرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِكَاَهْ دَارَسْتْ
Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana, hem bâki, hem mükemmel bir Sûrette verecektir. Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın.
* * *
sh: » (S: 222)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّآاَفَلَ قَالَ لآَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ
لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ( لآَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِنْ خَلِيلِ اللَّهِ
İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden na'y-i لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ beni ağlattırdı.
فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللَّهِ
Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazîndir. Ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek fârisî fıkralardır.
لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمِ اَىْ نَبِىِّ فِى كَلامِ اللَّهِ
İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlâhî'nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.
نَمِى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَ هَ كُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ
Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ
Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin
sh: » (S: 223)
alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.
نَمِى خَوَاهَمْ فَنَادَهَ مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ
Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki, fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?..
نَمِى خَوَانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ
Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?
عَقْلْ فَرْيَادْمِى دَارَدْ نِدَاءِ ( لآَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ )مِى زَنْدْ رُوحَ
Evet zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile me'yûsâne feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لآَاُحِبُّاْلاَفِلِينَferyâdını ilân ediyor.
نَمِى خَوَا هَمْ نَمِى خَوَانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرَاقِى
İstemem, arzu etmem, takat getirmem müfarakati...
نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَه اِينْ زَوَالْ دَرْ َسْ تَلاَقِى
Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların divanları, yâni aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün divan-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.
اَزْ آنْ دَرْدِ ِكرِينْ (لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِيزَنْدْ قَلْبَمْ
İşte o zeval-âlûd mülâkatlar, o elemli mecâzî muhabbetler der-
sh: » (S: 224)
dinden ve belasındandır ki, kalbim İbrahimvari لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.
دَرْ اِينْ فَانِى بَقَا خَازِى بَقَا خِيزَدْ فَنَادَنْ
Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fena bul ki, bâki olasın.
فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بِينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ
Dünyaperestlik esâsâtı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et. Fâni ol! Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakikî yolunda fedâ et. Mevcûdatın adem-nümâ akibetlerini gör. Çünki. Şu dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.
فِكِرْ فِيزَارِْمِى دَارَدْ اَنِينْ ( لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِى زَنْدْ وِجْدَانْ
Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp, me'yûsâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvari لاَاُحِبُّاْلآفِلِينَ enîniyle mahbûbat-ı mecaziyyeden ve mevcûdât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcûd-u Hakikî'ye ve Mahbub-u Sermedi'ye bağlanıyor.
بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَمْ فَرْدَازْ فَانِى دُورَاهْ هَسْت
بَا بَاقِى دُوسِرِّ خَانْ جَانَانى
Ey nâdan nefsim! Bil ki: Çendan dünya ve mevcûdât fânidir. Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i Cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki: Sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...
كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ َسْ آثَارَهَا اَسْمَا بِ ِكيرْ مَغْزِى وَ مِيزَنْ دَرْ فَنَا آنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا
Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir.
sh: » (S: 225)
Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, Esmâ yoluyla Müsemmayı bulursun. Mâdem şu masnuat-ı fâniyyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu kışrını, acımadan fena seyline atabilirsin.
بَلِى آثَارَهَا كُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ ُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا
Evet masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni'-i Zülcelâl'in çok esmâsını okutturmasın. Mâdem şu masnuat, elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâperva zevalin havasına at. Arkalarından alâkadarane bakıp meşgul olma.
عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ غِيَاثِ ( لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ
İşte zâhirperest ve sermayesi âfâkî mâlûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me'yusane feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Mâdem ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim, İbrahimvari لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ gıyasını çek, kurtul.
ِه خُوشْ كُويَدْ اُوشَيْدَا جَامِى عَشْقِى خُوىْ
Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:
يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى كُوىْ demiştir. (Hâşiye)
1 - Yâni: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
_____________________
(Hâşiye): Yalnız bu satır Mevlâna Câmî'nin kelâmıdır.
sh: » (S: 226)
2 - Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
3 - Biri taleb et, başkalar lâyık değiller.
4 - Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5 - Biri bil, mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6 - Biri söyle, ona aid olmayan sözler mâlâyanî sayılabilir.
نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوبُ هُوَ الْمَقْصُودُ
هُوَ الْمَعْبُودُ
Evet Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbûb, hakikî matlûb, hakikî maksûd, hakikî mabûd; yalnız Odur.
كِه لآَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ
Çünki bu âlem bütün mevcûdâtıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlâhinin halka-i kübrâsında beraber "Lâ ilahe illa Hu" der, vahdâniyete şehadet eder. لآَاُحِبُّاْلاَفِلِينَin açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbûb-u Lâyezalî'yi gösteriyor.
* * *
sh: » (S: 227)
[Bundan yirmibeş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: "Yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim." Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmiüçüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.]
Birinci Levha
[Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder levhadır.]
Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm.
Dema gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcûdât Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım Azab ender azab gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu Kemâl ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riyâ oldu Emel ayn-ı elem gördüm.
Visâl, nefs-i zeval oldu Devayı ayn-ı dâ' gördüm.
Bu envar, zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar, na'y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet, ayn-ı elem oldu Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum Ah! Firakta çok elem gördüm.
sh: » (S: 228)
İkinci Levha
[Ehl-i hidâyet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder levhadır.]
Dema gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücud, bürhân-ı Zât oldu Hayat, mir'at-ı Hak'tır gör.
Akıl, miftah-ı kenz oldu Fena, bab-ı bekâdır gör.
Kemâlin lem'ası söndü Fakat, şems-i Cemâl var gör.
Zeval, ayn-ı visal oldu Elem, ayn-ı lezzettir gör.
Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-ı ömürdür gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.
Bütün eşya enîs oldu Bütün asvat zikirdir gör.
Bütün zerrat-ı mevcûdât Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gına buldum Aczde tam kuvvet var gör.
Eğer Allah'ı buldunsa Bütün eşya senindir gör.
Eğer Mâlik-i Mülk'e memlûk isen Onun mülkü senindir gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladır gör,
Belâ-haddin azabdır tad, Belâ-gâyet ağırdır gör.
Eğer hakikî abd-i hudabin isen Hududsuz bir sâfadır gör.
Hesabsız bir sevab var tad Nihayetsiz saadet gör...
sh: » (S: 229)
[Yirmibeş sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî'nin (K.S.) Esmâ-i Hüsnâ manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki: Esmâ-i hüsnâ ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münâcât-ı Esmâiyesine bir nazîre yapmak istedim. Heyhat!.. Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, Otuzüçüncü Söz'ün Otuzüçüncü Mektub'u olan Pencereler Risalesine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.]
هُوَ الْبَاقِى
حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ {هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَ السَّمَآءُ
عَلِيمُ الْخَفَايَا وَ الْعُيُوبِ فِى مُلْكِهِ {هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَآءُ
لَطِيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ {هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَآءُ
جَلِيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فِى خَلْقِهِ {هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَآءُ
بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنعِهِ {هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقِى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَآءُ
كَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ {هُوَ الرَّزَّاقُُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَآءُ
جَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ {هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَآءُ
سَمِيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهِ {هُوَ الرَّاحِيمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَآءُ
غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهِ {هُوَ الْغَفَّارُ الرّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَآءُ
Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim."
sh: » (S: 230)