بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmibesinci SözMu'cizât-i Kur'aniye RisalesiElde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, baska bürhân aramak aklima zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir bürhân-i hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme siklet mi gelir?
IHTAR(Su Söz'ün basinda bes su'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Sû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmaga mecbur olduk. Hattâ Bâzi gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yaziyorduk. Onun için üç Sû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki sû'leyi de simdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve iskâl ve hatâlara nazar-i insaf ve müsamahâ ile bakmalarini ihvanlarimizdan bekleriz.)
Bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafindan medâr-i tenkid olmus veya ehl-i fen tarafindan itiraza ugramis veya cinnî ve insî seytanlarin vesvese ve sübhelerine maruz olmus âyetlerdir. Iste bu "Yirmibesinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarini ve nüktelerini Beyân etmis ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzin lemaâti ve belâgât-i Kur'aniyenin kemâlâtinin mense'leri oldugu, ilmî kaideleriyle isbat edilmis. Bulanti vermemek için onlarin sübheleri zikredilmeden cevab-i kat'î verilmis. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalniz Yirminci Söz'ün Birinci Makami'nda üç-dört âyette sübheleri söylenmis. Hem bu Mu'cizât-i Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazilmis ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasinda, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmis. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müsevves hâletler içinde te'lif edildiginden ifade ve ibaresinde kusur var olmasiyla beraber ilim noktasinda çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatini Beyân etmis.
Said Nursî
sh: » (S: 382)
Mu'cizât-i Kur'aniye RisalesiMahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yi Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-i Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'in hadsiz vücuh-u i'câzindan kirka yakin vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve « Isarât-ül I'caz» namindaki tefsirimde ve geçen su yirmidört Sözlerde isaretler etmisiz. Simdi onlardan yalniz bes vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine isaret edecegiz.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Mukaddeme üç cüz'dür.
Birinci cüz': KUR'AN NEDIR? Târifi nasildir?
Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildigi ve sâir sözlerde isbat edildigi gibi) Kur'an, su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-i ebedîsi.. ve su âlem-i gayb ve sehadet kitabinin müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i Ilahiyenin mânevî hazinelerinin kessâfi.. ve sutûr-u hâdisâtin altinda muzmer hakaikin miftahi.. ve âlem-i sehadette âlem-i gaybin lisani.. ve su âlem-i sehadet perdesi arkasinda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-i ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..
sh: » (S: 383)
ve su Islâmiyet âlem-i mânevîsinin günesi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritasi... Ve Zât ve Sifât ve Esmâ ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhân-i katii, tercüman-i sâtii... Ve su âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan Islâmiyetin mâ ve ziyâsi.. ve nev-i beserin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürsidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-i seriat, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i hikmet, hem bir kitab-i ubûdiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i fikir, hem bütün insanin bütün hâcât-i mâneviyesine merci' olacak çok kitablari tâzammun eden tek, câmi' bir KITAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve siddikîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif mesreblerine ve ayri ayri mesleklerine, her birindeki mesrebin mezâkina lâyik ve o mesrebi tenvir edecek ve herbir meslegin mesâkina muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-i Semâvî'dir.
Ikinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, ars-i âzamdan, Ism-i âzamdan, her Ismin mertebe-i âzamindan geldigi için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildigi gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'in kelâmidir. Hem bütün mevcûdâtin Ilâhi ünvaniyla Allah'in fermanidir. Hem bütün Semâvât ve Arzin Hâliki namina bir hitabdir. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-i âmme-i Sübhâniye hesabina bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarinda bir Defter-i Iltifatat-i Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i hasmeti haysiyetiyle, baslarinda bâzan sifre bulunan bir muhabere mecmuasidir. Hem Ism-i âzamin muhitinden nüzul ile ars-i âzamin bütün muhatina bakan ve teftis eden hikmetfesan bir Kitab-i Mukaddes'tir. Ve su sirdandir ki, « Kelâmullah» ünvani Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmis ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanin kütüb ve suhuflari derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-i Ilâhiyyenin ise bir kismi dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beser ve hayvanatin ilhamlari, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz': Kur'an, asirlari muhtelif bütün enbiyânin kütüblerini ve mesrebleri muhtelif bütün evliyânin risalelerini ve mes-
sh: » (S: 384)
lekleri muhtelif bütün asfiyânin eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-i sittesi parlak ve evhâm u sübehâtin zulümatindan Mûsaffâ ve nokta-i istinadi, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-i ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüsahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-i îman.. alti, biilmelyakîn delil ve bürhân.. sagi, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akil ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-i cinan... Makami ve revaci, bilhads-is sadik makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-i Semâvî'dir.
Kur'anin târifine dair üç cüz'ündeki sifatlarin herbiri baska yerlerde kat'î isbat edilmis veya isbat edilecektir. Dâvâmiz mücerred degil, her birisi bürhân-i kat'î ile müberhendir.
BIRINCI SU'LE: Bu su'lenin üç suai var.
BIRINCI SUA: Derece-i i'câzda belâgat-i Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmin cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarinin bedâatinden, garib ve müstahsenliginden ve Beyâninin beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzinin fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-i hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsini muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onlarin damarlarina siddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettigi halde, kibir ve gururlarindan basini semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için agiz açamayip Kemâl-i zilletle boyun egdiler. Iste belâgatindaki vech-i i'câzi iki Sûretle isaret ederiz:
Birinci Sûret: I'câzi vardir ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asirda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-i tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardim edecek durub-u emsallerini kitabet yerine siir ve belâgat kaydiyla muhafaza ediyorlardi. Mânidar bir kelâm, siir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfizalarda kalip gidiyordu. Iste su ihtiyac-i fitrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarsi-yi ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâi idi. Hattâ bir kabilenin belîg bir edibi, en büyük bir kahramân-i millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardi. Iste Islâmiyetten sonra âlemi zekâlariyla idare eden o zeki kavim, su en revaçli ve medâr-i iftiharlari ve ona siddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-i âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar
sh: » (S: 385)
kiymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardi. Hattâ onlarin içinde « Muallakat-i Seb'a» namiyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarina yazmislar, onunla iftihar ediyorlardi. Iste böyle bir zamanda, belâgat en revaçli oldugu bir anda Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasilki zaman-i Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-i Îsâ Aleyhisselâm'da tib revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. Iste o vakit bülegâ-yi Arabi, en kisa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermaniyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: « Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarina siddetle vuruyor. Gururlarini dehsetli Sûrette kiriyor. O kibirli akillarini istihfaf ediyor. Onlari bidâyeten îdâm-i ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-i ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: « Ya muâraza ediniz, yahut can ve maliniz helâkettedir.»
Iste eger muâraza mümkün olsaydi acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satirla muâraza edip dâvasini ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müskilatli muharebe tarîki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettigi halde, en kisa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canini belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasindan vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardi. Halbuki muharebe gibi dehsetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün degildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'ani tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet siddetli iki sebeb vardi. Birisi; düsmanin hirs-i muârazasi. Digeri; dostlarinin sevk-i taklîdidir ki, su iki sâik-i sedid altinda milyonlar Arabî kitablar yazilmis ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: « Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Su halde, ya Kur'an bütününün altindadir. Bu ise, bütün dost ve düsmanin ittifakiyla battaldir, muhaldir. Veya Kur'an, o yazilan umum kitablarin fevkindedir.
sh: » (S: 386)
Eger desen: Nasil biliyoruz ki, kimse muârazaya tesebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çiksin? Birbirinin yardimi da mi faide etmedi?
Elcevab: Eger muâraza mümkün olsaydi, alâküllihal kat'î tesebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardi. Eger tesebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacakti. Çünki hakka muariz ve muannid daima kesretli idi. Eger tarafdar bulsaydi, alâküllihal istihar bulacakti. Çünki: Küçük bir mücadele, beserin nazar-i istigrabini celbedip destanlarda istihar eder. Söyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. Islâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en senî' seylere kadar nakledilir, meshur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'in bir-iki fikrasindan baska nakledilmemis. O Müseylime'de çendan belâgat varmis. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-i Kur'ana nisbet edildigi için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmistir. Iste Kur'anin belâgatindaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, is böyle oluyor.
Ikinci Sûret: Belâgatindaki i'câz-i Kur'anînin hikmetini Bes Nokta'da Beyân edecegiz.
Birinci Nokta: Kur'anin nazminda bir cezâlet-i hârika var. O nazimdaki cezâlet ve metâneti, « Isarat-ül I'caz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmini tekmil eden ne ise, Kur'an-i Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtindaki nazim ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karsi münasebatindaki intizâmi öyle bir tarzda « Isarât-ül I'cazda âhirine kadar Beyân edilmistir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazimdaki cezâlet-i hârikayi bu Sûrette görebilir. Yalniz bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atindaki nazmi göstermek için zikredecegiz.
Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabi dehsetli göstermek için en azinin siddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakip ona kuvvet verecek. Iste لَئِنْ lâfzi, teskiktir. Sek, killete bakar. مَسَّ lâfzi, azicik dokunmak-
sh: » (S: 387)
tir. Yine killeti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzi maddesi, bir kokucuk olup killeti ifade ettigi gibi, sîgasi bire delâlet eder. Masdar-i merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, killeti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzi, teb'îz içindir, bir parça demektir. Killeti ifâde eder. عَذَابِ lâfzi; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadir ki, killete isâret eder. رَبِّكَ lâfzi; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine sefkati ihsas etmekle killeti isaret ediyor. Iste bu kadar killetteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-i Ilahî ne kadar dehsetli olur kiyas edebilirsiniz diye ifade eder. Iste su cümlede küçük heyetler nasil birbirine bakip yardim eder. Maksâd-i küllîyi, herbiri kendi lisaniyla takviye eder. Su misâl bir derece lafz ve maksada bakar.
Ikinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Su cümlenin hey'âti, sadakanin serait-i kabûlünün besine isaret eder.
Birinci Sart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzindaki مِنْ -i teb'îz ile o sarti ifade eder.Ikinci Sart: Ali'den alip Veli'ye vermek degil, belki kendi malindan vermektir. Su sarti رَزَقْنَاهُمْ lafzi ifade ediyor. "Size rizik olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Sart: Minnet etmemektir. Su sarta رَزَقْنَا daki
sh: » (S: 388)
نَا lafzi isaret eder. Yâni "Ben size rizki veriyorum. Benim malimdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Sart: Öyle adama veresin ki, nafakasina sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Su sarta يُنْفِقُونَ lâfzi isaret ediyor.Besinci Sart: Allah namina vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namimla vermelisiniz." Su sartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasil mal ile olur. Ilim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. Iste su aksâma مِمَّا lâfzindaki مَا umumiyetiyle isaret ediyor. Hem su cümle de bizzât isaret ediyor. Çünki mutlaktir, umumu ifade eder. Iste sadakayi ifade eden su kisacik cümlede, bes sart ile beraber genis bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. Iste heyette böyle pek çok nazimlar var. Kelimâtin dahi birbirine karsi, aynen genis böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmlarin da, meselâ: قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ de alti cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Alti mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber sirkin alti enva'ini reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsi var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i Ihlâs'ta otuz Sûre-i Ihlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardir. Meselâ:
قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌsh: » (S: 389)
Hem:
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُHem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kiyas et...
Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Su dört cümlenin herbirisinin iki mânâsi var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diger mânâ ile onlara neticedir. Onalti münasebet hatlarindan bir naks-i nazmî-i i'câzî hasil olur. « Isârât-ül I'câz» da öyle bir tarzda Beyân edilmis ki, bir naks-i nazmî-i i'câzî teskil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildigi gibi, güya ekser âyât-i Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtin herbirisine bakar bir gözü ve nâzir bir yüzü vardir ki, onlara münasebatin hutût-u mâneviyesini uzatiyor. Birer naks-i i'câzî nescediyor. Iste « Isârât-ül I'câz» bastan asagiya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi serhetmistir.
Ikinci Nokta: Mânâsindaki belâgat-i hârikadir. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan su misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-i mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-i câhiliyette, sahra-yi bedeviyette farzet ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda perde-i cümûd-u tabiata sarilmis oldugu bir anda Kur'anin lisan-i semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri isit,
sh: » (S: 390)
bak! Nasilki, o ölmüs veya yatmis olan mevcûdât-i âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasiyla isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyâr oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlik gökyüzünde birer câmid atespare olan yildizlar ve yerde perisan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasiyla ve nuruyla isitenin nazarinda gökyüzü bir agiz, bütün yildizlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir bas ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-fesan Sûretinde arz-i dîdar eder. Meselâ: Onbesinci Söz'de isbat edilen su misâle bak:
يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِâyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde magrur ve mütemerrid ve za'f ve fakri içinde serkes ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çikiniz! Nasil cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanin emirlerine karsi gelirsiniz; yildizlar, aylar, günesler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tugyaninizla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karsi mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza seytanlariniz dayanabilseler, onlari dag gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfraninizla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, degil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-i muhal olarak dag ve Arz büyüklügünde birer adüvv-ü kâfir olsaydiniz, Arz ve dag büyüklügünde yildizlari, atesli demirleri size atabilirler, sizi dagitirlar. Hem öyle bir kanunu kiriyorsunuz ki, onunla öyleler baglidir, eger lüzum olsa Arzinizi yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yildizlari üstünüze Allah'in izniyle yagdirabilirler. Daha sâir
sh: » (S: 391)
âyâtin mânâlarindaki kuvvet ve belâgâti ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kiyas et.
Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadir. Evet Kur'anin üslûblari hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir seyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemis. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasil gelmis, öyle o üslûblar taravetini, gençligini, garabetini daima muhafaza etmis ve ediyor. Ezcümle, bir kisim Sûrelerin baslarinda sifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, bes-alti lem'a-i i'câzi tâzammun ettigini "Isârât-ül I'câz"da yazmisiz. Ezcümle: Sûrelerin basinda mezkûr olan huruf, hurufatin aksâm-i mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, sedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-i kesîresinden herbir kismindan nisfini almistir. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nisf-i ekser, sakilinden nisf-i ekall olarak bütün aksamini tansif etmistir. Su mütedâhil ve birbiri içindeki kisimlari ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalniz gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil oldugu halde, o yolda, o genis mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beserin isi olamaz. Tesadüf hiç karisamaz. Iste bir sifre-i Ilahiyye olan Sûrelerin baslarindaki huruf, bunun gibi daha bes-alti lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-i huruf ülemâsiyla evliyânin muhakkikleri su mukattaattan çok esrar istihrac etmisler ve öyle hakaik bulmuslar ki, onlarca su mukattaat kendi basiyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onlarin esrarina ehil olmadigimiz, hem umum göz görecek derecede isbat edemedigimiz için o kapiyi açamayiz. Yalniz "Isârât-ül I'câz"da sunlara dair Beyân olunan bes-alti lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Simdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer isaret edecegiz. Meselâ:
Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, hasri, Cennet vesss Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, su dünyadaki ef'âl-i Ilahiyyeyi, âsâr-i Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Su sûredeki üslûbun îzahi uzun oldugundan yalniz bir-iki noktasina isaret ederiz. Söyle ki:
sh: » (S: 392)
Su Sûrenin basinda Kiyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmis bir besik; daglari hânenize ve hayatiniza defineli direk, hazineli kazik; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-i rahatiniza örtü; gündüzü meydân-i maiset; Günes'i isik verici, isindirici bir lâmba; bulutlari âb-i hayat çesmesi gibi ondan suyu akittim. Basit bir sudan bütün erzâkinizi tasiyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif esyayi kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kiyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize agir gelemez." Iste bundan sonra kiyamette daglarin dagilmasi, semâvâtin parçalanmasi, Cehennem'in hâzirlanmasi ve Cennet ehline bag ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarina isaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dag ve zeminde su isleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer isleri yapar." Demek sûrenin basindaki "dag", kiyametteki daglarin haline bakar ve bag ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve baga bakar. Iste sâir noktalari buna kiyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beserdeki Suunat-i Ilahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranindaki tecelliyat-i Ilahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-i Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, hasir ve nesr-i dünyeviyedeki icraat-i Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akillarini teshir eder. Parlak ve ulvî genis üslûbu, az dikkat ile göründügü için simdilik o hazineyi açmayacagiz.
Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-i Hakk'in emrine karsi derece-i inkiyad ve itaatlerini söyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasil bir kumandan-i âzam, mücahede ve manevra ve ahz-i asker sûbeleri gibi mücahedeye lâzim isler için iki daireyi teskil edip açmis. O mücahede, o muamele isi bittikten sonra o iki daireyi baska islerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-i âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisaniyla veya nut-
sh: » (S: 393)
ka gelip kendi lisaniyla der ki: "Ey kumandanim bir parça mühlet ver ki, eski islerin ufak tefeklerini,pirti-mirtilarini temizleyip disari atayim, sonra tesrif ediniz. Iste atip senin emrine hâzir duruyoruz. Buyurun ne yaparsaniz yapiniz. Senin emrine münkâdiz. Senin yaptigin isler bütün hak, güzel, maslahattir." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açilmistir. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait esyayi emr-i Ilahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkimiz sana itaattir. Her yaptigin sey de haktir." Iste, cümlelerindeki üslûbun hasmetine bak, dikkat et.