Vahyin aydınlığından ve ilahi bilinçten yoksun olup ona karşı bir bilim anlayışına sahip olanlar, ufukları, duyu organlarının gücü ile sınırlı olduğu için, her şeyi somut gerekçelere dayandırmaya çalışırlar. Bu şekilde açıklayamadıkları ama inkar da edemedikleri pek çok gerçeğe kendilerince bir takım isimler vererek meseleyi hallettiklerini zannederler. Kendilerini de kandırıp kandırmadıklarını bilmiyorum ama bir kısım kimseler üzerinde başarılı oldukları kesin.
“İçgüdü” bu kavramlardan biri.
Peki nedir içgüdü? Materyalist “bilim” anlayışına göre ispatlanabilir bir şey midir? Varlığı duyu organları ile anlaşılabilir mi? Görülür mü, duyulur mu, dokunulur mu, yenir mi, içilir mi?
Okulun 3.katındaki penceresinden dışarı bakıyorum. Çam, akasya ve dut ağaçlarının boyları bulunduğum yere kadar ulaşıyor. Saat 10.00 suları. Güneş daha bu tarafa dönmemiş. Hava nispeten serin. Rüzgar arada bir şiddetle esiyor. Kendimi son derece dinç ve dingin hissediyorum. Toza toprağa aldırmadan pencerenin pervazına abanıp bu güzelliklerden istifade etmeye çalışıyorum.
Birden çam ağacının dalları arasındaki yuvasına tünemiş bir yusufçuk kuşu ilişti gözlerime. Ancak iki metre kadar uzakta. Beni gördüğü kesin ama tınmıyor. Israrla seyretmeye başladım.
Oldum olası pek severim bu kuşu. Biz “yusuf(p)tutan” derdik eskiden. Hep bir acıma hissi uyandırır bende. Rahmetli annem onların sürekli olarak “Yusuf’u tuttular, kuyuya attılar” diye öttüğünü söylerdi. İnanırdım o zamanlar. Bugün bile ötüşleri o sözleri getirir aklıma. Geçmişte halk arasında bir çeşit kutsallık atfedilirdi bu kuşlara. Şimdi de öyle midir bilmiyorum. Yuvasını bozmak, zarar vermek, hele hele vurmak, etini yemek günah sayılırdı. Hatırlıyorum da, serçe avlamak için olmadık yollara başvuran yaramaz çocuklar bile karışmazlardı bu mazlum görünüşlü, ağır başlı kuşlara. Belki de bu yüzden onlar da insanlardan fazla kaçmazlardı.
Seyretmekte olduğum yusufçuk, yuvasını iki dalın çatalına yapmış, çalı çırpıdan seyrek dokunmuş basit bir yuva. Muhtemelen altında yumurtaları var. Hiç kalkmıyor. Sadece rüzgar esip de ağacın dallarını salladığı zaman vücuduna en uygun pozisyonu verip oturmaya devam ediyor. Yumurtalarının soğumaması için, olgunlaşması ve zamanı geldiğinde içinden yavrularının çıkabilmesi için kalkmaması gerekiyor. Ne açlık, ne rüzgar, ne güneş, ne tehlike onu yerinden kaldırmaya yetmiyor. Ta ki eşi gelip görevi devralıncaya kadar beklemeye devam edecek.
Peki ona bunu yaptıran saik nedir? Hayatını tehlikeye atmak pahasına direnmesi neden?
İnanmayanlar “içgüdü” deyip geçecekler. Ama ben öyle deyip geçmiyorum işte. Düşünüyorum, tefekkür ediyorum. Bu kuşa kim öğretti yuva yapmayı? Yumurtaların içinde ne olduğunu nerden biliyor? Nerden biliyor onların sıcak tutulması gerektiğini? Kaç gün sonra içinden civciv çıkacağını kimden öğrendi? Henüz görmediği yavrularını korumak için gösterdiği bu şefkatin kaynağı nedir? Hangi güç, hayatını tehlikeye atmak pahasına, ona bu fedakarlığı yaptırıyor? Ve şu anda cansız olan yumurtanın içindeki saydam ve sarı sıvı, nasıl oluyor da bir süre sonra gören, duyan, acıkan, annesini babasını tanıyan bir canlıya dönüşüyor?
Allah’tan başka nasıl izah edilebilir bütün bunlar?
Gel de inanma, gel de boyun eğme, bu, iki kere ikinin dört ettiğinden daha kesin gerçeğe...
Konuyu, bu hafta sonu bir gazetede okuduğum ve çok hoşuma giden bir fıkra ile bitirmek istiyorum:
Materyalistin biri “ben de insan yaratabilirim” diye iddia etmiş. “Nasıl yapacaksın” diye sormuşlar. “Önce yerden biraz toprak alırım ve...” deyince gaipten bir ses gelivermiş:
“-Önce kendi toprağını yarat, ondan sonra!...”

Mehmet SARMIŞ