Sayfa 1/2 12 SonSon
14 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Nefsin mertebeleri

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Nefsin mertebeleri

    NEFSİN MERTEBELERİ
    Nefsin birçok mana ve sıfatları vardır.
    Nefs-i Emmâre:
    Devamlı kötü işleri emreden nefis demektir. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Kötü işleri güzel görür, kalbi devamlı o tarafa çeker.
    Nefs-i Levvâme:
    Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Tövbe ve terbiye ile bir derece uyanan nefis, bu merhalede kendi işlediği kötülükleri önce zevk alıp yapsa da peşinden pişman olur, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Ancak günah önüne gelince, duramaz, yine içine düşer. Sonra tekrar pişman olur.
    Nefs-i Mülhime:
    İlham, feyiz ve keşfe ulaşan ve hayırda kalbe yoldaş olan nefis demektir. Nefis tövbe ile günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulup itaate yönelirse, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır.
    Nefs-i Mutmainne:
    Huzur bulmuş, sakin olmuş, rahatlamış, ıstırabı dinmiş, şek ve şüphesi gitmiş nefis demektir. Bu mertebe, yüce Allah’a dostluk yani velayet mertebesidir. Bu merhalede nefis, kalple birlikte bütün ilâhî emirlere sevgi ile uyar.
    Nefs-i Râdiye:
    Allah’tan razı olan, O’ndan gayri her şeyi gözünden silip atan ve sadece rabbine nazar eden nefis demektir. Bu sıfata ulaşan nefis, kendi iradesini yüce Allah’ın iradesine teslim eder. O’nun için sever, O’nun için kızar; O’nun için yaşar.
    Nefs-i Merdıyye:
    Yüce Allah’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle terbiye olmuştur ki, ne yapsa Allah rızasına uygun olur. Günahları unutur; ilâhî aşk denizinde yüzer; her şeyi ile âleme rahmet olur. Ona keşif ve keramet olarak ne verilse, o Allah rızasında başka bir şeye iltifat etmez. Bu makam büyük velîlerin, ariflerin, kâmil insanların makamıdır.


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Emmâre
    Nefs-i Emmâre
    Nefs-i Emmârenin lugat mânâsı; Kötü ve günah işlerin yapılmasını emreden hayvâni nefstir. İnsanı çirkin şeylere, dünyevî lezzetlere sevkeden tabiî kuvvet yerinde kullanılan bir terimdir.
    Tasavvuf ıstılahında ise; Bedenî kalıbın tabiatında mevcud seyre meyleden lezzet, şehvet ve hislerle hükmeden. Kalbi süflî arzular peşinde sürükleyen, şerlerin kaynağı, kötü ahlâkın menbağıdır.
    Bu özellikleriyle nefs-i emmâre, sâhibini mübâlağa ile tesir altına alarak, dâima yasaklar tarafına yöneltir. Nefs-i emmâre tâbiri, adını Yûsuf sûresi, 53. âyetinden alır:
    "Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum. Muhakkak ki nefs, dâima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefs ola. Çünkü Rabbim gafûr ve râhimdir."
    Necmeddîn Kübrâ (k.s) nefs-i emmâre mevzûunda diyor ki; "İnsâni nefs, kötülüğü âmir bir özellik üzerine yaratılmıştır. Kendi hâli ve tavrı ile başbaşa bırakılırsa şerden başka bir şeye sevketmez. Yasak ve çirkin olan şeylerden başkasını düşünemez. Ancak kuvvetli bir cehd ve gayretle, istek ve arzuları hilafına hareket etmek sûretiyle, Hakk'ın lütûf ve keremi ile, nefsin âmirliği, rûhun emrinde memurluğa, şerirliği hayır işleme arzusuna tebdil edilebilir."
    Bu ifadeden de anlaşılıyor ki, nefs, bedende hissî lezzet ve şehvetlere yön veren, kalbi süflî istekler tarafına çeken, insan vücûdunda madde ile karışarak ona canlılık ve hayâtiyet veren şey demektir.
    Ebû Bekir el-Verrak'a (k.s) göre nefs: Bâzan kâfir, bâzan mürâi, bâzan da münâfıktır. Ebediyyen Hak ile ünsiyet ve ülfete karşı olduğu için kâfir; Zîra, Cenâb-ı Hakk ruhları yaratmayı murâd edip, 'Elest bezminde' "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurduğu zaman, bütün ruhlar 'belâ', 'evet' Sen bizim Rabbimizsin dediler. Ancak, bir kısmı aşk ve iştiyak ile, bir kısmı ister istemez, bir kısmı da istemeyerek, tiksinerek cevap verdiler. İşte bu üçüncü gruptur ki, kâfirlerin ruhlarıdır, deniyor ilgili eserlerde.
    Attığı her adımı, yaptığı her işi gösteriş için yaptığından dolayı müraidir. Çünkü, yapılan şey ne olursa olsun, ibâdât, tâat, hayır, hasenât, az-çok, küçük-büyük, Hakk'a yarar her fiil yalnız Allah rızâsı için yapılır. Bir başkası görsün, takdir etsin, veya teşekkür etsin diye yapılmaz. Böyle düşünülürse işin içine riya girer, gösteriş girer.
    Vâdini yerine getirmediği ve bunu alışkanlık hâline getirdiği için de münâfıktır.
    İnsan bedeninde bulunan, "rûh-i sultâni" dediğimiz ilâhi varlığı, şehvet ve lezzetlerin merkezi olan hayvânî nefsin peşinden giderse, o kişi eğreti ve iğrenç zevklerin esîri olmuş demektir. Ona her türlü iyi hareketler kötü, kötü ve çirkin davranışlar da güzel görünür.
    Biraz dikkat edersek bütün bunları müşâhede edebiliriz. Ancak, tefekkürde istikâmet şarttır.
    Bundan kurtulmak ve ebedî felâha ulaşmak için en güzel usul nedir? Bu işin bir çıkar yolu var ve yollar gösterilmiş, çâreler sunulmuştur. Hani derler ya, her sebebin bir müsebbibi olduğu gibi, her hastalığın da bir çâresi vardır elbet. Çâre? Kurtulmak, ebedî felâha erişebilmek için en kestirme ve emin yol, kâmil bir mürşîde samimi olarak bağlanmak
    "Nefsi hevâ ve hevesinden men etti" hükmü ilâhisi gereğince, istek ve arzularına muhâlefet etmektir. Bir insan allâme-i cihan olabilir, fakülteler bitirmiş, kariyerler yapmış, çok eser okumuş da olabilir. Hatta öyle kimseler vardır ki, ayaklı kütüphane derler. Öyle veya böyle olmuş fazla fark etmiyor. Hele ilmi ile âmil değilse, o ilmin vebâli vardır ve tehlikeleri de büyüktür. En büyük tehlike de, kendisini sâdece dünyâda meşhur eder, gurura, kibire kapılmasına neden olur, mahvolur gider. Nefsin sultasından kurtulmanın çâresi kısaca, bir mürşid-i kâmil'in kapısına varmak, el ve gönül vermektir.
    Meselâ nefsin kusurlarından biri; emeli yakın, eceli uzak görmektir. Oysa ecel hiç de uzak değildir ve bunu her an, her gün yaşıyoruz, görüp duruyoruz. Lâkin bizler aksi bir tutum içerisindeyiz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Âhiret azığı hazırlamak yerine, boş şeylerle heder ediyoruz güzel ömrü. Halbuki, dünyâ da cennet olabilir mü'mine.
    Evet, bizi emeller oyalıyor. Allah (c.c) için ne yaptım? Ne yapabilirim? İstifham dahi yok (istisnaları tenzih ederiz). Bunun tedavisi var mıdır? Hiç şüphesiz vardır. Bunun tedavisi: Israrlı ve içten gelen bir tevbe, emelleri giderecek korku (Allah korkusu), arzuları kısacak ümit, her zaman Allâh'ı (c.c) anma (zikir, ibâdet, tâat) ve nefsi küçük görmektir.
    Nefse izzet vermek değil, nefsi zelil kılmaktır, zincirlemektir. Denilir ki, gönül Hak'tan gaflet ettiği, uzaklaştığı zaman, iblis derhal hâkim olur o kalbe ve iğvâya başlar. Başkalarında kusur aramaktan vazgeçip, kendi noksanımızı bilebilseydik, murâkabe ve muhasebemizi doğru düzgün yapabilseydik, dünyâda görülen çirkinliklerin hemen hiç birisi olmazdı ve hadiste buyrulduğu üzere dünyâ cidden mü'minin cenneti olurdu.
    Görülüyor ki, durum hiç de öyle değil. Allâh'ın (c.c) emirleri, Resûlünün (s.a.v) sünneti bir kenarda unutulmuş, az buçuk emr-i ilâhi ve emr-i peygamberiye ittibâya, yaşama azmi içinde gayret sarfedenlere çirkin tenkidler yapılmakta, tasallutta bulunulmakta, yaftalar yapıştırılmakta, hakaretler yağdırılmaktadır. Bunun vebâli çok büyük olsa gerektir. Öyle dil ile anlatıldığı kadar kolay ve basit değildir.
    "Her nefis ölümü tadacaktır" ebediyyet yoktur. Bir mîzan mutlaka vardır ve "Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günden sakınınız"86 buyrulmuştur. Her hak sâhibi mutlaka hakkını alacaktır. Küçücük, basit gibi görünse dahi, İlâhi adâlet tahakkuk edecektir.
    "Ot, çöp gibi insan çürüyüp mahvolacaksa
    Taşlar gibi bu mezarlar hissiz dolacaksa
    Hâşâ, bir adâlet günü olmazsa ilerde
    İnsan ne diye katlanmalı bir sürü derde?"
    Nefsin bir diğer hatâsı: Halkın hatâlarıyla uğraşıp, kendi eksiklerini unutmasıdır. Eğer nefsi tezkiyeye muvaffak olsa idik, hiç kimseye zarârımız dokunmazdı, kimseden de pek fazla rencide olmazdık.
    Resulü's Sakaleyn (s.a.v) Efendimiz Allah'tan (c.c) aldığını, Allâh'ın ibâdına, en küçük bir eksik bırakmaksızın en mükemmel bir tarzda tebliğ etmiş, yolları göstermiş, reçeteyi vermiştir. Buna rağmen insanlık dalâlette, büyük bir kitle hatâ ve nisyan içinde Hak'tan inhiraf ile doğru yolu şaşırmış durumda.
    Bunun tedâvisi: Nefsin kusurlarını görmek, onları bilmek, kurduğu tuzakların idrâki içinde, onu sefer, halvet ve sohbetlerle meşgul ederek hiç olmazsa başkalarının hatâları ile uğraşmasına fırsat vermemektir. Zîra "Kim müslüman bir kardeşinin kusurunu örterse, Allah'da (c.c) onun kusurunu örter." Onlar ki, hatâları, kusurları görmede gece gibiydiler.
    Burada dikkat edilecek husus şudur: Bu esaslar şahsî, nefsî mes'elelerdedir. Millet memleket mes'elelerinde değil.
    Zîra "Hak hakîkat karşısında susan, sukût eden dilsiz şeytandır"buyrulur. Allâh'ın (c.c) emrine, Resûlün (s.a.v) sünnetine muhâlif bir çok olaylar yaşanıyor, millet kan ağlıyor. Kusur görmemek, hatayı örtmek, burada değildir. Bu durumlarda behemehâl söylemek, ikâz etmek, uyarmak durumundadır, mükelleftir.
    Açık âyetler, kesin emirler var iken, bu Kur'an'da yok! Şunu âyette bulamıyorum. diye kısır aklına ve sınırlı ilmine güvenerek, hele nefsine râm olarak inhiraf edenlerin, milleti de şaşırtmalarına seyirci kalmak aynı hatadır ve vebâl üstüne vebâldir.
    Nefsin bir başka kusûru da, insanlara güzel ve iyi görünmek için, dışını düzeltip, yüce Hakk'ın nazargâhı olan içini, gönül âlemini ihmâl etmesidir. İşte bu en büyük hatâdır. İnsan aynaya baktığında zâhirini, dış yüzünü görür. Halbuki mü'min gönül âyinesini saf hâle getirmeli, cilâlamalıdır. Nazarlarını dâima bâtına, gönüle çevirmek ve nefsi tezkiye etmek durmundadır ki, gönül Hak nazargâhı hâline gelebilsin.
    Zîra, mâmur olmayan hâneye, sultan misafir olmaz. Dış yüz nekadar süslü olursa olsun, gönül tezyin edilmezse, hiç bir kıymeti yoktur. Gönlü bırakıp da, zâhir ile uğraşmanın önüne geçecek bir tedavi usûlü var mıdır? Şüphesiz vardır.
    Tedavisi: Halkın kendisine ancak, Allâh'ın (c.c) nazar ettiği nokta olan kalbine, gönlüne yönelişi kadar izzet, ikram edebileceklerini bilmesi, gönlünün, dışından daha çok ıslâha muhtaç olduğunun idrâki içinde bulunmasıdır. Derler ki, mü'min lütf-u ilâhî ile cennete girince elem duyar, hüzünlenir mi?
    Evet, Cemâl-i İlâhi âşıkları hüzünlenirler. Nedeni de, dünyâda bir nefes Hak'tan gafil olmaktır. Bir anlık gaflete üzülecek, mahzûn ve mahcûb olacaklardır o Hak dostları. Allâh'ın emirlerine Resûlünün (s.a.v) gösterdiği doğrultuda ınkıyâd, halkın o âlemde saadetine vesiledir ve hüsrânı önleyecektir.
    Nefsin bir başka kusûru; Allâh'ın (c.c) garanti altına almış olduğu rızkına fazlaca önem vermesidir. Çoğu insan dâima, ne yiyeceğim, ne giyeceğim, ne kadar kazandım, yarına ne kadar bırakacağım kaygusu, endişesi içindedir. Halbuki böyle bir endişeye mahâl yoktur. Rızkı Allah Teâlâ tekeffül etmiştir. Hiç bir canlı rızkını tüketmeden can vermez. Rızık için endişe yersizdir, kuruntudan öte geçmez. Her canlının rızkı Cenâb-ı Hakk'ın yed'i kudretindedir. O dilerse çok verir, dilerse az verir. Fakat buna rağmen Allah Teâlâ'nın kendisine farz kılmış olduğu, kendisinin yerine bir başkasının yapamayacağı amelleri (ibâdetleri) yerine getirmeye önem vermemesidir.
    Tedavisi: "O Allah ki, sizi yarattı, size yetecek kadar rızık verdi ve sizi besledi" İlâhi hükmünü düşünerek, yaratılışından nasıl şüphe etmiyorsa rızkının geleceğinden de öylece şüphe etmemesidir.
    Şerleri emredici nefs mertebesinde bulunan sâlikin dikkat edeceği hususlar, mürşidinin emrine göre ve edep dâiresinde istiğfar, salât'ü selâm ve ezkâra devamdır.
    Huzûru ilâhîde edeb, deniyor. Önce edeb tavrını takınması lâzım! İnsan Rabb'ın huzûrundan bir an ayrılıyormu ki, zaman zaman yapılsın da bu huzûr, sâir zaman yapılmasın? Her an ve zamanda huzûru ilâhide edep tavrında olması lâzım mü'minin.
    Zîra, "Sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor" İşte bunu başaranlardır ki, nefs-i mutmainneye ulaşabilmişlerdir ve onlar "görüldükleri zaman Allâh'ı (c.c) hatırlatan kimseler" olarak nitelenirler. Ve Rüyâda Resûlullah (a.s.v) Efendimizi görünceye kadar bu usûlleri eksiksiz îfâ ve isteklerine kesin olarak muhâlefete devam ederler.
    Eğer kul, huzûru ilâhide edep tavrında ise, bu sayılanların hepsi onda mevcuttur ve tabiatıyla başarabilir. Ama zaman zaman yapabiliyorsa, yâni meleke hâline gelmemiş, henüz yaşam biçimi olamamışsa nefsin kötülüklerini kendinden bilerek, bunların şerlerinden emin olmak ve bunlardan kurtulmak için şu üç edebe riâyet etmek elzemdir.
    Birincisi mahviyyettir: Mahviyyet, sâlikin kendisini bütün yaratıkların en aşağısı görmesidir. Bu husûsu Şeyh Bahauddin Nakşîbend (k.s); "Bu tarîke azîmet edenler, kendi nefislerini Firavun'un nefsinden yüz derece daha aşağı görmezlerse bu yola giremezler. Girseler de ilerleyemezler" şeklinde ifâde etmiştir.
    İnsan kendisini aşağı görebilir mi? Görebilir, görmelidir, nefse izzet verirse, kendi nefsini aşağı görmezse zâten o, nefsin esiri olmuştur. Efendim ben nefsimi falanca ve filancadan aşağı göremem! Görmek durumundadır. Nefsin terbiye ve eğitiminin yolu budur, buradan geçmektedir.
    Bayezîd-i Bistâmi (k.s) Hz. diyor ki: "Ben ibâdet ve tâatımda kusur ettiğim zaman hayvanlar bana gadap ediyor, öfkeleniyor bunu hissediyorum. Ama ben kendimdeki eksik ve kusurlara bakarak onları mazûr görüyorum".
    Nefsi, Firavun'un nefsinden yüz derece aşağı görmedikçe nefsin terbiyesine başlanmış olmuyor. Nefse isâbet eden hastalık her ne olursa olsun, nefsi aşağı görmek kesin tedavi yöntemleri arasındadır. Mü'min, müşrik, muvahhid, mürâi, münâfık, kim olursa olsun, mâsivta ne varsa hepsi, Allah Teâlâ'nın rahmetine garkolmuş ve hadsiz hesapsız nimetlerine mazhardır. Firavun hakkında dahi şöyle buyrulmuştur.
    Hadisi Kudsîdir: "Eğer Firavun, 'Ben sizin en yüce Rabbinizim' deyip ilâhlık iddiasında bulunmasaydı da bir kere 'Sübhâne Rabbiyel a'la' 'Yüce Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim' deseydi, kendisini affederdim."
    Affı, merhameti son derece bol. Bizim her an O'na isyanımız yükselmekte; O'nun ise bize, sağanak sağanak affı, mağfireti ve rahmeti yağmakta, inmektedir. Zaten O'nun rahmeti olmasa, acaba bir nefes rahat alabilme imkânı olur muydu? İnsanın kalbine gelebilir, o Firavun! Bizimki de öyle olacak değil ya! Her insanın nefsi emmâresinde bu kibirlilik vardır, fakat herkes onu açığa vuramaz, o sadece Firavun'un dilinden zâhir olmuş.
    İslâm gurur ve kibiri kabul etmez. İslâmda vakar vardır, gurur kibir değil. Allah Teâlâ "Büyüklük ve azamet bana mahsus vasıflardır. Kim ki onları benden almak isterse, onu cehenneme atarım" buyuruyor kudsî hadiste.
    Muhammed Pârisâ (r.a) ise: "Nefsini kendi ölçülerinle değil, sıddîklar mîzânı ile tart ki, kendi iflâsını ve onların üstün faziletlerini bilesin" demiş ve bu gerçeği ne güzel açıklamış, ifâde etmiştir.
    Edeblerden ikincisi setr-i kabahattir: Bir kimsede görülen kusûru, hikmete hamlederek, o kimseyi bundan vazgeçirmeye çalışırken, kendisini ondan aşağı görmesi; vazgeçirse de, geçiremese de, neticeyi Hak'tan bilerek, kendisine pay çıkarmamasıdır.
    Üçüncüsü terk-i hubb-i dünyâdır: Dünyâ sevgisi ve dünyâ malı ve metâ-ına olan sevgiyi, eşyada görülen ilâhî san'atı, ayn'el yakîn müşâhede ederek, Hakk'ın sevgisini bütün sevgilerin üstüne çıkarmak. Aksi halde sevgi ve muhabbetle bağlanılan meta' ma'bud olmuş olur.
    Hadis vardır: "Sizin sevdiğiniz putunuzdur." Yâni, taptığınız şey mabûdunuz olmuş oluyor. İnsan gönülden, neyi ve kimi seviyor, hangi yöne meylediyor? İşte çok dikkat edilmesi gereken şeylerin başında, nefs tezkiyesinin ilk başlarında gelen de budur. Allah (c.c) ve Resûlullah muhabbetinin önüne geçen şey, ne olursa olsun insanın mahvına sebeptir!
    Nefs-i emmâre sahipleri üç sınıfta mütâlâa edilebilir:
    Birinci grubu teşkil edenler; iyiliği icrâ etmedikleri gibi, yasaklardan da sakınmazlar. İşledikleri kötülüklerden sakınmadıkları ve hayıflanmadıkları gibi, aksine "Hırsızlığı ile, övünen kıbtî" misâli, hatâları ile iftihar ederler. "Kalpleri, gözleri, gönülleri ve kulakları mühürlü" olanlardır. Derece itibâriyle kâmilin zıddı makâmında bulunurlar.
    İkinci grup, iyiliğe ve güzele uymaz, kötülüklerden de asla kaçınmazlar. Haramı haram olarak işledikleri halde, günlerini gün etmeye bakarak "Bir gün nasıl olsa tevbe-kâr oluruz. Allah (c.c) da merhameti ile bizi bağışlar" diye düşünerek şeytânî bir aldatmacanın peşinde hareket ederler. Çokluğuna rağmen, işledikleri kötülükleri gözleri görmediği gibi, hardal tanesi kadar iyilik yaptıkları zaman cenneti parselleyip, tapularını ceplerine koymuş gibi bir havaya kapılırlar. Kendilerine hiç bir şekilde tavsiye ve nasihat fayda vermez. Mardıyye makâmının zıddı derecesinde bulunurlar.
    Üçüncü grup, ehl-i tarik olanların nefs-i emmâre sahipleridir. Bunlar iyilik yapmaz, kötülüklerden de kaçınmazlar. Ancak, kendilerinden bir kötülük meydana gelirse pişmanlık duyarlar, fakat bu nedâmetleri, davranışlarına tesir etmez. "Kedinin ciğere bağrı yufka" olduğu gibi, bunların da kötülüklere karşı kendilerini frenleme güçleri yoktur. Mutmainne menzilinin zıddı mevkiinde bulunurlar.


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Emmâreden

    Nefs-i Emmâreden Nefs-i Levvâmeye Seyr




    Kötülüğü fazlasıyle emredici nefsden kurtularak, levmedici nefs makâmına geçmenin usûlü: "Hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz" sırrına istinâden, Hakk'ın kudret ve azametini, kıyâmetteki cezâları, adl-i ilâhîyi aklından çıkarmamaya çalışarak, ne kadar ağır gelirse gelsin iyiliği icrâda ısrarlı olmalı. İşlediği kötülüklerin, günahların ardından da derhal pişmanlık duyarak tevbe etmeli, bir daha aynı hatâya düşmemeye çalışmalıdır.
    Eğer bu nedâmet, işlenen suçun ardından, kendiliğinden gelirse mürşid, müridini yolculuğun ikinci merhâlesine geçirir. Bu mertebede sâlikin zikri "Lâ ilâhe ill"dır. Yolculuğu "es-Seyr ilâllah", makâmı "Sadr", usûlü ise "şer'î emir ve yasaklara kesinlikle riâyettir."
    Gümüşhânevî (k.s) Hazretleri der ki: Hizmette kullanacağın için (Allâh'ın emrine muhâlefet ederek) nefsine zulmetme, ona yardımcı ol. Bir başkası sana zulmeder, bir de sen kendine zulmedersen, iki kat zulmedilmiş olursun. Bu ise seni güçten düşürür


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Levvâme
    Nefs-i Levvâme


    Levm; aleyhinde bulunma, kınama, paylama, heves, ucûb, temenni ve kahr mânâlarına gelir.
    Emmâreliği tamâmiyle zâil olmamakla birlikte, arasıra pişmanlık duyan, sâhibini yasaklara yönelmekten ayıplayan, bâzende hayırlı âmeller ilhâm ederek, güzellikleri fısıldayan nefs demektir.
    Bir başka târifi; gaflet uykusundan uyandığı nisbette kalb nûru ile aydınlanan, karakteri gereği, kendisinden menfî bir hareket meydana geldiğinde, nefsi ayıplayan ve o kötü hareketinden dolayı tevbe eden nefs demektir.
    Yapılan çirkin bir davranış nedeniyle, fâilini hesâbâ çeken, pişmanlık duyan ve ardından tevbe eden, özür dileyen, kendisini aşırı derecede kınayan insan irâdesi yerinde de kullanılır.
    Levmedici nefs sâhipleri râhmânî nurlar ile, şeytânî duygular arasında bocalayıp dururlar.
    Nefs-i Levvâme tâbiri, ismini: "Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim (ki, siz öldükten sonra mutlaka dirileceksiniz)" âyeti celîlesinden alır. Nefs-i Levvâme sâhipleri de iki sınıftır.
    Birinci sınıf: İmkân oldukça iyiliği icrâya, kötülükten kaçınmaya çalışırlar. Bâzan suyu üfleyerek içer, bâzan da çeşitli kötülükleri yapar, fakat ardından derhal pişman olur, tevbe ederler. Bâzılarını hiç işlemez, bâzılarına karşı da kendilerini frenleyemezler. İlmi ile âmil olmayan âlim gibi. İlminden, kendisinden başka herkes istifâde eder.
    Nefs-i Levvâme'de, sâlik'in zikri, Lafza-i Celâl'dir. Oturup kalktığı, gidip geldiği, gezdiği her yerde bu zikri dilinden düşürmez. Zikir ve fikirden tad almaya başlar. Bâtınındaki, kalb âlemindeki zulmeti gidermeye çalışan sâlik tevhîde "Lâ maksûde ill; Allah'dan başka maksûd yoktur." şeklinde mânâ vererek, bu gerçeğin, dil, duygu ve düşüncesini işgal etmesini sağlamaya çalışır. Nefs-i Levvâme'de sâlikin zikri, Allah, Allah, Alah., seyri, es-seyr lillah; makâmı, kalb; hâli, kabz ve bast, âlemi, âlem-i Berzah'tır.
    Sâlik rüyâsında, yeşillikler, akan çeşmeler, bağlar, bahçeler, nehirler görmeye başladıkça, kınayıcı vasfı ile levvâme nefs yavaş yavaş yerleşmeye başlamış demektir. Bâzan kuşlar gibi havada uçtuğu zuhûr edince, sâlik üçüncü kademede mânâ seyrine intikâl ettirilir.
    İkinci sınıf: Ehl-i tarik olanların levvâme sâhipleridir. Kötülükleri fiîlî değil hâlidir. Menfî davranışlarını kendilerine göre meşrû bir sebebe bağlayarak işlerler. Meselâ, ayıp olur düşüncesiyle içki içmek, geçim sıkıntısı sebebiyle rüşvet almak gibi. Mürşidine kötülüklerden şeytandan kaçar gibi kaçacağına söz veren mürid ise, zâhirde bir sebeble de olsa kötülük işleyemez. Ancak sözlerine sık sık, yalan ve gıybet karıştırır. Bunlardan kötü fiiller kalkmış, çirkin ve bozuk niyetler hâlinde kötü ahlâklar kalmıştır. Kalplerinden geçen menfî huylardan kurtulamadıkları için, kendilerini şer'i yasaklardan alıkoymakta güçlük çekerler


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Levvâme
    Nefs-i Levvâme


    Levm; aleyhinde bulunma, kınama, paylama, heves, ucûb, temenni ve kahr mânâlarına gelir.
    Emmâreliği tamâmiyle zâil olmamakla birlikte, arasıra pişmanlık duyan, sâhibini yasaklara yönelmekten ayıplayan, bâzende hayırlı âmeller ilhâm ederek, güzellikleri fısıldayan nefs demektir.
    Bir başka târifi; gaflet uykusundan uyandığı nisbette kalb nûru ile aydınlanan, karakteri gereği, kendisinden menfî bir hareket meydana geldiğinde, nefsi ayıplayan ve o kötü hareketinden dolayı tevbe eden nefs demektir.
    Yapılan çirkin bir davranış nedeniyle, fâilini hesâbâ çeken, pişmanlık duyan ve ardından tevbe eden, özür dileyen, kendisini aşırı derecede kınayan insan irâdesi yerinde de kullanılır.
    Levmedici nefs sâhipleri râhmânî nurlar ile, şeytânî duygular arasında bocalayıp dururlar.
    Nefs-i Levvâme tâbiri, ismini: "Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim (ki, siz öldükten sonra mutlaka dirileceksiniz)" âyeti celîlesinden alır. Nefs-i Levvâme sâhipleri de iki sınıftır.
    Birinci sınıf: İmkân oldukça iyiliği icrâya, kötülükten kaçınmaya çalışırlar. Bâzan suyu üfleyerek içer, bâzan da çeşitli kötülükleri yapar, fakat ardından derhal pişman olur, tevbe ederler. Bâzılarını hiç işlemez, bâzılarına karşı da kendilerini frenleyemezler. İlmi ile âmil olmayan âlim gibi. İlminden, kendisinden başka herkes istifâde eder.
    Nefs-i Levvâme'de, sâlik'in zikri, Lafza-i Celâl'dir. Oturup kalktığı, gidip geldiği, gezdiği her yerde bu zikri dilinden düşürmez. Zikir ve fikirden tad almaya başlar. Bâtınındaki, kalb âlemindeki zulmeti gidermeye çalışan sâlik tevhîde "Lâ maksûde ill; Allah'dan başka maksûd yoktur." şeklinde mânâ vererek, bu gerçeğin, dil, duygu ve düşüncesini işgal etmesini sağlamaya çalışır. Nefs-i Levvâme'de sâlikin zikri, Allah, Allah, Alah., seyri, es-seyr lillah; makâmı, kalb; hâli, kabz ve bast, âlemi, âlem-i Berzah'tır.
    Sâlik rüyâsında, yeşillikler, akan çeşmeler, bağlar, bahçeler, nehirler görmeye başladıkça, kınayıcı vasfı ile levvâme nefs yavaş yavaş yerleşmeye başlamış demektir. Bâzan kuşlar gibi havada uçtuğu zuhûr edince, sâlik üçüncü kademede mânâ seyrine intikâl ettirilir.
    İkinci sınıf: Ehl-i tarik olanların levvâme sâhipleridir. Kötülükleri fiîlî değil hâlidir. Menfî davranışlarını kendilerine göre meşrû bir sebebe bağlayarak işlerler. Meselâ, ayıp olur düşüncesiyle içki içmek, geçim sıkıntısı sebebiyle rüşvet almak gibi. Mürşidine kötülüklerden şeytandan kaçar gibi kaçacağına söz veren mürid ise, zâhirde bir sebeble de olsa kötülük işleyemez. Ancak sözlerine sık sık, yalan ve gıybet karıştırır. Bunlardan kötü fiiller kalkmış, çirkin ve bozuk niyetler hâlinde kötü ahlâklar kalmıştır. Kalplerinden geçen menfî huylardan kurtulamadıkları için, kendilerini şer'i yasaklardan alıkoymakta güçlük çekerler.


    Seni çok Özledim Annem

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Levvâmeden Nefs-i Mülhemeye Seyr
    Nefs-i Levvâmeden Nefs-i Mülhemeye Seyr



    Söz, niyet ve davranışlarında, şeyhinin huzûrunda imiş gibi, râbıtaya devam etmeli, sonra da tenha bir yerde kötülüklerini ortaya koyarak düşünmeli. Sıra ile birinden tevbe ederek onun zıddını yapmak sûretiyle, ısrarlı ve samîmi bir mücâdele sonunda, bunlardan kurtulmaya çalışmalıdır.
    Meselâ, gıybet yapıyorsa, medhe çalışmak; kibir ve gurur varsa tevâzû göstermeğe gayret etmek (vb.) gibi. Nefsin istekleri hilâfına yapılan güzel hareketler, nefse yerleşir ve aksinin tekrârı da mümkün olmazsa, kötülükler iyiliğe tebdil edilmiş olur.
    Bu hâlin makâm olarak sâlikde yerleşmesi durumunda, mürşid, mürîdini yolculuğun üçüncü merhâlesine getirmiş olur. Yâni, mülhime menziline getirir.


    Seni çok Özledim Annem

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Mülhime (Mülheme)
    Nefs-i Mülhime (Mülheme)



    Mülheme: Kendisine ilhâm vâki olan. İlhâm edilmiş, içe doğmuş.
    Mülhime: İlhâm veren, demektir. Lugat mânâsıdır.
    Istılahta ise, Nefs-i mülhime; İlhâm ve keşfe mazhar olan, neyin iyi, neyin kötü ve günah olduğunu ilhâmî bir sezgi ile bilen ve davranışlarını ona göre ayarlayan, şehvet ve şeytâni hislere karşı direnebilen, rûh-i sultânî'nin sesini duyan ve dinleyen insan irâdesi yerinde kullanılır. Nefs-i mülhime erbâbı, kalbin etrâfını kuşatan, hakîkî müşâhede mahalli olan, fuadda (kalpte) makam tutan, sehâvet, kanâat, ilim, tevâzû, tevbe, sabır, tahammül ve Cenâb-ı Hakk'ın yüce kudretini hatırdan uzak tutmama gibi özelliklerin sâhibidir.
    Nefs-i mülhime tâbiri adını: "Sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, nefsini tertemiz yapan kişi, muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine (mâsiyetle) örten kişi de, elbette ziyâna uğramıştır" âyetinden alır.
    Nefs-i mülhime sâhipleri iki esasta mütâlaa edilir:
    Birincisi; ilmi ile amel eden, âlim, âbid ve zâhidler makâmıdır. Dış görünüşlerinde menfî davranışlar yoktur. Gören herkese ilk bakışta îtimad telkin eden bir sîmâya sahiptirler. İyiliği yerine getirme ve yasaklardan sakınmada azami gayret ve ihtimâm sâhibi oldukları halde, iç dünyâlarında, kötü huyları ile çetin bir mücâdele içerisinde bulunurlar. Farz, vâcib, sünnet ve müstehapların ifasında çok hassas oldukları halde, bâtınlarındaki huzur bozucu durumdan âzâde olmuş değillerdir. Bu iç çalkantıdan, riyâzat, mücâhede, nâfile oruç ve nefsin kahredici arzularına muhâlefetle sıyrılmaya çalışırlar.
    İkincisi; tarikat ehli olan nefs-i mülhime sâhipleridir. İç dünyalarındaki vesvese dolu karışık düşüncelerden kurtuldukları halde, geçmiş ve gelecekteki iş ve isteklerine âid endişelerden büsbütün sıyrılamamışlardır.
    Akşam (karınlarını doyurdukları halde) sabahı düşünerek, Hakk'ın "Razzâk-ı âlem" sıfatını bir çeşit unutkanlığa ve bu hususta bir nevi şüpheye düşerler. Zîra henüz, işlerini Allâh'a (c.c) havâle olgunluğuna erişememişlerdir. Mâsivâya bağlılık, dünyâ sevgisi ve anâsır kaydından henüz kurtulamamışlardır. Bu yüzden zikir ve virdlerinden pek tad alamazlar. Murâkabe ve râbıtadan oldukça sıkılırlar. Bâzan inşirah (iç genişliği) bâzan da inkıbâz (gönül sıkıntısı) hâlinde bulunurlar.
    Bundan kurtulmanın yolu; oturup kalktığı, gezip dolaştığı heryerde "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız" âyeti ile ifâde edilen, kurbiyyete uygun murâkabe-i akrabiyyet hissini benliğinde duymalı.
    Allah Teâlâ'yı görmediği halde, (Dünyâda O'nu görmek mümkün değildir. "Len Terânî" "Sen Ben'i göremezsin" âyeti kerîmesi vardır. Burada Allâh'ı (c.c) zâtı ile değil sıfatları ile görmek söz konusudur) sanki O'nu görüyormuşcasına ihsan dolu duygular içerisinde, işlenen kötü fiil ile kalbden geçen vesvese dolu düşüncelerin, seyr'ü sülûk ve mânevi terakkide müsâvi olduğunu düşünmelidir.
    "Gönüllerden geçenleri dahi bilen" Allâh'ın (c.c) huzûrunda bulunduğunu bir an bile aklından çıkarmadan vukûfu kalbî, huşû ve huzur edebine riâyette dâim olmalıdır.
    Kendisini bu ulvî duygulardan ayıran, dünyevî her hangi bir şey hatırına gelirse, derhal bütün dikkatini toplayarak "İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî" "Yâ Rabbi, Maksadım sensin, talebim, istediğim de yalnız senin rızândır" sırrını düşünmeli, esrâra vâkıf olmaya çalışmalıdır. Hâlık dururken, mahlûka muhabbet demek olan bu tür hisleri kalbden atarak, Hak ile beraber olmaya "Murâkabe-i mâiyyet'e" gayret etmelidir.
    Bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: "Eğer Allah'tan başka dost ittihaz edilseydi, Ebû Bekir'i dost ittihâz ederdim." Gerçi bu hadis Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)'ın fazileti hakkındadır. Lâkin gerçek dostun Allah (c.c), dostluğun da yalnız ve sadece O'na olması elzem olduğunu ifâde ediyor. Zâhiren dostlar, ahbablar elbette vardır ve olacaktır, sevgileri de derece derecedir amma, gerçek dost, hakîki dost Hâlik-i yegâne olan Allâh'u Zül-Celâl Hazretleridir. Mahbûb O'dur, muhabbete elyak olan da O'dur.
    Netice olarak diyebiliriz ki, ilham edici nefsde, kendisinin sûflî arzuları ortadan kalkar. Rûh-i sultânî, hayvânî nefse muhâlefet gücüne erişir ve nefs, inâyet-i ilâhî ile, iyiyi kötüden, hayrı şerden, ayırd edebilecek hâle gelir.
    Çalkantı hâlinde bulunan bâtın ve gönlü kaplayan zulmânî düşünceler, güzel hislerle yer değiştirince, kendisine Allah'tan (c.c), tevekkül duygusu ihsân olunarak, "gınâ" elbisesi giydirilir. Böylece gönlünde, geçmişe ve geleceğe âid hiç bir endişe duymaz.
    İlham edici ve uyarıcı nefs makâmında bulunan sâlikin zikri "Hû', seyri es-Seyr alâllah, âlemi ise âlem-i heybettir. Makâmı rûh'dur.
    Kelime-i tevhîde "Lâ mahbûbe ill, Allah'tan (c.c) başka dostluğa lâyık hiç bir şey yoktur" şeklinde mânâ verir. Bunu dili ile daimi söylerken, kalben de hissederek, dünyevî ilgi ve alâkalardan kopmaya ve kurtulmaya çalışır. Günahlardan nasuh tevbesiyle (dönüşü olmayan tevbe ile) pişmanlık duyduğunu ifâde eder. İlâhi yasaklardan tamâmen yüz çevirip, emirlere inkıyâd eder, icrâ ettiği zikrin tadını duyar.
    Gönülde ilâhi muhabbet alevlenmeye "Dost" cemâlini görme, kaybettiği en kıymetli varlığına kavuşma iştıyâkı iç dünyâsını ihâta eder. Kendisini bu yöne sevkedecek hiç bir fedâkârlığı yapmaktan çekinmez. Hücreler zikretmeye başlar. Sâlik'te Hakk'ın zikri, "Zikr-i sultâni" şeklinde başladığı gibi, isim ve fiil tecellileri de bu makamda başlar.
    Bu keyfiyyetin müridde, hâl ve meleke olduğunun işareti, rüyâsında denizleri yürüyerek geçtiğini, havada kuşlar gibi uçtuğunu ve istediği yerlere gittiğini görmekle başlar. Bu sırada dikkat edilecek nokta şudur: Nefs, terâkkîde olan sâlik'in önüne çıkarak: "Bu mertebeye herkes eremez, sen artık istenilen en yüce makâma ulaştın. İşin tamam oldu, bırak ibâdeti, tâati, onu başkaları yapsın" diyerek, sâliki yolundan alıkoymaya ve aldatıcı yönlere sevketmeye çalışır. Kâmil mürşid, bu durumda olan sâlik'in imdâdına yetişerek, şeytâni bir gururun onu helâk etmesine mânî olur. Rüyâda, göklerde meleklerle ülfete başlayan sâlikde "nefs-i mülhime" makam ve meleke hâlinde yerleşmiş demektir.
    Nefs-i mülhime'de sâlik, ilme'l-yâkîn'den, ayne'l-yakîn derecesine yükselir. Artık sâlikin gönlü; bu iş oldu, şu iş neden olmadı? Veya buna şu sebep mânî oldu, böyle olması lâzım gelirdi. gibi yersiz tereddüt ve endişelerden kurtulur.
    Her şeyde hakîki fâilin Allah (c.c) olduğunu ayne'l yakîn görerek yâni, kesin inanç ve "De ki, herşey Allah tarafındandır" âyetinin yüce mânâsına gönülde tam itmi'nân hâsıl olur. Bu haller sâlikte tevhîd-i ef'âlin (fiillerin birlenmesinin) kemâl bulduğuna delâlet eder. Sâlik'in ilerlemeye hak kazanması sâbit olmuştur ve mürşid, müridini yolculuğun dördüncü merhâlesine iletir.


    Seni çok Özledim Annem

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Mutmainne
    Nefs-i Mutmainne


    Kalb nûru ile tenevvürü tamamlanmış, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup, ahlâk-ı hasene ile hem-hâl olmuş nefse, nefs-i mutmainne denir. Zîra Tevfîk-i İlâhi ile sükûnet ve yakîn'e mazhar olan, ızdırap ve iç sıkıntılarından kurtulan nefstir.
    Sır'da makam tutan, cûd, tevekkül, gâm, tezellül, ibâdet, şükür ve rızâ sıfatlarını taşıyan mutmainne nefs, şehvet, ihtiras ve kibir gibi aşağılık duygulardan tamamen sıyrılmış, ızdırap ve kendi kendisi ile mücâdelesi son bulmuş, zikrullah ile tatmin olmuş, faziletlerle donanmış, ilâhi fiillerin tecellileri ile süslenmiştir.
    Mutmainne nefsin en önemli özelliklerinden birisi, davranışlarından dolayı Rabb'ının huzûrunda hesap vereceğine kesinlikle inanmasıdır. Bu sebeple amellerinin ilâhi kabûl ve rızâya uygun olup, olmadığına âzami hassasiyet gösterir. İyilikleri işlemeğe karşı aşk hâlinde iştıyâk duyan sâlik, şeytan ve nefsin sultasından kurtularak, güzel hareketleriyle muhlisler sınıfına girmiş demektir.
    Gönülden gelen ilâhi nurlar nefsi ıslah etmiş, yaratılışındaki isyan duygusunu kırarak, ahlâk-ı hamîde ile süslenmiş ve onu Hakk'a râm etmiştir. Mutmainne nefs sâhipleri, kalplerini, bayağı şeylerle meşgul etmezler. Çünkü gönül, Hakk'ın nazar ve tecellisi için îmârı gerekli olan bir yerdir.
    Halk içinde de olsalar, Hak ile beraber bulunma, "Murâkabe-i mâiyyet, murâkabe-i akrabiyyet ve murâkabe-i fâiliyyet" içerisinde, huzûrullah'da bulunma ve ihsan mertebesine erişmiş bahtiyar kimselerdir. (Bu duruma, vahdette kesret, kesrette vahdet makamı da deniyor.)
    Mehmed Zâhid Kotku (k.s) Hazretleri "Tasavvûfî Ahlâk" adlı değerli eserinde "Bir insan nefsini mutmainne sıfatına ulaştırabilirse ne âlâ, ulaştıramadımı vay onun hâline" buyurmuşlardır.
    Nefs-i emmâreden kurtulmamız, levvâme ve mülhimeden geçerek, mutmainne menziline ulaşmamız şart oluyor. Sonra da devamlı mânevî terakkide olmak gerekiyor ki, Resûlullah (a.s.v) efendimiz: "İki günü birbirine eşit olan ziyandadır" buyurmuş bizleri îkaz etmişlerdir.
    Mutmainne nefs, tâbiri, adını: "Ey huzûr ve itmi'nâna ermiş nefs, dön Rabb'ine, sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak" âyetinden alır


    Seni çok Özledim Annem

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Mutmainneden Râdiyyeye Seyr
    Mutmainneden Râdiyyeye Seyr


    Mutmainneden râdiyyeye yükselebilmek için, ilme'l yakîn sırrını kendisinde meleke hâline getirerek, huzur-meâllah'da olduğunu bir an dahi hatırdan çıkarmamalıdır. Sonra "huzûr-u fillâh"a gayret etmeli, eşyâya vahdet nazarı ile bakarak, tefekkür etmeli, murâkabelerinde zuhûr eden sekr tecellilerinin, sahv hâlinde de meydana gelmesine çalışmalıdır. Hakk'tan gelen, sürûr ve keder, lütuf ve kahr'ı aynı derecede gönül hoşnutluğu ile karşılamağa çalışmalı, mâsivâya olan gönül meylini kırmaya gayret etmelidir.
    Bu esaslara riâyet sonunda, sâlike ihsân olunan tevekkül duygusu, bâtınî dünyâsında makam olarak mekân tutarsa, mürşid müridini, beşinci merhâle yolculuğuna çıkarır.
    Burada bir husûsu önemine binâen tekrar etmekte fayda vardır. "Seyr-i mea"lar berâberde bulunma, berâber olma değildir. Nazarları zâhire dikilenler, gönülden de öteyi idrâk edemeyenler, seyr-i mea'ları beraberde bulunma zannetmişlerdir.
    Halbuki Allah Teâlâ Bir-Tek'dir, kul ile çoğalmaz. Bu sebepten onların anladığı mâiyyet bu mânâda değildir. Bunun mânâsı, belki şöyle yorumlanabilir, derler gönül ehli: Bir kimse bir damla suyu götürüp denize dökse, denizin vahdetine bir zarar gelmez, ikilik koca okyanusta kaybolup gider.
    Neden? Zirâ deniz deniz, damla da damladır da ondan. Bu ikisi arasındaki ayrılık gâyet açıktır. Fakat, o anda deniz cûşu-hurûşa gelse de dalgalansa, irâde denizin olur. Amma damlanın cûşu-hurûşu da hemen cûşu-hurûşa dönüşür. Bunu böyle anlamalıyız.


    Seni çok Özledim Annem

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Nefsin mertebeleri

    Nefs-i Râdiyye
    Nefs-i Râdiyye


    Bu makamda sâlikin nefsi "râdiyye" sıfatını kazanmış olduğundan makâma da râdiyye (hoşnud olma) makâmı derler.
    Râdiyye nefs; gerek kendisi, gerekse başkaları için tecelli eden kazâ hükümlerine tamâmen rızâ gösteren, keşke şu şöyle olsaydı, bu da böyle olsaydı diye îtirâza yeltenmeyen nefs demektir. Kendi ferdî irâdesini, Hakk'ın irâdesinde imhâ (etme) netîcesinde meydana gelen tevekkül duygusunun gereği olarak, Allâh'ın (c.c) Cemâl ve Celâl tecellîlerini aynı derecede gönül hoşnutluğu ile ve memnûniyetle karşılayan, kazâ ve kader'e rızâ gösteren, lütfa da, kahra da, aynen boyun eğerek, sızlanmayan, şikayetçi olmayan insan irâdesi yerinde kullanılan bir terimdir.
    Bir başka deyişle şahsî bütün murâd ve taleplerini terkederek, ilâhî irâdeye teslim olan nefsin bu tavrına "nefs-i râdiyye"denilir. Gerçek havf ve haşyetullâha sâhip olanlara has olan bu makamda,
    "Sen O'ndan, O da senden râzı olduğu halde Rabb'ına dön."
    "Allah onlardan, onlar da Allah'tan râzı oldular.” İlâhî hitâbı, kurtuluşun hudutsuz neşvesi olarak zuhûr eder. Ancak, sâlikin bu makamda ilâhî hükümler karşısında, rızâya dayalı tutumu, kendisinden Allâh'a (c.c) doğru uzanan bir keyfiyyettir. Ki henüz bunun bir derece daha yükseğine erebilmiş değildir. Beşerî sıfatları imhâ, Hakk'ın sıfatlarını ibkâ kâbiliyeti kazanıldığı zaman, rızâ sâlikte devamlı bir makam hâlinde yerleşmiş demektir.
    Bu makâmın seyri, es-seyr fillah, âlemi, âlem-i lâhûttur. Makâmı ise, sırru's-sır da denilen hafî noktasıdır. Nefs-i râdiyye sâhibi olan sâlikde, kalbi Allah'tan (c.c) çelmeleyen, Hakk'a vuslattan engelleyen hâl ve vâridatlardan eser kalmaz. Neden? Zîrâ beşerî vasıfları ve bedenî varlığı aradan eser kalmayacak şekilde zâil olmuştur, silinmiştir.
    "Sen çıkınca aradan kalır seni yaradan." Binâenaleyh bu öyle bir hâlettir ki ancak zevkan bilinir.
    Nefsin arzu ve tehlikelerinden uzak, râdiyye makâmındaki ebedî felâha eren sâlikde rızâ, melekeleşmiş bir huy hâline gelirse, rüyâsında, bütün mevcûdâtın yok olduğunu, çevresini beyaz, kızıl veya başka renkte bir nûr hâlesinin kuşattığını görür. Sâlik her yerde şeyhi tarafından kendisine telkin edilen, "Yâ Hak" zikrine devam eder.
    Kelime-i Tevhîde de: "Lâ mevcûde ve lâ maksûde ve lâ mahbûbe ill" "Allah'tan başka var olan, kasdedilen dost yoktur, sevilen yoktur" diye mânâ vererek, zâhir ve bâtınını, duygu, düşünce ve davranışlarını bu şuur içerisinde şekillendirerek, "Huzûr-u fillâh"da bulunduğunun idrâki içinde yaşamaya çalışır. Öyle ki, "Bütün yaratıkların elinden, dilinden râzı" olduğu olgunluğun üstün kişiliğine erişir. İşte bu kâmil zat, Hakk Teâlâ'nın katında azîz ve mükerremdir. Büyük, küçük herkes arasında muhteremdir. Halkın ona hürmeti cebrî ve kahrîdir (Yâni, zorunludur ve irâdîdir).Yıllar sonra başına gelecek bir musîbet, kendisine haber verilse, onun def'i için, engellemek için çalışmaz, bilakis:
    "Hoşdur bana senden gelen, ya gonca gül yâhut diken
    Ya hil'atü yâhut kefen, lütfun da hoş, kahrın da hoş" diyerek, teslimiyet ve rızâ gösterirler. Ancak iç dünyâlarında, kendi varlıklarını az da olsa hissettikleri için, "Küllî mahviyyet" kendilerine hâl olmamıştır. Bu ise, mardiyye makâmında kazanılan bir haslettir.
    Râdiyye'de sâlik, dünyevî ve uhrevî bütün maksadlardan geçip, kendisinde zuhûr eden keşf ve kerâmet gibi, hayret verici, (olağan üstü) hâdiselere takılıp kalmaz. Bilir ve inanır ki, "Bir istikâmet, bin kerâmetten daha güzel ve daha değerlidir." Allah Teâlâ'yı tek varlık, tek mahbûb ve erişilmesi gereken tek gâye olarak görür ve düşünür.
    Fakat, benliğini ve varlık vehmini aradan tamâmen kaldıramadığı için, yine de kendisini ikilikten kurtaramaz. Bu korkudur ki iç âlemini, gönül dünyâsını, sızlatan bir sancı gibi kendisini devamlı rahatsız eder.
    Bu durumdaki sâlike ne tavsiye edilir? Her nefeste, keyfiyyetsiz olarak Allah'ta (c.c) huzûr, ayn'el yakîn ile meleke hâline gelen, İlâhi hükümlere rızâ gösteren müridin Hakka'l yakîn ile huzûr fillah'da bulunmaya gayret göstermesi tavsiye ediliyor.
    Ayrıca, kendisine ârız olan varlık kokusunu, keskin murâkabelerle gidermeye, yok etmeye, onların gönül âlemini karartan zulmetinden kurtulmaya çalışmalıdır. Kazâ ve kader sırrının, ilâhi tecellîlerine teslimiyyeti netîcesinde kendi kendisine "havf" kisvesi ihsân olunur. Velâyet sırrına erenlere has olan bu elbiseye "havf-ı verâset" denilir. Bu havf ve haşyetin ardından "küllî mahviyyet" bunun ardından da "kemâl ve mârifet" en üst derecede tecellî eder.
    Râdiyye neticesinde, sâlikte meleke hâline gelen bu havf ve haşyet sâhibi olanlara, ilâhî bir ihsân olarak "mâsûmîyyet" kisvesi giydirilir.
    Evet, bütün bu mânevî makamlara Allâh'ın (c.c) yardımıyla, nefsi tezkiye ile ulaşılıyor. Nefsi tezkiye de sabır ve sebat ile, ısrar ile elde ediliyor. Hakk'al yakîn sırrına mazhar olan ve mâsûmîyyet kisvesi giydirilenlerdir ki, peygamberlerle (a.s) aralarında bir derece farkı vardır deniliyor. Dikkat edilecek husus şudur: Her peygamberde velîlik vardır amma, hiç bir velîde peygamberlik yoktur. Zîra onlar seçilmiş, vahye mazhar olmuşlardır. Velîler ise Allâh'ın (c.c) dostlarıdır. Allah (c.c) onları sever, onlarda O'nu severler, bunu böyle bilmeliyiz. Evliyâullah bu yüce makamlara sabır ile erişmişlerdir.
    Sabrın sonu rızâyı İlâhiye ulaşmaktır. Ehlullah (k.s), bütün ilimlerin, amellerin, her mârifet ve kemâlin sebebi hikmeti sabır ve tahammüldür. Her nedâmet ve melânetten necat ve selâmetin sebebi, sabır ve teennîdir. Elemlerin acısına tahammül, sabrın netîcesi ve rızâyı ilâhinin başıdır. Bu da iki cihânın saâdeti ve göz bebeğidir, demişlerdir.
    Sabır mevzûunda peygamberlerin (a.s), bilhassa Resûlullah (a.s.v) Efendimizin hayâtı saâdetlerinde, tevhîd mücâdelesinde gösterdiği engin sabrı örnek alalım, istikâmetimiz için yeterlidir sanırım. Şu ya da bu kişiyi suçlamaya gerek yoktur, önce kendi nefsimizden başlayalım tezkiyeye. Şahsî bütün murâd ve taleplerini terkederek İlâhi irâdeye teslîm olanlardır ki, peygamber vârisi olurlar ve mücâdeleyi, mücâhedeyi bu şuur içinde sürdürürler.
    Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hazretleri (r.a) bir kelâm-ı kibârında buyurur ki: "Yıllar, fırsatlar gelir geçerde, sen halâ ham, hâlâ habersiz, hâlâ fâidesiz kalırsan; huzûru Rabbu'l izzete nasıl varırsın?"
    Hangi yüzle varacağız? Gaflet uykusundan uyanmanın zamanı gelmedi mi hâlâ? İçinde yaşadığımız şu dünyâ, mü'min için kocaman bir zindan olmadı mı?
    Hz. İbrâhim (a.s) ateşe atıldığı zaman 15-16 yaşlarında bir genç idi. Ancak, ateşe atılacağı zaman nefsinden tamâmen sıyrılmış, kendisinde hiç bir nefsânî duygu bırakmamıştı. Kalbi de iyice mânevî sükûnet ve itmi'nâna ermişti. Cebrâil (a.s) yardıma gelmişti. Bu sırada, mahlûkattan pek çoğu da gelmiş, canlarını fedâ etmek için. Hz. İbrâhim (a.s) onlara şu cevâbı vermişti: Hayır! sizlerin yardımını istemiyorum. O'nun (Allâh'ın) benim hâlimi bilmesi, yardım talebinde bulunmaktan beni müstağni kılıyor.
    İşte onun Allâh'a teslimiyeti ve tevekkülü böylece tamamlanınca, ateşe şöyle hitâb edildi: "Biz de: Ey ateş, İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik."Hakk'ın emri ile o ateş dağı, cennet bahçesi oluverdi. Ateş Hz. İbrâhim (a.s)'ın sâdece bağlarını yakmıştı.
    Sabredenlere Cenâb-ı Hakk'ın dünyâda sayısız yardımları, âhirette de yine sonsuz nîmetleri vardır. Bu husûsu ifâde eden pek çok âyet-i kerîmeden birinde şöyle buyrulur: "Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir."
    Allâh'a (c.c) hiç bir şey gizli kalmaz. Kendi rızâsı için sabredip, tahammül gösterenleri ayniyle bilir. Bizler (bütün yaratılmışlar) O'nun lütuf ve in'âmını sürekli görüyoruz. Sağanak sağanak yağan bu rahmete nasıl şükrediyoruz, hamdediyoruz? Tefekküre değmez mi? Allah (c.c) dâima sabredenlerle beraberdir. Bu husûsu açıkca beyân eden bir âyette şöyle buyrulur:
    "Hiç şüphe yok ki, Allâh'ın yardımı, sabredenlerle beraberdir."
    Bizler de Allah (c.c) için sabretmeli, tahammül göstermeliyiz. Allah için intibâha gelmeli, uyanmalıyız. Allah'tan gâfil olmamalıyız, uyanmayı ölüm sonrasına bırakmamalıyız. Zîra öldükten sonraki uyanışın bize hiç bir faydası olmaz. Kendi irâdemiz olmadan yakalanıp azâba çarptırılacağımız an gelmeden önce uyanalım. O an geldiğinde pişman oluruz, ancak bu pişmanlık bize fayda vermez.
    Esâsen, bütün ilimlerin, amellerin, her kemâl ve mârifetin aslı "SABIR"dır. Bütün bunlar ancak sabırla hâsıl olur, elde edilirler. Tahammül ve teennî de sabra dâhildir. Her işte sabırlı olunursa, her nedâmetten selâmet bulunur. İki âlemde de her yönden maksad ve arzûlara nâil olunur. İşte bu 'cerh-i nefs" kâlp için, tezkiyesi için elzemdir. Kalplerimizi ıslâh edelim. Zîra, o sâlih olursa, bütün diğer hâl ve gidişâtımız da sâlih olur.
    İşte bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: "Şu insanoğlunda bir et parçası vardır ki, o doğru olduğu zaman, onun diğer bütün uzuvları doğru olur. O bozuk olduğu zaman ise, onun bütün diğer uzuvları bozuk olur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir" buyurmuşlardır. Kalbin salâhı neyle mümkündür?
    Takvâ, Allâh'a (c.c) tevekkül, O'nu tevhîd ve amellerde ihlâs ile mümkündür. Takvâ sâhibi olan, Allah Teâlâ'ya tevekkül eden, O'nun birliğini tasdik eden ve amellerini de ihlâs ile yapan kişinin kalbi doğrudur. Kalbin müfsidliğinin, bozukluğunun sebebi ise onda, yukarıda sayılan özelliklerin bulunmayışıdır. Kalb, beden kafesinde bir kuştur. Yine o, tıpkı kutudaki bir inci, hazînedeki bir cevher gibidir. İtibar ise; kafese değil kuşadır, kutuya değil inciyedir, hazineye değil içindeki cevheredir.


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Tazirlerin Suçlulara Göre Mertebeleri
    By ACİZKUL in forum Hadis Bahçesi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.07.09, 03:53
  2. Risale-i Nur'da İman Mertebeleri ve Katedilmesi
    By ArzuNur in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 03.11.08, 22:34
  3. Nefsin afetleri
    By Konyevi Nisa in forum Kütübi Sitte
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.10.08, 10:58
  4. Nefsin Mertebeleri
    By Konyevi Nisa in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.06.08, 13:04

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •