Nefs-i Mardıyye Nefs-i Mardıyye
Allah (c.c) ile kul arasında karşılıklı rızânın bulunduğu, Allâh'ın (c.c) râzı, kulun da râzı edilmiş bulunduğu makamdır. Bir başka deyişle, Allah Teâlâ'nın kendisinden râzı olduğu nefs, ef'al'den kurtulup, tecellî-i esmâ-i Hakk'dan bir cezbe ile ayne'l yakîn müşâhede eden nefsin tavrı demektir. Allah'tan (c.c) tam bir haşyetle korkanlara, ilâhî bir müjde olarak zuhûr eden,
"Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbinden kesin bir haşyet sâhibi olanlara mahsustur" hitâbının mazharıdırlar.
Adını bu âyet-i kerîmeden alan, ahfâ noktasında makam tutan, Allâh'ın (c.c) ahlâkı ile donanmış, terk-i beşeriyyet (Allah Teâlâ'dan gayrıyı terk), talattuf alâ halkillâh (Allâh'ın mahlûkuna lütf ile muâmele), takarrub ilâllah (Hakk'a kurbiyyet), tefekkür fillah (Cenâb-ı Hakk'ın masnûâtını, eşsiz san'atını tefekkür), safâ fî nûrillah (Allâh'ın taksimine rıza), likâ bizâtillâh (Mârifetullâh'ın kesbi), vasıflarını taşıyan, kâmilin zikri"Yâ Kayyûm"; Seyri, es Seyr anillah; hâli temkin ve hayret; âlemi de âlem-i şehâdettir.
Nefsin bu altıncı makâmında sâlik, Allah (c.c) ve Resûlünün (a.s.v) yüce ahlâkı ile hem-hâl olduğu için, halk ile Hâlık'ın muhabbetini bir arada cem edebilir, birleştirebilir. Bütün yaratıklara "afv-ı zünûb, setr-i kabâhat, hüsn-i zan, şefkat ve merhamet" dolu nazarlarla bakarlar. Yâni, kimsede kusur aramaz, ayıpları ortaya dökmez, insanları zemmetmez, rıfk ile muâmele ederler. Kalblerden geçenlere muttali oldukları halde, karşılarında bulunan kişilerin vesvese dolu gönüllerinden geçenleri bildikleri halde, yine de onlara arada hiç bir şey yokmuş, hiç bir şeyi bilmiyormuş gibi muâmele ederler.
Zâhiren, insanların avâmından fark olunmazlar, ama bâtın bakımından toprağı altın yapan kimya maddesi gibi eşi bulunmaz hassu'l hasdırlar. Kendilerine bahşedilen keşif ve kerâmetlere takılıp kalmadan, "huzûr fillah"da, isim, sıfat ve fiil tecellîlerine mazhar olurlar. Meclislerinde bulunanlara mânevi tutum, davranış ve kabiliyetlerine göre, en müessir nasihat ve telkinlerde bulunurlar. işte bu makam "hilâfet-i kübrâ" makâmıdır. İkinci urûcu tamamlayanların, ikinci nüzûl ile, halkı irşâd için izinle indirildikleri "es Seyr anillah" mertebesidir. Ehlullah sınıfına dahildirler.
Mardiyye makâmında, küllî mahviyyetin sâlikde melekeleşmesi için elzem olan, kendilerini en az bir sene, varlık imtihanı ile hesâba çekmeleri, eğer böyle bir koku hissederlerse, bunu murâkabe ile sadrlarından söküp atmaları gereklidir. Bu makamda nefs tezkiyesi elde edilmiş oluyor, ancak yine de, varlık muhasebesinden vazgeçilmiyor.
H. Bayezid'in (k.s) otuz dört yıl mücâhededen sonra, yine bir yıl varlık muhâsebesi yaptığı meşhurdur. Nefs-i mardiyye, zâhiren ve bedenen halk, bâtınen ve kalben Hak ile olma sırrına sâhib bahtiyar kulların makâmıdır.
Cüneyd-i Bağdâdi (k.s) buyuruyor: "Diri o kimsedir ki, hayâtı, yaratıcısının hayâtı iledir. Yoksa, hayâtı, şeklinin bekâsı ile olan diri değildir. Kimin bekâsı nefsinin bekâsı ile olursa o, hâyatında ölüdür. Kimin de hayâtı Rabbıyla olursa, onun hayâtının hakîkati ölümdür (Yani, nefsinin imhâsıdır). Çünkü ancak bu sûretle asıl hâyatına kavuşabilir."
Nefs mevzûu çok îtina ve dikkat istiyor. Falancanın nefsi ile değil, kendi nefsimizle mücâhede ilk esas oluyor. Mevzûya ışık tutacak bir sofra açalım Niyâzî Mısrî (k.s) hazretlerinin "Mevâid'ul-İrfan" adlı değerli eserinden. On birinci sofrada buyurur ki:
Bir gün kulların çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhidlerin nâdir olduğunu, âriflerin de (yâni, âriflerden Allâh'a (c.c) yaklaştırılmış olanların) azdan az olduğunu; çoğunluğu fâsıkların, âsîlerin ve kâfirlerin teşkil ettiğini, bana göre bunların Allâh'ın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki "Acaba bu çoğunluğun hâli ne olacak?
Biz iyi biliyoruz ki, Yüce Allah Erhamür râhimîndir" Bunun sırrının Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden, bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatların birinde şöyle yazılmıştı: "Bu, dünyânın sırrıdır", diğerinde de: "Bu, âhiretin sırrıdır."
Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenâsib endamlı, yüzünün nûrundan güneşin utandığı bir genç gördüm. Bana dedi ki; "Sana dünyâ ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşerî elbiseyi ve izâfî varlığı at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak, Yüce Allâh'a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın." Çıkardım ve kapıdan içeri girdim. Bana nûrânî bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki, ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm, bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa göze ve yeteneklere değişti. Günüm, "arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin bir, tek ve Kahhâr olan Allâh'ın huzurunda duracağı gün" oldu. Ve "O'nun zâtından başka her şey helâk olacaktır" âyetinin mânâsı meydana çıktı. Bildim ki, Rabbimin bana giydirdiği elbise, "Hakkânî varlık"tır.
Sonra o hâlimle yaratılmışlara baktım. Gördüm ki, benim zannımda âbid, zâhid, veliyullah olanların çoğu Allah'tan ve O'nun rahmetinden uzaktır. Onunla Allah (c.c) arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi hakkında yâhut insanlar hakkında Allâh'a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden aşağı olana hakaret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır. Halbûki kendisi iyi yaptığını sanıyor. Ve zannımda fâsık, âsi, riyâkâr, sapkın, bid'atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da Allâh'a yakın, Allâh'ın dostu, O'nun sevgilisi gördüm. Bunlar, kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allâh'ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allâh'a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allâh'a yaklaşmışlardı. Gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allâh'a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyyettir.
Aslında yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya. Sonra bana: "Benim velîlerim benim kubbelerimin altındadır. Onları benden başka kimse bilmez" kudsi hadîsinin sırrı açıldı. Allah Teâlâ'nın örtüsüyle gayb kubbelerinin altında gizli olan velîleri kimse bilmez. Bunları, izâfi varlığı atanlar bilirler. Peygamber (a.s.v) Efendimiz buyurmuştur: "Varlığın öyle bir günahtır ki, onunla hiç bir günah mukâyese edilmez." Sonra Hakkânî vücûdu giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkatı Allah Teâlâ'ya yakın gördüm. Gözüm önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü. Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki, onları ifşâ etmek helâl değildir. İşte o vakitten beri o görüş ve o varlık benden hiç gitmedi. Allâh'a hamdolsun.
İşte bu makam, varlık elbisesini atıp, Hakkânî hil'ati giyenlerin makâmıdır. Aslında, mü'min-i muvahhidin bu hil'ati giymesi gerekir ki, bundan öte mertebeler de var şüphesiz.
Ancak, burda bir vâcibi unutmamak lâzımdır. Allah (c.c) için sevmek, Allah için buğz etmek vardır. Seyr-i sülûkta terakki ile, râdiyye, mardiyye menziline vâsıl olan sâlik bilir ki, Allâh'ın mahlûkunu ve insanları sevmek, merhamet nazarıyla bakmak, Allah için buğz etmeye mâni değildir. Zîra küfre, şirke, isyâna, müşriklere ve âsîlere Allah için kızmak vâcibtir.
Yine, sâlikin dikkat edeceği bir husus da, hatâyı kabul etmeyen, kusuru affetmeyen, bir aybı örtmeyen, zerrenin hesâbını soran, azı çoğu kıskanan, acınmak isteyen ama kendisi acımayan, hata ve unutmayı cezalandıran, affetmeyen, koğuculuk ve iftira ile insanları birbirine düşüren, birbirinden uzaklaştıranlardan âzamî sakınması gerekir ki bu hataların çoğunun bir araya gelmesi, dinde ziyandır. Onlardan uzaklaşmak sâlikin seyrine devamı için tercihe şâyandır.
Zîra râzı olsalar yüzden gülerler, kızsalar, içleri kin dolar, zâhirleri elbise, bâtınları düşmanlık giymiştir. Dikkat etmek elzemdir. Halbûki insanlara Allâh'ın (c.c) nûruyla bakmak en güzelidir. Bu durumda, zulmette nûr, zehirde panzehir, düşmanlarda dost, kahırda lütuf ve o kadar çok çeşitli ve zıt aynalar içerisinde bir tek vecih ve bir tek cemâl görünür.
Gazzâli (k.s) "Kâinatta olduğundan daha güzeli yoktur" demiştir. Bir beyitte şöyle dile getirilir:
"Âlemin nakşını hep hayâl gördüm
Ol hayâl içre bir cemâl gördüm.
Heme âlem çü mazhâr-ı Hakk'tır
Ânın çün kamu kemâl gördüm."
İşte bu durumda bütün insanlar, nazarında bir olur. Zâhire değil, mazhara teveccüh etmeli. Nakşa bakmalı ama nakkâşı görmeli. Evet, ayne'l yakîn mertebesinde olan sâlik, buradan bir cezbe ile yedinci makâma yükselip kendisine Hakk'al yakîn hâsıl olur. Bu mertebeye hakk'al yakîn, ahadiyyet, cem'ül-cem ve amâ' mertebesi derler.
Bu makamda iken ona, Hak yoluna mahsus olan makamların en yükseği olan "sûret-i âdemiyye" açılır ki, bu sûretin hakîkati, Hakîkat-i Muhammediyyedir, Latîfe-i rabbâniyyedir, Hüve'nin en büyük sırrıdır.