İKİNCİ NOKTA:
اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında gâyet parlak güzellikler ve intizâmlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntâzam nebâtatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı Celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar
__________________
(Haşiye): Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said, nefsini bu derece ilzam ve iskat etmesini çok beğendim ve «Bin Bârekâllah» dedim.
sh: » (S: 240)
çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzâr etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâblar ve küllî tahavvüller, birer mânevî yağmurdur. Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki: Eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin Esmâsına aid binlerdir. Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, târif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ: âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san'ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.
İşte menba-ı edeb olan Kur'an-ı Hakîm'in Bâzı tâbiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gâyet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zâhirî intizâmsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntâzam bir kitabet-i kudsiyedir.
ÜÇÜNCÜ NOKTA:اِنْ كُنْتُمْ ُتحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ
Mâdem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette Risâlet-i Ahmediyye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat'iyetle sübûtu lâzımgelir. Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at
sh: » (S: 241)
ve zînet-i Sûret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyîn vardır ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği Kemâlât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemâl'e muhatâb olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.
Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gâyet muhteşem, muntâzam bir daire-i rubûbiyet ve gâyet Mûsanna, murassa bir levha-i san'at... Diğeri: Gâyet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gâyet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.
İşte o Sâniin bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır.
Acaba hiç akıl kabûl eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve Onunla konuşmasın ve alâkadarane Onu Resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve Onu Resul yapmamak mümkün değil.
اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ اْلاِسْلاَمُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ
* * *
sh: » (S: 242)
[FİRKATLİ VE GURBETLİ BİR ESARETTE, FECİR VAKTİNDE AĞLAYAN BİR KALBİN AĞLAYAN AĞLAMALARIDIR]
Seherlerde eser bâd-ı tecelli
Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde
İnayet hah zidergâh-ı İlahî
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde
Bikün tövbe, becû gufran zidergâh-ı İlahî
سَحَرْ حَشْرِيسْتْ دَرُو هُشْيَارْ دَرْ تَسْبِيحْ هَمَه شَىْ .. بَخَوابِ غَفْلَتْ سَرْسَمْ نَفْسَمْ حَتَى كَىْ .. عُمْرْ عَصْرِيسْتْ سَفَرْ بَاقَبِرْمِى بَايَدْ زِهَرْ حَىْ .. بِبَرْخِيزْ نَمَازِى ُونِيَازِى كُوبِكُنْ آوَازِى ُونْ نَىْ .. بَكُو يَا رَبْ يَشِيمَانَمْ خَجِيلَمْ شَرْمَسَارَمْ اَزْ كُنَاهِ بِى شُمَارَمْ َرِيشَانَمْ ذَلِيلَمْ اَشْكْ بَارَمْ اَزْحَيَاتْ بِى قَرَارَمْ
غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ عَلِيلَمْ عَاجِزَمْ اِخْتِيَارَمْ بِى اِخْتِيَارَمْ اَلاَمَانْ كُويَمْ عَفُو جُويَمْ مَدَدْخَواهَمْ زِدَرْ كَاهَتْ آِلهِى