Aşk’taki “vav”, “vav”daki aşk…
Bazen insanın “secde” halidir “vav”, bazen bir ceninin anne karnındaki duruşudur. Anne karnında “vav” şeklinde oluşan insan, doğduğunda “elif”e dönüşür. Kulluğunu idrak edip “şükür” secdesine vardığında tekrar “vav” şeklini alır. Mezarda yine “elif”tir. Onun için “vav” deyip geçmeyin, “hat” deyip geçmeyin, “sanat” deyip geçmeyin. “Sanat”ın “vav” hali ile “vav”ın “aşk” halini çözmeye çalışın!
Öğrendiğime göre Türkiye'de altı saatte bir cami inşa ediliyormuş…
Bu kadar sık cami inşa eden bir ülkenin, hâlâ da eski anıtsal camileri taklit etmesi, teknolojik ve meslekî bunca gelişmeye ve değişmeye rağmen modern bir cami mimarisi oluşturamaması bana çok acınası geliyor…
Yapılan camilerin neredeyse tümü ya Süleymaniye’nin yahut Sultanahmet Camii’nin minyatür kopyaları… Arkalarında Sinan gibi bir estetik/matematik deha bulunmadığı için de uyumsuz ve uygunsuzdurlar…
Baktıkça bakma isteği yerine, insanda kaçma isteği uyandırıyorlar!
Süleymaniye’ye bir de bu gözle bakar mısınız lütfen? Zaten, şairin yüreğine (Yahya Kemal) “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” gibi muhteşem bir şiir ilham eden eserin, bizatihi kendisinin “şiir gibi” olması gerekir…
Süleymaniye “şiir gibi” bir camidir: Bu muhteşem şiirin şairi ise Mimar Koca Sinan’dır.
Şairin şiiri: Süleymaniye
Önce revaklardaki direkler arasında somutlaşan matematiksel hesaplar karşılıyor insanı… Duvarlardaki girinti çıkıntılarda emsalsiz birer tabloya dönüşmüş işlemelerin Batı resmine taş çıkarttığını fark ettiğinizde, anlıyorsunuz ki, duvarları tablolarla süslemek Batı'nın, duvarı tabloya dönüştürmek ise bizim estetik anlayışımızın ürünüdür.
Ecdat duvarları tabloya dönüştürürken, zaman ve mekândan bağımsızlaştırmış, inancının gereği olan "ebediyet sırrı" ile bütünleyip sonsuza armağan etmiştir.
O tabloyu duvardan asla indiremezsiniz. O tablonun yerini asla değiştiremezsiniz. Başka bir yere asla taşıyamazsınız…
Çünkü bulunduğu yer, olması gereken yerdir ve ancak bulunduğu yerde muhteşemdir. Onlardan birini yerinden almak, tüm mabedi hâk ile yeksan etmek anlamını taşır. Eski camilerimiz böylesine bir bütünsellik içerir; mermeri sanatla, sanatı hayatla buluşturur.
Daha avluda şaşırıp büyülenmeye başlarsınız.
O şaşkınlık ve hayranlık deminde kapıya ve pencerelere bakın. Pencerelerle duvarların büyüleyici uyumunu, kündekârî kapının kubbelere yükselişini, kudret eliyle serpiştirilmiş hissini veren “çil çil kubbe”lerin yer yer minareleşip gözü hiç rahatsız etmeden sonsuzluğa ulaşımını izlersiniz…
Sonra, Yahya Kemal’in şiirinin içine girer gibi, camiye girer, kürsünün mihrapla, mihrabın minberle, hem birbirinden bu kadar farklı ve bağımsız, hem birbirine bu kadar yakın, böylesine iç içe nasıl olabildiklerini düşünürsünüz…
Kubbelerdeki sadelikle duvarlardaki renk cümbüşünün zıt gibi duran karakterlerinde Sinan'ın ruh halini çözmeye çalışırsınız. İmkânsıza âşık (Hürrem’le Kanuni'nin sevgili kızları Mihrimah Sultan'a) olan deha, burada da "imkânsız"ı denemiş ve gerçek hayatta yapamadığını yapıp "zıtların estetik uyumu"nu yakalamıştır!
Sevdiği kızın adı “Mihr ü Mah”tır. Mihr ü Mah, Farsça’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir; Sinan güneş ve ay kadar muhteşem, ama yine onlar kadar kendisine uzak aşkını zamanın sırrına sarıp Süleymaniye’nin varlığında bir yandan abideleştirirken, bir yandan da ebedileştirmiştir.
Süleymaniye’yi seyrederken, insan, hem aşka saygı duyuyor, hem de aşkını mabede dönüştürüp mübarekleştiren Sinan’a…
Mabede yansıyan aşk
O tarihte 50 yaşında olan Koca Sinan (Mihrimah Sultan ise henüz 17 yaşındadır ve evlendirilmek üzeredir), sevdiği kıza kavuşamamıştır, ama o aşkın derin ve etkileyici ilhamıyla, insanı kendine âşık eden nice mabet inşa etmiştir.
Her anıt eserin temelinde böyle bir aşk saklı olsa gerektir.
Kim bilir belki de artık eski aşklar kalmadığı için, etkileyici “anıt eserler” inşa edilemiyor!
Aslında Sinan’ın aşkı herkesin aşkından farklıdır. Aşkı “farklı” olanın eserleri de “farklı” olur. Nitekim her camide farklı bir üslup denemiş, her denemesiyle “imkânsız”a biraz daha yaklaşmıştır.
“Ve mine’l-aşk!”
Sinan’ın aşkı sonsuz olduğu kadar sonuçsuz, imkânsız olduğu kadar ihtiyarsızdır: O kadar ihtiyarsızdır ki, padişah adına olduğu için ister istemez “erkeksi” bir hava verdiği Süleymaniye Camii, içindeki duyguları yansıtmaya yetmemiş, 1548’de Üsküdar’da yaptığı Mihrimah Sultan Camii’ne, mimarlık tarihinde ilk kez “kadınsı” bir hava vererek, Mihrimah Sultan’a benzetmiştir: Caminin siluetini etek giymiş bir kadına (tabii o kadın Mihrimah Sultan’dır) benzetmiştir.
Buna rağmen Sinan’ın hâlâ söyleyecekleri vardır: Son sözünü yine Mihrimah Sultan adına Edirnekapı’da yüksek bir tepenin üstüne diktiği camide söyler…
Cami için seçtiği yer, o zamanın İstanbul’unda son derece ıssız bir tepedir. Sinan, caminin yalnızlığında, yaşlandıkça büyüyen yalnızlığını anlatmak ister gibidir.
Cami kapsama alanı olarak küçüktür (sadece 38 metre). Mihrimah Sultan da öyle değil midir?
Cami küçüktür, ama Sultan’ın sade ve asil güzelliğini yansıtacak kadar da estetiktir. Tek kubbesinin üzerindeki 161 pencere (o tarihe kadar bu açıklıkta ve bu kalınlıkta bir kubbeye 161 pencere koymayı hiçbir mimar başaramamıştır) sevdiği kızın iç dünyasının aynasıdır: Berrak, ferah, temiz ve aydınlık...
Günün her saatinde pencerelerden giren huzmeler caminin ortasında buluşup sarmaş dolaş olurlar. Güneşin durumuna güre yansıyan huzmelerin kıyamdan rükûya, rükûdan secdeye varışları enfes bir görüntü oluşturur. Işık huzmelerinin namazı, aynı zamanda camiye “kadınsı” bir eda katar.
Rivayete göre, cami içindeki pandantiflerde ve minare kenarlarındaki uzun işlemelerde de Mihrimah Sultan’ın ayak topuklarına kadar uzanan saçları tasvir edilmiştir.
Yine rivayete göre, saltanat ailesinden gelmesi sebebiyle, Mihrimah Sultan Camii’ni çift minareli yapabilecekken, tek minareli yapması, 17 yaşında, Rüstem Paşa (meşhur Kehle-i İkbal Rüstem Paşa) ile evlendirilen kızın yalnızlığını simgeler. Bu aynı zamanda mimarın da yalnızlığıdır.
Sonsuzluğa uzanan aşk
Aşk insana neler de ilham ediyor! Yine de bu caminin en belirgin özelliği bulunduğu yerdir: Yeri itibariyle emsalsizdir. Sinan’ın bu ıssız tepeyi büyük bir özenle seçtiği anlaşılmaktadır.
Bilirsiniz, her 21 Mart akşamı gece ve gündüz eşitlenir (Padişah kızı ile aralarındaki eşitsizliği protesto olarak da düşünülebilir), hem de güneş batmadan ay doğar.
Şimdi, Sinan’ın 50’sinden sonra âşık olduğu kızın isminin “Mihr ü Mah” olduğunu ve bunun Farsça’da “Güneş ve Ay” anlamına geldiğini unutmadan hayal edin…
Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nin iki minaresinin arasından ay doğuyor!
Ya Rabbi! Bu nasıl bir aşk, nasıl bir matematik deha, nasıl bir estetik anlayış, sonsuzla nasıl bir buluşmadır?
Bir kez daha anlıyorsunuz ki, ancak hayata sanat katabilen, estetik algısı yüksek milletler, orijinali yakalayabilir ve sonsuza ulaşabilir.
Sanat “sonsuz”un ve “aşk”ın adıdır.
Ve aşkın “vav” hali
Genceciktim, bilmiyordum. Bilmediğim için, geçim darlığından yakınan yaşlı hattata “Başka iş yapsanız, şimdi kazandığınızın çok daha fazlasını kazanabilirdiniz” deyivermiştim.
Acıyarak, biraz da galiba aşağılayarak yüzüme baktıktan sonra, derin gözlerini önündeki “besmele”ye çevirmiş, birkaç kez iç çekmiş ve henüz duyabileceğim bir sesle sanki bana değil, yazmaya çalıştığı “eser”e kendi gerçeğini fısıldamıştı: “Ben bu işe âşığım.”
İşte o zaman anladım, “Aşk olmadan meşk olmaz” sözünün özünü (yazı veya müzikte alışma/öğrenme için yapılan çalışmaya “meşk” dendiğini biliyorsunuz).
O gün Hattat Hamid Hoca’nın ağzından çıkan bu mırıltı tüm hayatımı etkiledi: Zaman içinde fark ettim ki, bugün de hayranlık ve şaşkınlıkla seyrettiğimiz eski camilerin, çeşmelerin, türbelerin, köprülerin, resimlerin, heykellerin, katedrallerin, kısacası tüm “anıtsal eser”lerin içinde derin bir “aşk” saklıdır. Bu durum yürek tellerimize dokunan şarkılar, şiirler, romanlar ve hikâyeler için de aynen geçerlidir.
Mimar Koca Sinan, eserlerine (özellikle Şehzade, Süleymaniye ve Mihrimah Sultan camilerine) Mihrimah Sultan’a duyduğu platonik aşkın meydana getirdiği yürek tellerini katmasaydı, eserleri bu kadar muhteşem olmazdı.
Fark edin: Kanuni’nin vakitsiz ölen oğlu Şehzade Mehmed adına inşa ettirdiği Şehzade Camii’nde insanı önce titrek bir hüzün karşılar. Bu hüzün padişahın oğlunun ölümüyle düştüğü hüznün “eser”e yansımasıdır…
Süleymaniye’de iç içe giren haşmet ve azamet, çağlar ötesine, eski Osmanlı’nın kudret içinde adaletini taşır.
Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii, hanım sultanın siluetini resmederken, Edirnekapı’da aynı ismi taşıyan cami, aşkın “vecd” haline dönüştüğü anın hikâyesini anlatır.
Buhûrizâde Mustafa Itri Efendi’yi meşhur “segâh tekbir”inde, Süleyman Çelebi’yi “mevlid”inde, Yazıcızade Muhammed Efendi’yi “Muhammediye” adlı muhteşem eserinde zirveye ulaştıran şey yine “aşk”tır: Allah ve Peygamber’e karşı hissettikleri “aşk”…
Eski “eser”lere bakarken, bunu hissetmemek imkânsız gibidir… Bu hissi yakalayamayanlar açısından “eser” anlamını yitirir. Sıradanlaşır. Mabet “bina”ya, şiir “yazı”ya, hat “koreografi”ye, resim “çerçeve”ye, ebru “boya”ya dönüşür…
Oysa ebru, “suyun ruhunu kâğıda emzirmek”, mabet, bağımsız taşlara nefes katmakla yapılır. Kelimeleri yürekte damıtıp aşkla kundaklayabilirseniz şiir yazabilirsiniz…
Resim ise, insanın iç dünyasındaki renk skalasını tuvale en uyumlu biçimde emdirmesidir.
Kayık fiyatına “vav”
Ya hat sanatı! Hat, kıvrak harflerin sessiz raksıdır! Kimi kısrak başı gibi uzanır kenardan, kimi kartal gibi dikilir azametle, kimi zinde bir dinginlik içinde sarılır diğerine, kimi isyankâr bir hamle ile en umulmadık yerden fışkırır.
Öylesine şaşırtıcı ve etkileyici bir bütünlük ki, Hattat Hafız Osman Efendi’nın kayıkçıya özenle çizdiği “vav”ı ters çevirerek, Sinan’ın Süleymaniye’sine kubbe yapabilirsiniz.
Meşhur hattatlarımızdan Hafız Osman Efendi, bir gün Beşiktaş’tan Üsküdar’a dolmuş yapan bir kayığa binmişti…
Kayık Üsküdar iskelesine yaklaşınca, müşteriler paralarını çıkarıp vermeye başladılar. Fakat Hafız Osman Efendi’nin üstünde tek kuruş yoktu. Bir zaman ceplerini karıştırıp durdu. Sandalcı küçümseyerek onu izliyordu: “Paran yok mu?” diye sordu.
Düştüğü bu acınası durumdan bir an önce kurtulmak isteyen hattatın aklına bir fikir geldi:
“Param yok” dedi, “Ama ben tanınmış bir hattatım. Sana bir ‘vav’ yazıversem, sen de onu yol ücreti olarak kabul etsen olmaz mı?”
Sandalcı acıdı koca hattatın haline, daha fazla ezilip büzülmesini içi götürmedi “Hadi yaz” deyiverdi. Hafız Osman Efendi, çıkardı kâğıdı-kalemi, özenle bir “vav” çizdi sandalcıya: “İstersen evinin duvarına asarsın, istersen gidip bedestende satarsın. Hadi bana eyvallah!”
Sandalcı bir zaman sonra döndü Kayıkçılar Kıraathanesi’ne. Başından geçenleri bir bir anlattı meslektaşlarına. Ardından çıkarıp yolcusunun çizdiği “vav”ı gösterdi: “Aha da bu!”
Anlatılanlara kenardan kulak misafiri olan iyi giyimli birinin, sandalcının elindeki “vav”ı görmesiyle yerinden fırlaması bir oldu: “Hafız Osman vav’ı!” diye mırıldanarak âdeta sandalcının üstüne atıldı: “Bana satar mısın?”
İyi giyimli adamın heyecanına bir anlam veremeyen sandalcı, neredeyse bir kayık fiyatına “vav”ı sattı… İştahı da kabardı tabii. Her gün kayığının başına geçip bağırmaya başladı:
“Bir vav’a Üsküdar! Bir vav’a Üsküdar!”
Nihayet denk geldi, bir gün Hafız Osman Efendi yine aynı sandala bindi. Ama bu kez parası vardı. Yol parasını çıkarıp vermek üzereyken, “vav”ın tadını almış olan sandalcı mani oldu: “Aman Hocam, para istemez. Bir vav yazıverin yeter!”
Hafız Osman Efendi gülümsedi: “O vav her zaman yazılmaz evlât!”
“Vav” deyip geçmeyin!
Bazen insanın “secde” halidir “vav”, bazen bir ceninin anne karnındaki duruşudur…
Anne karnında “vav” şeklinde oluşan insan, doğduğunda “elif”e dönüşür. Kulluğunu idrak edip “şükür” secdesine vardığında tekrar “vav” şeklini alır.
Mezarda yine “elif”tir…
Kısacası “insan vav ile elif arasında” yaşar.
Aynı zamanda Allah’ın “Vahid” isminin simgesidir “vav”… Ebced hesabında 6 rakamına denktir; bu da imanın 6 şartını temsil eder.
Hadi şimdi gelin “vav” deyip geçin bakalım…
“Hat” deyip geçin, “sanat” deyip geçin!
Bence dostlar, “vav” deyip geçmeyin, “hat” deyip geçmeyin, “sanat” deyip geçmeyin.
“Sanat”ın “vav” hali ile “vav”ın “aşk” halini çözmeye çalışın
Yavuz Bahadıroğlu