BİRİNCİ NOKTA: İki Mebhastır.
Birinci Mebhas: Her zerrede -hem harekâtında, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u Tevhid parlıyor. Çünki: Onuncu Söz'ün Birinci İşaretinde icmâlen ve Yirmiikinci Söz'de tafsîlen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve İlim ve Kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki: Anâsırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntâzaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizâmatı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizâmatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki: Yanlışsız yapılıyor. Öyle ise; o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. Evet, havanın herbir zerresi, herbir zîha
sh: » (S:583)
yatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizâmatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkezâ.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havâiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gâyet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebâtata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen Sûretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzımgeldiği veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebâtatın ve meyvedâr ağaçların tohumlarına medâr ve menşe' olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yâni misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levâzımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebâtat ve çiçekler ve meyveler enva'ı adedince muntâzam mânevî makine ve fabrikaları bulunması veyahut mu'cizekâr, herşeyi hiçten îcad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey'in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.
Evet nasılki bir acemi, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam; Avrupa'ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstâdâne kemâl-i intizâm ile herbir san'atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san'atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başı ile işlemiyor, belki bir üstad-ı küll; ona ders verir, işlettirir. Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gâyet san'atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: «O adam, gâyet mu'cizekâr bir zâtın menşe-i mu'cizâtı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.» Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer Mek-
sh: » (S:584)
tûbât-ı Samedâniyye, birer antika-i san'at-ı Rabbâniyye, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebâtat ve eşcar, ezhar ve Esmârdaki harekât ve hidematları; bir Sâni'-i Hakîm-i Zülcelâl'in, bir Fâtır-ı Kerîm-i Zülcemâl'in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını ilân eden birer ayrı ilânname ve Kemâlâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe' ve medâr olmaları; Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni'-i Zülcelâl'in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat'îdir. Âmenna.
İkinci Mebhas: Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyyet esâsına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esâs tutup, masnuat-ı İlâhiyyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, mânasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi; Kur'an-ı Hakîm'in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır. وَاِنْمِنْشَيْءٍاِلاَّيُسَبِّحُبِحَمْدِهِ gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi: Cenâb-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu'cizât-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka Sûrette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcûdâtların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hâzırlamak için Fâtır-ı Zülcelâl kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk Sûretinde yaratmıştır. Yâni; neşvünemaya,
sh: » (S:585)
taze taze mahsulât vermeğe kabil bir Sûrette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu'cizât-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu'cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu'cizâtının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyat-ı Esmâ-i İlâhiyyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizâmla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibariyyeyi değiştirmekle, maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibariyye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fâni oldukları halde; onların maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sâbit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı Esmâ-i İlahiyyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gâyet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sâir uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelâl, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcûdâtı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı mâneviyye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
Beşincisi: Nihayetsiz Kemâlât-ı İlâhiyyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celâliyyeyi ve gayr-ı mütenâhî tesbihat-ı Rabbâniyyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizâmla tavzif ederek; mütenâhî bir za
sh: » (S:586)
manda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenâhî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemâliyye ve celâliyye ve kemâliyyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviyye ve fânîlerin bâkî olan hüviyyet ve Sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliyye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır. Yoksa herbir zerrede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu'metmişler.
İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
(Üçüncü Noktada altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)
İKİNCİ NOKTA: Herbir zerrede, Vâcib-ül vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet zerre acz ve cümûduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, harekâtında nizâmat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizâmatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle; Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yâni zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizâmat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere mânisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir. Evet nasılki bir nefer; takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkezâ herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi oluduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizâmat-ı askeriye tahtında tâlim ve tâlimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-ı âzamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de; herbir zerre, birbiri içinde
sh: » (S:587)
ki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntâzam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir Zâta mahsustur. Meselâ: Tevfik'in (*) göz bebeğinde yerleşen zerre, gözün asab-ı muharrike ve hassâse ve şerâyin ve evride gibi damarlara karşı münasib vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insâniyyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemâl-i hikmetle bulunması gösteriyor ki; bütün o cismin bütün âzâsını icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhassa rızk için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-fezâ bir intizâm ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizâmperverane geçip gelirler ve öyle şuurkârane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç âza ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamrâya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedâhe anlaşılır ki: Şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzâk-ı Kerîm, bir Hallâk-ı Rahîm'dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san'atta işler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ san'atlı nakşı ve hikmetnümâ nakışlı san'atı bilir ve îcad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni'-i Hakîm'in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır. Nasılki meselâ: Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san'atına tâbi olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san'atında bir mehareti ve sâir taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yâni «Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz» diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san'atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi olmazlarsa; herbirine Sâni'-i Kâinat'ın evsâfı kadar evsâf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.
______________________
(*) Nur'un birinci kâtibidir.
sh: » (S:588)
Feyâ Subhânallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud'u kabûl etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabûl etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Şu nokta, Birinci Nokta'nın âhirinde va'd olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmisekizinci Söz'ün İkinci Suâlinin cevabındaki hâşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviyye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir tâlim ve tâlimata mazhar olurlar, letâfet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.
Sual: Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?
Elcevab:
Evvelâ, bütün masnuatın bütün intizâmatıyla ve hikmetleriyle sâbit olan Sâniin hikmetiyle bilinir. Çünki: En cüz'î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medâr olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlûkatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, Kemâlsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyyet; en kesretli ve esâslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Sâniyen: Sâni'-i Hakîm, anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i Kemâl hükmünde) mâdeniyyat derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve mâdeniyyatı tahrik ve tavzif edip nebâtat mertebe-i hayatiyyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insâniyye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve lâtif yerinde makam
sh: » (S:589)
vermesiyle bilinir ki; harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi Kemalâta koşturuluyor.
Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyyete mazhar oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sâni'-i Hakîm'in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerrâtın enva'-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmânın hesabına ve şerefine olarak birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarını gösteriyor.
Elhasıl: Mâdem Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i Kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o şeye, o nokta-i Kemâle sa'yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u Rubûbiyyet câri olmakla beraber, cemadatta dahi câridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rubûbiyyet»in ucu görünüyor.
Hem mâdem o Hâlık-ı Kerîm, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz'iyye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sâir hidemat-ı Rabbâniyyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam «Kanun-u Kerem»in ucu görünüyor.
Hem madem her şey'in hakikatı, Cenâb-ı Hakk'ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır; ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubtur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir «Kanun-u Tahsin ve Cemâl»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Fâtır-ı Kerîm, düstur-u kerem iktizasıyla bir şey'e verdiği makamı ve kemâli, o şey'in müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almıyor. Belki, o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyyetini ve mânâsını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği kemalâtın mânalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü'minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i cennet sûretinde
sh: » (S:590)
tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rahmet»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlûkların enkaz-ı maddiyyesini bahar masnuatında istîmal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrıyle,وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ işaretiyle şu dünyada câmid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyyenin: elbette taşı, ağacı, herşey'i zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bâzı binalarında derc ve istimâli mukteza-yı hikmettir. Çünki: Harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Hikmet»in ucu görünüyor.
Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve mâneviyyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahâif-i ef'alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve mânalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziyye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yâni nur-u hayata çok def'a hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihâta medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Adl»in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; câmid maddelerde dahi kaderin yazdığı evâmir-i tekviniyye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin mânevî yazısına göre mevki ve nizâm alabilirler. Meselâ: Yumurtaların enva'ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evâmir-i tekvîniyye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde îtibariyle mahiyetleri (Haşiye) bir hük-
____________________________
(Haşiye) Evet bütün onlar bu dört unsurdan mürekkeptir. Müvellid-ül-Mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler. Farkları yalnız kaderin mânevî yazısındadır.
sh: » (S: 591)
münde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcûdâta menşe' oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiyye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbâniyyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin mânevî alnında o mânaların hikmetlerini, hiçbir şey'i kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihâta-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir «Kanun-u İlm-i Muhit»in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler (Haşiye-1) başıboş değiller.
Netice-i Kelâm: Geçmiş yedi kanun, yâni Kanun-u Rubûbiyyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemâl, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhatâ-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A'zam ve o İsm-i A'zamın tecellî-i â'zamını gösteriyor. Ve o tecellîden anlaşılıyor ki: Sâir mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gâyet âli hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evâmir-i tekvîniyyeye göre hassas bir mîzan-ı ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme (Haşiye-2) gitmeğe hâzırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sâdıkla hükmedilebilir.
ELHASIL: Birinci Sözde denildiği ve isbat edildiği gibi: Her şey «Bismillah» der. İşte bütün mevcûdât gibi herbir zerre ve zerratın herbir tâifesi ve mahsus herbir Cemaati, lisan-ı hâl ile «Bismillah» der, hareket eder.
__________________________
(Haşiye-1) Şu cevap, yedi «Madem» kelimelerine bakar.
(Haşiye-2) Çünki: Bilmüşahede gâyet cevâdâne bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş'al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak; sarahate yakın işaret ediyor ki: Gayet lâtif, ulvî, nazif, hayattar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, câmid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya lâtif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte, beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur'anın nuruyle rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir «Kanun-u Kayyûmiyyet» görünüyor. Bilmüşahede tasarruf ediyor.
sh: » (S: 592)
Evet, geçmiş üç nokta sırrıyle: Herbir zerre, mebde'-i hareketinde lisan-ı hâl ile بِسْمِاللّهِالرّحْمنِالرّحِيمِ der. Yâni: «Ben, Allah'ın namıyle, hesabıyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.» Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu' gibi herbir zerre, herbir tâifesi, lisan-ı hâl ile اَلْحَمْدُلِلّهِرَبِّاْلعَالَمِينَder ki, bir kaside-i medhiyye hükmünde olan san'atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; mânevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer pilağı hükmünde olan masnûların üstünde dönen ve tahmidât-ı Rabbâniyye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlâhiyye neşîdelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar...
دَعْوَيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّهُمَّ َوَتحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُاَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ
* * *