***
DIŞARDA
Points: 155.310, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


SÖZLER / Risale-i Nur'dan 23. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmiüçüncü Söz
[Su sözün iki mebhasi vardir.]
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
Birinci Mebhas
Imanin binler mehâsininden yalniz besini "BES NOKTA" içinde Beyân ederiz.
BIRINCI NOKTA: Insan, nur-u îmân ile a'lâ-yi illiyyîne çikar; Cennet'e lâyik bir kiymet alir. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düser; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îmân, insani Sâni'-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdir. Öyle ise însan, îmân ile insanda tezahür eden san'at-i Ilahiye ve nukus-u Esmâ-i Rabbâniye îtibariyle bir kiymet alir. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-i Rabbâniye gizlenir. Kiymeti dahi yalniz
sh: » (S: 325)
madde îtibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-i hayvânî oldugundan, kiymeti hiç hükmündedir.
Bu sirri bir temsil ile Beyân edecegiz. Meselâ: Insanlarin san'atlari içinde nasilki maddenin kiymeti ile san'atin kiymeti ayri ayridir. Bâzan müsavi, bâzan madde daha kiymettar, bâzan oluyor ki; bes kurusluk demir gibi bir maddede bes liralik bir san'at bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir san'at, bir milyon kiymeti aldigi halde, maddesi bes kurusa da degmiyor. Iste öyle antika bir san'at, antikacilarin çarsisina gidilse, hârika-pise ve pek eski hünerver san'atkârina nisbet ederek o san'atkâri yâd etmekle ve o san'atla teshir edilse, bir milyon fiatla satilir. Eger kaba demirciler çarsisina gidilse, bes kurusluk bir demir bahasina alinabilir.
Iste insan, Cenâb-i Hakk'in böyle antika bir san'atidir ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insani, bütün Esmâsinin cilvesine mazhar ve nakislarina medâr ve kâinata bir misâl-i Mûsaggar Sûretinde yaratmistir.
Eger nur-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakislar, o isikla okunur. O mü'min, suur ile okur ve o intisabla okutur. Yâni: « Sâni'-i Zülcelâl'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharim» gibi mânâlarla Insandaki san'at-i Rabbâniye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-i san'ati izhar eder. Insanin kiymeti, o san'at-i Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibariyledir. O halde su ehemmiyetsiz olan insan, su itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatâb-i Ilâhî ve Cennet'e lâyik bir misafir-i Rabbanî olur.
Eger kat'-i intisabdan ibaret olan küfür, insanin içine girse; o vakit bütün o mânidar nukus-u Esmâ-i Ilâhiye karanliga düser, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlasilmaz. Âdeta bas asagi düser. O mânidar âlî san'atlarin ve mânevî âlî nakislarin çogu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kismi ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük sise olurlar. Ehemmiyeti yalniz madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dedigimiz gibi- kisacik bir ömürde hayvanatin en âcizi ve en muhtaci ve en kederlisi oldugu bir halde yalniz cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. Iste küfür, böyle mahiyet-i insâniyeyi yikar, elmastan kömüre kalbeder.
sh: » (S: 326)
IKINCI NOKTA: Iman nasilki bir nurdur, insani isiklandiriyor, üstünde yazilan bütün mektûbât-i Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinati dahi isiklandiriyor. Zaman-i mâzi ve müstakbeli, zulümattan kurtariyor. Su sirri, bir vâkiada اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sirrina dair gördügüm bir temsil ile Beyân ederiz. Söyle ki:
Bir vakia-i hayâliyede gördüm ki: Iki yüksek dag var birbirine mukabil. Üstünde dehsetli bir köprü kurulmus. Köprünün altinda pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayi da, her tarafi karanlik, kesif bir zulümat istilâ etmisti. Ben sag tarafima baktim; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-i ekber gördüm, yâni tahayyül ettim. Sol tarafima baktim; müdhis zulümat dalgalari içinde azîm firtinalar, dagdagalar, dâhiyeler hâzirlandigini görüyor gibi oldum. Köprünün altina baktim; gâyet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhis zulümata karsi sönük bir cep fenerim vardi. Onu istimâl ettim, yarim yamalak isigiyla baktim. Pek müdhis bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün basinda ve etrafinda öyle müdhis ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keske bu cep fenerim olmasa idi, bu dehsetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehsetler aldim. « Eyvâh! Su fener, basima belâdir» dedim. Ondan kizdim; o cep fenerini yere çarptim, kirdim. Güya onun kirilmasi, dünyayi isiklandiran büyük elektrik lâmbasinin dügmesine dokundum gibi birden o zulümat bosandi. Her taraf o lâmbanin nuru ile doldu. Herseyin hakikatini gösterdi. Baktim ki: O gördügüm köprü, gâyet muntâzam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sag tarafimda gördügüm mezar-i ekber; bastan basa güzel, yesil bahçelerle nuranî insanlarin taht-i riyâ setinde ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri oldugunu farkettim. Ve sol tarafimda, firtinali, dagdagali zannettigim uçurumlar, sâhikalar ise; süslü, sevimli cazibedâr olan daglarin arkalarinda azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulundugunu hayal meyal gördüm. Ve o müdhis canavarlar, ejderhalar zannettigim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi
sh: » (S: 327)
hayvanat-i ehliye oldugunu gördüm. اَلْحَمْدُلِلَّهِ عَلَنُورْالاٍيمَنَ diyerek اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okudum, o vâkiadan ayildim.
Iste o iki dag; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yâni âlem-i arz ve âlem-i berzahtir. O köprü ise, hayat yoludur. O sag taraf ise, geçmis zamandir. Sol taraf ise, istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildigine îtimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enaniyet-i insâniyedir. O canavarlar zannolunan seyler ise âlemin hâdisati ve acib mahlûkatidir.
Iste enaniyetine îtimad eden, zulümat-i gaflete düsen, dalâlet karanligina mübtelâ olan adam; o vâkiada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkis ve dalalet-âlûd mâlûmât ile zaman-i mâziyi, bir mezar-i ekber Sûretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. Istikbali, gâyet firtinali ve tesadüfe bagli bir vahsetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahhari olan hâdisat ve mevcûdati, muzir birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذِينَ كَفَرُوآ اَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder. Eger hidâyet-i Ilahiye yetisse, îman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kirilsa, Kitabullah'i dinlese, o vâkiâda ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alir, nur-u Ilâhî ile dolar. Âlem اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur. O vakit zaman-i mâzi, bir mezar-i ekber degil, belki herbir asri bir nebinin veya evliyanin taht-i riyâ setinde vazife-i ubûdiyeti îfâ eden ervah-i sâfiye Cemâatlarinin vazife-i hayatlarini bitirmekle « Allahu Ekber» diyerek makamat-i âliyeye uçmalarini ve müstakbel tarafina geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafina bakar ki; daglar-misâl bâzi inkilâbat-i berzahiye ve uhreviye arkalarinda Cennet'in baglarindaki saadet saraylarinda kurulmus bir ziyafet-i Rahmâniyeyi o nûr-u imân ile uzaktan uzaga fark eder. Ve firtina ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar firtinasi ve yagmur gibi hâdisati; Sûreten hâsin, mânen çok lâtif hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti, hayât-i ebediyenin
sh: » (S: 328)
mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapisi görüyor. Daha sâir cihetleri sen kiyas eyle. Hakikati temsile tatbik et...
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Iman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî îmâni elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânin kuvvetine göre hâdisatin tazyikatindan kurtulabilir. « Tevekkeltü alallah» der, sefine-i hayatta Kemâl-i emniyetle hâdisâtin daglarvârî dalgalari içinde seyran eder. Bütün agirliklarini Kadîr-i Mutlak'in yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanin agirliklari uçmasina degil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlis anlama. Tevekkül, esbabi bütün bütün reddetmek
degildir. Belki esbabi dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba tesebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebati yalniz Cenâb-i Hak'tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, su hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem baslarina agir yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alip girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye birakip, üstünde oturup nezaret eder. Digeri hem ahmak, hem magrur oldugundan yükünü yere birakmiyor. Ona denildi: « Agir yükünü gemiye birakip rahat et.» O dedi: « Yok, ben birakmayacagim. Belki zâyî' olur. Ben kuvvetliyim. Malimi, belimde ve basimda muhafaza edecegim.» Yine ona denildi: « Bizi ve sizi kaldiran su emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki basin döner, yükün ile beraber denize düsersin. Hem gittikçe kuvvetten düsersin. Su bükülmüs belin, su akilsiz basin gittikçe agirlasan su yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi eger seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarinda, za'fi gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâ yi ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptin. Herkes sana gülüyor.» denildikten sonra o bîçârenin akli basina geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. « Oh!.. Allah