EL-AZÎM (C.C.)

“Çok azamet sahibi.”

Bu ism-i şerîf, Allahü Teâlâ'nın azamet ve kudretini ifade ediyor.

Azamet, büyüklük, ululuk demektir.

Gerçek mânâda büyüklük Allah'a mahsustur.

O, bir anda gökleri yere indirmek kudretine mâliktir.

Yerler, gökler, güneşler, aylar, yıldızlar, denizler, ırmaklar O'nun emrine râm olmuştur ve her şey O'nun büyüklüğüne şahittir.

O, İlâh olarak tek ve benzersiz olduğu gibi, kudret ve azametiyle de tekdir. O'nun dengi ve benzeri yoktur.

Büyükler de O'na muhtaçtır, küçükler de... Padişahlar O'nun kapısında gedâ olmayı devlet bilmişlerdir.

İnsanların birbiri aralarında “Şu şöyle büyük, böyle ulu, bir tane” demeleri, kendileri gibi beşer arasında büyük mânâsını taşır.

Yoksa Allahü Teâlâ karşısında bir zerre bile olamaz.

Meselâ: Fatih Sultan İstanbul'u fethedip çağlar açtığı için ona, en büyük padişah gözü ile bakıyo­ruz.

İşte onun bu büyüklüğü bize göredir.

İnsanlar arasında büyük demektir.

Yoksa Allah'a karşı ancak aciz bir kuldur.

Alemde ardı arkası kesilmeden akıp duran hadiselere can gözü ile nazar ettiğimizde Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve saltanatını daha güzel anlarız.

Âleme çiçekler dolu bir ba­harı Allahü Teâlâ'dan başka kim hediye edebilir?

Kaya­ların ciğerinden ırmakları kim çağlatabilir?

Kim bir damla suya peri gibi güzellik vermeye kadirdir?

Kim, bir kabuktan ibaret olan yumurtanın içinde, kup­kuru bir şeyde civcivlere hayat bahşeder?

İşte bütün bun­lar Yüce Allah'ın büyüklüğünün birer tecellîsidir.

Kafası olup da aklı olmayan nice insanlar vardır ki kâinatı tabiat sopası zanneder.

Bir sopa bile kendiliğinden meydana gelemeyeceğine göre, bu muazzam gökler, bir ışık çağlayanı olan güneş nasıl tesadüfün eseri olur?

İnsanda kafanın büyüklüğü bir şey değildir, o kafanın içinde akıl olmalıdır.

Kabak da büyüktür, ama içinde be­yin yoktur.

Şimdi şu mısralar yerinde olur:

O, bir şeye “Ol!” desin; herbir şey başkalaşır

Canlı cansız her varlık, O'nun mührünü taşır!

Ceylân, arı, kuş, böcek, keklik, güvercin, serçe, şahin hep O'nun çemeninde yaylamakta, insan O'nun mülkünde mekân tutmakta.

Yaşayanlar, O'nun fazl u keremiyle ömür zincirini sürüklemekte.

Ölenler O'nun emriyle toprağa serilmektedir.

O'nun azamet ve büyüklü­ğünü görmek için insanın kendi yaratılışına bakması kâfi...

Onu da, kendi aklını da inkâr edene ben nasıl adam derim ki?..

Ve Kur'an-ı Kerim'in şu mübarek âyeti gönüllere pırıltılı şelâleler halinde akmakta ve rabbinin kudretinden desenler sunmaktadır:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıt(ıb taşıy)an o gemilerde, Allah'ın yukarıdan indirip onunla yeryüzünü, ölümünden sonra, dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yay­masında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) boyun eğmiş rüzgârları ve bulutları evirip çevirmesinde aklı başında) olan bir kavim için nice âyetler (Allah'ın varlığına, birliğine ve kemâl kudretine delâlet eden bir çok alâmetler) vardır.” Bakara: 164

Diller O'nu övmede, kullar O'nu bilmede acizdir.

O, kendisini nasıl övüp sena ediyorsa öyledir.

O'nun kudret ve kemâlinin eteğine hiç kimsenin eli erişemez.

Akıllar ve fehimler onu kemâliyle idrak edemezler.

Bana burada sadece şöyle demek düşüyor:

Bulut, yağmur, dolu, şimşek,
Kar, sana şahid Allah'ım.

Sensin Hâlık, sensin bir tek,
Har, sana şahid Allah'ım!

Melek, hurî, insan, cin hep,
Ceylân, arı, keklik, akrep,

İnkâra yok ki bir sebep,
Mâr, sana şahid Allah'ım!

Sen var ettin, çifti, teki,
İmkânsızdır, inkâr ne ki?

Yumurtanın içindeki,
Zar, sana şahid Allah'ım!

Güneş, ay, yıldız, hava, su,
Bülbül sesi, gül kokusu,

Bütün âlemler dolusu,
Nar, sana şahid Allah'ım!..