Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bütün ruh ve kalb ve aklımla sizin leyle-i aşerenizi tebrik ederiz. Bizim şirket-i mâneviyemizde büyük kazançlar edeceklerini rahmet-i İlâhiyyeden niyâz ederiz. Bu gece rü'yamda yanınıza gelmiş, imam olarak namaz kılacağım halinde uyandım. Benim tecrübemle rü'yanın tâbiri çıkacağı zamanda Sava ve Homa kahramanlarından iki kardeşimiz rü'yayı tâbir etmek için umumunuz namına geldiler. Ben de umumunuzu görmek gibi mesrur oldum.
Kardeşlerim! Gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım me'murlara Risâle-i Nur'a karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alâkadar me'murlarda bir dikkat, bir iştiyak uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o nurlar parlayacaklar. (Hâşiye)
Said Nursî
* * *
-23-
Sabri'nin tâbiri ve istihraciyle, Sûre-i وَالْعَصْرِ işaretine muvafık olarak Risâle-i Nur, Anadolu'yu Cebel-i Cûdîde sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu'yu âfat-ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına
_______________
(Hâşiye): Ey kardeş! Dikkat buyur. Denizli hapsinde, bütün esbab-ı âlem zâhiren Üstadın aleyhinde, idam hükümleriyle mahkemeye verilmişken, Üstad diyor: «Merak etmeyiniz kardeşlerim, o Nurlar parlayacaklar.» Bu söz, bak nasıl tahakkuk etti.
sh:» (D- 18)
bir vesile olduğunu ve Risâle-i Nur'a ilişmesinler, yoksa yakından bekliyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar. Bu musibetten biraz evvel tekrar ile söylüyorum, size de O mektublar gönderilmişti. Şimdi aldığım haber, Kastamonu, civarı, kal'ası, Risâle-i Nur'un mâtemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzele ile sıtma tutmuş, inşâallah yine Risâle-i Nur'a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.
Size evvelki gün iki kıymetli kazancımızı yazmıştım. İkincide yüzer lisanla dua ve tesbihat, ilâ âhir demiştim. Noksan var. Sahihi: Her birimiz derecesine göre yüzer lisanla, ilâ âhir...
Hem ben pek çok alâkadar olduğum Sava köyünden çok muhterem bir ihtiyar ile ellerimiz birbiriyle kelepçe edilip geldiğimiz, beni pek çok memnun edip, bununla o mübârek köyün bana şiddet-i alâkasını anladım. O kardeşime ayrıca selâm ederim.
* * *
-24-
Aziz Kardeşlerim!
وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ bu âyet dahi
وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ
işâretine işaret eder ki; kâfirlerin bu kadar tahribatları ve harbleri faidesiz ve hasarat içerisinde ayn-ı zarar oldu. وَالْعَصْرِ işaretinde Risâle-i Nur'a bir îma bulunması remziyle, bu âyet dahi remzen binüçyüz altmış Rumî tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risâle-i Nur'a ilişecekler, fakat hasarat ederler. Çünki zelzele ve harp gibi belâların ref'ine bir sebeb, Risâle-i Nur'dur. Onun tâtili belâları celbeder diye bir gizli îma olabilir.
Said Nursî
* * *
-25-
Aziz Kardeşlerim!
Ben tahmin ediyordum ki; hakikî ve en son müdafaanâmemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risâlecik olacak. Çünki, evvelce bâzı evham yüzünden bir senedenberi aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen plânlar bunlardır; «Tahrikatçılık, komitecilir ve haricî cereyanlarına âlet olmak ve dinî hissiyatı siyasete âlet etmek ve cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve âsâyişe ilişmek» gibi asılsız
sh:» (D- 19)
bahaneler ile bize hücum ettiler. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, onların plânları akîm kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risâlede, onsekiz sene zarfındaki mektub ve kitablar dahi hakikat-ı îmaniyeden ve Kur'âniyeden ve âhiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka bir şey bulmadılar. Plânlarını gizlemek için gayet âdî bahaneleri aramağa başladılar. Fakat hükûmetin bâzı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zâhir ve şübhe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsılmaz olan «Meyve Risâlesi» onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.
Said Nursî
* * *
-26-
Kardeşlerim!
Gerçi yeriniz çok dardır, fakat kalbinizin genişliği o sıkıntıya aldırmaz, hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz! En esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, tesanüddür. Sakın sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve «Böyle olmasaydı şöyle olmazdı» diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki; bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu, ne yapsaydık onlar hücumu yapacak idiler. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek tâ inâyet-i İlâhiyye imdadımıza gelinceye kadar az zamanda ve az amelde pek çok sevab ve hayrat kazanmağa çalışmalıyız. Oradaki kardeşlerimizin selâmetlerine dualar ediyoruz.
Said Nursî
* * *
-27-
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: «Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?» Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu
sh:» (D- 20)
elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki; o zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim; ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: «Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.» Sonra dediler: «Sen, Selef-i Sâlihîne muhalefet ediyorsun?» Cevaben diyordum: «Hulefa-i Râşidîn; herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (R.A.), Aşere-i Mübeşşereye ve sahabe-i kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti ve hürriyet-i şer'iyyeyi taşıyan, mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.»
İşte ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları! Elli senedenberi bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir -şimdi yirmi sene oluyor- ki, hayat-ı siyasîye ve içtimaîyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazü billâh, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva îlan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, îmana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm, {حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ } olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:
Ben, Risale-i Nur'un keşf-i kat'îsi ile İdam olmuyorum, belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar! idam ebedî ile ve dâimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamiyle intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım!
Mevkuf
Said Nursî
* * *
-28-
Kardeşlerim!
Ben dünyaya bakamıyorum. Hey'etinizdeki Risale-i Nur'un
sh:» (D- 21)
şahs-ı mânevisini konuşturmak, ve reyini almak için meşveret ediniz. Çelik gibi metin Isparta mübarek ve kahraman kardeşleriniz ile, mümkün oldukça müdâvele-i efkâr ediniz..
Hem dünkü pusulayı, hem bu pusulayı benim küçük defterime konmak için o kıt'ada bana yazınız. Hem o iki pusulaları Ispartalılar da görsünler, bâki çok selâm...
* * *
-29-
Aziz Kardeşlerim,
Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. «Bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?» lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza veriniz. Çünki; birbirinden ve Risale-i Nurdan ve benden çekinmek, ve inkâr etmek; ve bizi ezmek istiyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihânet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek istiyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za'fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer. Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet olduğundan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zaif bir bîçarenin noksaniyetlerine değil, belki Risale-i Nurun kemalâtına bakmalı.
Said Nursî
* * *
-30-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevaline ve fenâ ve fâni, âkıbetsiz lezzetlerine ve firak ve iftirak tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli ise, samimî dostlar ile görüşmektir. Evet, bâzan bir tek dostunu bir-iki saat görmek için, yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarfeder. Şimdi bu acîb, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye, ona karşı pek ucuz düşer.. ehemmiyeti kalmaz. Ben kendim, buradaki kardeşlerimden on sene firakdan sonra bir tekini görmek için bu meşakkati kabul ederdim. Teşekki, kaderi tenkid ve teşekkür kadere teslimdir.
sh:» (D- 22)
-31-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizi te'min ederim ki; şimdi ecel gelse, ölsem, kemâl-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünki içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu bîçâre, ihtiyar, hasta, zaif Said'den çok ziyade Risâle-i Nur'a sâhib ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatım geliyor. Nazîf'in puslasında isimleri yazılan ve te'sirli bir surette kuvve-i mâneviyeyi takviye eden zâtlara çok minnetdar ve çok müferrah oldum. Zâten ben onların böyle olacaklarını tahmin ederdim. Cenâb-ı Hak, onları muvaffak ve başkalara da hüsn-ü misal eylesin, âmin!
* * *
-32-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Mâdem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevab için, îmân ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında her bir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve îman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymetdar ve yüz saat ise böyle her biri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşler ile görüşmek akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârane devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medreset-üz-Zehra'nın şâkirdliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Mederese-i Yusufiye'de tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevab kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faideleri düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.
Said Nursî
* * *
sh:» (D- 23)
-33-
Kardeşlerim!
Ben kalben arzu ederim ki; çelik ve demir gibi sebatkâr Isparta ve civarındakiler gibi metin kahramanlar (Hüsrevler, Hâfız, Aliler gibi) Kastamonu tarafından dahi burada görünsün. Hadsiz şükür ediyorum ki; Kastamonu Vilâyeti, benim arzumu tam yerine getirdi, müteaddid kahramanları imdadımıza gönderdi. Hayalimde her vakit bulunan, fakat isimlerini yazamadığım için yanınızda fedakâr kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederim.
* * *
-34-
Aziz, Sıddık Sebatkâr ve Vefadar Kardeşlerim!
Sizi müteessir etmek veya maddî bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i mâneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidâl-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki: Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı «artık yeter» dememden bir bahane bulup, zâlimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, hârika bir ihsân-ı İlâhî eseri olarak şâkirane sabrediyorum ve etmeğe de karar verdim.
Mâdem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا
sırriyle ziyade sevab kazanmak cihetiyle mânevî bir ni'met biliyoruz; mâdem geçici, dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor; ve mâdem hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kat'î kanaatımız var ki: Biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirane, müteşekkirane bir mücahede-i mâneviye yapıyoruz diye şekva etmemek lâzımdır.
Aziz Kardeşlerim!
Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve îtidal-i dem ve ihtiyattır.
Said Nursî
* * *
sh:» (D- 24)
-35-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bir müdde-i umumun iddiasından anlaşıldı ki; hükûmetin bâzı erkânını iğfal edip aleyhimize sevkeden gizli zındıkların plânları akîm kalıp yalan çıktı; şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden birden bizden olur. Hattâ büyük me'murlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin âhirinde, bu gelen fıkrayı diyecektim, fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra şudur:
Evet biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüz milyon dâhil mensubları var ve her gün beş def'a o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî programiyle birbirinin yardımına dualariyle ve mânevî kazançlariyle koşuyorlar.
İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız; ve hususî vazifemiz de, Kur'ân'ın îmânî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i îmana bildirip onları ve kendimizi îdam-ı ebedîden ve dâimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
* * *
-36-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben bu fecirde her birinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden «Hastalar Risâlesi» hatıra geldi, teselli verdi.
Evet, bu musibet dahi içtimaî bir nev'i hastalıktır. O risâledeki ekser îmânî devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum'daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanın elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve îmânî ve Kur'ânî faideleri kalmış. Demek o geçici bir tek musibet, dâimî ve müteaddid ni'metlere inkılâb etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimidilik elemi yok. Tevehhüm ile yokdan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyyeye îtimadsızlıktır.
Saniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve mânevî kalben, ruhen, fikren musibetler ile giriftardır. Bizim musibetimiz, onlara nisbeten hem gayet hafifdir, hem kârlıdır. Hem kalb, hem ruh için; hem îman, hem selâmet ve sıhhat lezzetleri var.
sh:» (D- 25)
Salisen: Bu işsiz ve muzaaf maddî ve mânevî kışda, Medreset-üz-Zehra'nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiye'de, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirâyet eden nur ve nuranî gibi hasenlerinden, mânevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet; şeklini değiştirir, bir nev'i inâyet perdesi hükmüne geçer. Evet, bu gizli inâyetin bir lâtif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risâle-i Nur Talebelerine «Hocalar» namı verilmiş. Herkes, lisanında «Hocalar.. hocalar» diye hürmetle yâdediyorlar. Bu zarafet içinde lâtif bir işaret var ki; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risâle-i Nur Şâkirdleri dahi birer müderris, muallim ve sâir hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşâallah birer mekteb hükmüne geçeceklerdir.
* * *
-37-
Kardeşlerim!
Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektublar arasıra okunsa ve Meyve'nin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risâle-i Nur'un mes'eleleri müzakere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır. İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: «Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibâdet sayılır.» diye ziyâde ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azap yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa, aldırmamalı, veyahut خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz. Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise; musibette, kendinden ziyade musibetliye ve ni'mette daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'aniye ve îmâniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne hakdır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek; kader-i İlâhî tâyin etmişti. Adalet-i rahmet; bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzak-ı hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasılki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... Mâdem hakikat budur,
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip teslim ile şükretmeliyiz.
* * *
-38-
sh:» (D- 26
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Ben, gerçi sizinle sureta görüşemiyorum, fakat sizin yakınınızda ve berâber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim ve ihtiyarım olmadan bâzan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından -hususan böyle haylaz gençlerde- o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkin olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkin olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevâzu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor, sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.
Said Nursî
* * *
-39-
Kardeşlerim!
Her ihtimâle karşı bu sabah ihtâr edilen bir mes'eleyi beyân etmek lâzım geldi. Bizim, Kur'an'dan aldığımız hakikatlar; güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını yirmi senedenberi: «Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?» diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur. Mâdem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiat takdir edilmez derecede kıymetdar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bâzı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.
Said Nursî
sh:» (D- 27)
-40-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi «Beşinci Şuâ» olmadığı, belki «Hizb-i Nurî» ve «Miftâh-ül İmân», «Hüccet-ül Bâliğa» olduğunu bu fecirde bir ihtâr-ı mânevî ile hissettim. Dikkatle «Hizb-i Nurî» yi kısmen okudum, «Miftah» ı da düşündüm, bildim ki: Zındıklar, küfr-ü mutlak mesleğini bu iki keskin elmas kılınçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan «Beşinci Şuâ»ı zâhirî bir sebep gösterdiler, hükûmeti iğfal edip aleyhimize sevkettiler. Aynen bu ihtar ile beraber hâtıra geldi ki: «Bir kısım zaif kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki kendileri bu belâdan kurtarılır.» diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki: Bu derece alâkası devam eden ve iki def'a bu imtihana giren ve mukabilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faidesiz, zararlı kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zâhirî bir içtinab gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsî mesleğimize zararı dokunur, cezası olarak aksi maksadiyle tokat yer.
* * *
-41-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risâle-i Nur'un o zahmet çekenlere kazandırdığı îmân-ı tahkikî ve îmân-ı tahkîkî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a'mâl-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır. Şâkirdlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulananları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarfedilen paraları muzâaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzâaf ibâdetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zaif kısmı ise; zâten hapsin haricinde onlara faidesiz sevablar, mes'ûliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes'ûliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medâr-ı şükrandır.
* * *
sh:» (D- 28)
-42-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Kastamonu'da ehl-i takvâ bir zât, şekvâ tarzında dedi: «Ben sukut etmişim. Eski hâlimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.» Ben de dedim: Belki terraki etmişsin ki; nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet, bir ehemmiyetli ihsân-ı İlâhî; ihsânını, enâniyetini bırakmıyana ihsas etmemektir.. tâ ucub ve gurura girmesin.
Kardeşlerim! Bu hakikata binâen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şâkirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: «Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyâları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede!» diyerek dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muârız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
Said Nursî
* * *
-43-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümidlerimi ve dâvalarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç-dört eliflerin birleşmesi gibi, üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhâr eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden hâlet-i ruhiye, dünkü dâvamı isbat ediyor. Evet, -temsilde hatâ yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: «Bu zamanda hizmet-i îmâniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesânüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor.» diye kanâatım gelmiş ve siz daima bu kanâatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak, sizlerden ebediyen râzı olsun, âmin!
* * *
sh:» (D- 29)
-44-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
«Meyve Risalesi» çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Ümid ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak. Sizler tam kıymetini anlamışsınız ki, bu dershaneyi derssiz bırakmadınız. Ben, kendi hesabıma derim: Bu kadar zahmet ve masrafımızın meyvesi; yalnız bu risâle ve «Müdâfaa Risâlesi» ve sizler ile berâber bir yerde bulunmak dahi olsa, o masraf, o zahmeti hiçe indirir ve bu musibetin on mislini de çeksem yine ucuz düşer.
* * *
-45-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapisde kat'î kanâatım gelmiş ki: Risâle-i Nur ile kırâeten ve kitâbeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bâzı esbaba binâen, ben en ziyâde Hüsrev'i ve Hâfız Ali (R.H.), Tahirî'yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. «Acaba neden?» der idim. Şimdi anladım ki; onlar, hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kazâ ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkid ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi'nân-ı kalbleriyle Risale-i Nur Şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevâzu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsen, âmin!
* * *
-46-
Kardeşlerim!
Gaflet ve dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur'un hakikî şâkirdleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münâfıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle herbiri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası, müşterek bir mes'elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yer-
sh:» (D- 30)
lerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risâle-i Nur Şâkirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fenâ-fi'l-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münâfıkane plânı da akîm bırakacaklar.
* * *
-47-
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemâatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: «Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.» O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: «Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabûl etse, cennete gidecek.» Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: «Başım fedâ olsun.» Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: «İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.»
Cenâb-ı Hakk'a yüzbinler şükürler olsun ki; Risâle-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti, o eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetleriyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
* * *
-48-