Zülcelal'in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّهِ leri Cenab-ı Hakk'a, huzuru ile hediye ediyor.
Sonra, herkesin hususî dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ
sh: » (Em: 474)
cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni'lerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk'a, اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ diye takdim etmiştir. Yani: "Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şey'e mahsustur." Çünki "Hüve Nüktesi"nin haşiyesinde denildiği gibi: Ya, hüve kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın-uzak herşeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şübhesiz ve kat'î bir zaruretle o zerrelerin herbiri, Sâni'-i Hakîm'i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.
Demek zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden -Mi'rac-ı Ahmedî'de Aleyhissalâtü Vesselâm- اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ denilmiştir. Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden "nâr" ile "nur" unsuru yani, hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ diyor. Yani: "Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş'et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler, اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı azam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç aded yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel-ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal'e mahsustur." diye, nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal'e tak
sh: » (Em: 475)
dim etmek manasında olarak, Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ demiş. Çünki maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.
Evet nur ve nâr unsuru toprak, hava ve ma' unsurları gibi gayet kat'î ve bedihî ve zarurî bir surette o nümunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zât-ı Kadîr-i Zülcelal'indir. Çünki nur, aynen vücud ve hayat gibi, kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzât mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zâhirî hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz'î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki, "Hüve Nüktesi" haşiyeleriyle bunu gayet kısaca isbat ediyor. İşte milyarlar nümunelerinden iki küçük nümunesinden:
Birisi: Manevî nurun -ilim suretinde- beşerin kafasında cilvesinin bir cüz'îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütübhane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-ı umman gibi bir vüs'ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüzbinler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan; elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak'ın ilim ve hikmet ve kudreti ile, o Levh-i Mahfuz'un bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.
İkinci cüz'î ve küçücük bir nümunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acib vaziyetini tedkik etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz'î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve
sh: » (Em: 476)
yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar; bunu bir sofestaîye de kabul ettiremezler (Haşiye). Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan
(Haşiye): Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlara bir isim takıp, güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ: Bu elektrik kuvveti imiş deyip, o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu'cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikatı ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu'cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehil'den daha echel bir dereceye düşüyorlar.
İşte irade-i İlahiyenin namuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine, beşer aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip, tenvirdeki hârika mu'cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm birşey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu'cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar. ve Nur-un Nur ve Hâlık-un Nur ve Müdebbir-un Nur olan Kadîr-i Zülcelal'in ve Allâm-ül Guyub'un ve Alîm-i Mutlak'ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak. İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler var.
İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zât-ı Zülcelal'e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-ı kâinat ve sebeb-i hilkat-ı âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi -namlarına- meb'us olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi'rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ demiş.
Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrati'l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra, -Risale-i Nur'da izah edildiği gibi- Cenab-ı Hak اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emr ü ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip; bütün mahlukatın meb'usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş. Ümmeti ise her namazdaاَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki
sh: » (Em: 477)
emr ü fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harab olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
İşte aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mi'rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennet'teki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına; hem mahlukatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatın lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatın şuaı olmasındandır.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
390-
Sh:»(Em:478)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, Sıddık, Mütefekkir Kardeşlerim;
Evvelen: Çok emarelerle kat'î kanaatım gelmiş ki gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp, Nurun mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber'i musırrane medar-ı itham tutmalarının ve bir buçuk senedenberi bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki "Hüve Nüktesi" olduğunu kat'iyyen bildim. Çünki: Bu Hüve'nin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat'i ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hatta bir kısmında hiçbir şüphe ve vesvese bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmî yasak ile sed çekmek için çalıştılar. Bu "Hüve Nüktesi"nin bir gün evvel Medreset-üz-Zehra erkânlarına bir ders nev'inden söylediğim çok noktalarından yalnız "Üç Noktasını" sizlere beyan ediyorum.
Birinci Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi: اِلَيْهِ يَصْعَدُ اْلكَلِمُ الطَّيِّبُ Âyetinin sırriyle; güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin, kalem-i kaderin istinsahiyle ve izn-i İlâhî ile intişar etmesiyle, bütün küre-i havada melâike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı âzam tarafına sevk etmek için kudret-i İlâhi kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.
Madem havanın kudsî vazifesinin hikmet-i hilkatının en mühimmi budur. Ve rûj-i zemini mradyolar vasıtası ile bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlâhiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları, herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan başta Kur'an-ı Hakîm ve hakikatleri; ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşirin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatlar olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet - böyle - şükür görmezse, beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi; bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevasat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.
Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifeleri
Sh:»(Em:479)
nin noksan bırakılmasına sebebiyet verip, beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.
Şimdi, gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur'an'ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da, bir hata-yı beşeri olarak anladım. İnş3aallah beşer, bu hatâsını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak, beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek olan kelimat-ı tayyibe beşte dördü olacak.
İkinci Nokta: Nur Risalelerinde denilmiş ki: Kâinatı halk edemiyen bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı hal eden zat olabilir.
Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz'î hücceti şudur ki: Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat'iyyen gösteriyor ki: Şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cedveli namındaki listed yazılı ikiyüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur'aniye -meselâ Elhamdülillâh kelâmı-tam hurufatiyle ve şivesiyle ve söyliyenin mahsus sadasının tarziyle, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle, hiç tegayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur'aniye'yi ayrı ayrı sada ile, çeşit çeşit şive ile, keza hiç tegayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın herbir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur'an'ı okuyan hafızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve herşeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu'cize-i kudret vücuda gelmiyecek.
Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin ve sem' ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmiyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadir-i Mutlakın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu'cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar. Yoksa, temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüt edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek herbir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiye herşeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise, yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalâlet
Sh:»(Em:480)
gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.
Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciğinde ve mânevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu'cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki, her bir zerre, Cenab-ı Hakk'ı zatı ile ve sıfâtı ile târif eder ve isbat eder.
Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar, büyük ve geniş delillerle Zat-ı Vacibül-Vücud'un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar, sonra mârifetullahı tam elde ediyorlar.
Halbuki, nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor; öyle de, bu bir avuç havadaki herbir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.
İşte, Kur'an-ı Hakîm'in mânevî mu'cizesinin bir lem'ası olan Risale-i Nur, bu hakikatı- izahatı ile - isbat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için "lâ mevcude illâ hu" demeğe mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak için, "lâ meşhude illâ hu" dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeğe muhtaç olmuyor. Belki وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ يَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor.
Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki: Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var; birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, aynası içinde sahip olur. Öyle de, herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat, bu hususî dünyasını "Lâ mevcude illâ hu" diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrı ile Cenab-ı Hakk'a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlâhiye'yi bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine daimî marifet ve huzuru bulmak için, "Lâ meşhude illâ hu" deyip, kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar. Fânilik perdesini üstüne çeker. Huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Sh:»(Em:481)
Şimdi bu zamanda, Kur'an'ın i'caz-ı mânevîsi ile tezahür eden وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ يَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrı ile; yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var. Ve doğrudan doğruya zât-ı Vâcibül-Vücud'u sıfâtiyle bildiren âyetler, yani delâletler ve işaretler var.
İşte, Hüve Nüktesiy'le bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatı ile isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat, bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki; Kur'an-ı Hakîm'in i'caziyle, bu hakikat tafsilâtı ile ihsan edilmiş. Nur Risaleleri de bu hakikate bir naşir olmuşlar...
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ -391-
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَآئِمًا
Aziz, Sıddık Kardeşlerim;
Evvelen: Seksen sene bir mânevî ömr-ü bâkî kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi'racınızı ve leyle-i berâtınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla mtebrik ve herbir Nurcu'nun mânevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlâhiye'den rica ve hizmet-i Nuriye'de muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.
Sâniyen: Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının mus3ibeti, benim hakkında bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikın keşfine bir anahtar olduğunu bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat, yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum.
Evet, şimdi Siracünnur başındaki münâcâtı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı ve âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu'cizat-ı kudret-i İlâhiye'yi görmeyip, dağ gibi bir hakikatı, zerre gibi bir âdi
Sh:»(Em:482)
esbaba isnad eder, yükletir. Kadir-i Mutlak'ın, her şeydeki marifet yolunu sed eder. Ondaki nimetleri kör olup görmiyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.
Meselâ: Bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi; اِلَيْهِ يَصْعَدُ اْلكَلِمُ الطَّيِّبُ Âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatların bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib gaflet nazarında saklandığı gibi şimdi, radyo namı verdikleri aynı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-i mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nazırdır ki; hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havâinin küçücük kulağına girip, incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika-i san'ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.
Meselâ: Ondördüncü Söz'ün Zeylinin hâşiyesinde denildiği gibi: Pek çok mu'cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam, o odun parçasını gösterip dese "Bu işler tabiî ve tasadüfî olarak bundan olmuş." O ustanın hârika san'atlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat ve dalâlette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi; aynen öyle de:
Çam ve incir ağacı gibi binler hârika san'atları tazammun eden bir mu'cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip: "Bunlar bundan olmuş." demek; veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir mdershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken; ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlâhiyenin lbir muaccel (Hâşiye) nümunesi; ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmâniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve
____________
(Hâşiye): Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.
Sh:»(Em:483)