Allah Resulünün bitkilerden en çok değer ver¬diği ve kokladığı “gül”, önce Mekke’de doğmuş, daha sonra o gül’ün kokusu bütün cihanı sarmıştır. Sevgiyle, fethedilemeye¬cek kale yoktur çünkü. Kılıcın yapamadığını çoğu kere gül tek başına yapabilmiştir. Gül, sevgilinin bakışlarındaki nur ve pırıltıdır. O pırıltıya, insanlar akın akın koşar. O’nun sevgi dolu kolların¬da yeni bir hayata başlamanın sevincini yaşar nihayet.
Gül’e sevgi dedik. Yani sevginin sembolü...
Turi Sîna’da Musa (a.s)’a Allah (c.c.):
“- Ya Musa benim için ne yaptın?”
Musa (a.s.), bu hitap karşısında;
“- Yarabbi, sizin için oruç tuttum, namaz kıldım, zekât ver¬dim...” der.
Allah’ü Teâlâ (c.c), Musa (a.s.)’a:
“- Namaz, oruç, zekât vs. senin için.”
Musa (a.s.) bir an şaşırır ve der ki;
“- Allah’ım, o halde sizin nezdiniz de en makbul ibadet ne¬dir?”
Bunun üzerine Allah (c.c.):
“- Ya Musa benim indimde en makbul amel, benim için bir kulu sevmek ve buğz (şahsına değil işlediği kötü fiiline) etmektir..”
Evet, bir kulu sevmek, Allah için en güzel amel. Öyle bir sevgidir ki:
“Ya Habibim sen olmasaydın... Sen olmasaydın... Sen olmasaydın, Kâinatı yaratmazdım”(Bkz. Acluni; II:164; Hâkim el Müstedrek, II:615) buyruğunda yer alan sır bir “gül”ün ifadesidir. Gül, aynı zaman da aşktır ve sevileni sevene, seveni sevilene bağlayan bir miski amber. Sevmenin alâmeti de seve¬nin sevdiğine itaat etmesidir. Rasûlüllah (s.a.v.)’de, en yüce mertebede olduğu halde, “Emr olduğun gibi dosdoğru ol” uyarınca hep hareket etti. Böylece hilâl’in ışık kaynağı “gül” sayesinde müminler, vahye ve sünnete itaatkâr kaldılar.
Peygamberimiz(s.a.v) ümmetine; “Amellerin en faziletlisi Al¬lah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” ferman buyurarak, ne yapmamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Bizleri şu hadisi şerifleriyle uyarmıştır. “Şüphesiz yumuşak davranmak her şeyde olsa, onu süslendirir. Bir şeyden (söz, hal ve aşağıya hakaret) alınırsa muhakkak onu lekelendirir.” Yine bir hadisi şeriflerinde; “Öğretiniz, kolaylaştırınız, bir de öfkelendiğiniz zaman sus” diye ikaz etmişlerdir. Sevmek, yumuşaklık ve sükût hali gül’ü tanımlar zaten. Allah (c.c.)’ın rızası iki şeyden ibaret:
1. Allah’ın yaptığını beğenmek, yani yunuşça kahrında hoş lütfünde hoş diyebilmektir.
2. Kalb kırmamak ve gönül yapmaktır, yani bir kalp kırdıysan bu kıldığın namaz nicedir diye düşünebilmektir.
Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “İnsanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okumaktasınız. Hiç mi aklınız ermiyor?” (Bakara Suresi: 44) buyurmaktadır. Ayeti celiliden de anlaşıldığı gibi Rabbül âlemin başkalarına eziyet vermeyi men ediyor. Zaten insanlara eziyet vermek, haklarına tecavüz etmek nefsin subuiye kuvvetindendir. Nefsin subuiye kuvvetinin fiiline “münker” denir. Subuiye kuvvetinin terbiyesi için ise:
—Pamuk misali yumuşak ol¬mak,
—Madem ateş olununca böbürlenmek var, o halde toprak olup mütevazı olmalı, yani kendimizi kusurlu görmek,
—Söz gümüşse, sükût altındır atasözü gereği sükût etmek,
—Temizlik her şeyin başı, o halde abdest ve gusül almak,
—Allah’ım şeytanın şerrinden sana sığınırım manasına Euzübillahimineşşeytanirracim demek,
— Allah’ı unutmamak adına kalbi zikirle meş¬gul etmek,
— Madem haddini hududunu bilmek var, o halde gazaplanmada ölçüyü aşmamak, bir hiddete kapılıp da yüze vurmamak ve sükûtla meclisi terk etmek gibi bir dizi tedbir zincirine başvurmak lazımdır.
Resûlüllah (s.a.v.): “Biriniz gazaplandı mı hüküm etmesin” buyuruyor. Hadisi şerif’ten de anlaşıldığı üzere, insan her an nef¬sin subuiye kuvvetine kapılıp gazaba gelebilir, bu durumda sükût etmenin etkili bir çözüm olduğu ortaya çıkıyor.
Gönül, kalbin köşelerinden bir köşedir. Bakın gönül konusunda Muhammed Şemseddin (k.s.) “Miftah’ül kulub” adlı eserinde nelerden bahsediyor. Gönüller açan bu kitabında özetle şu ifade¬ler yazılıdır: “Kalbe ilahi tecelli geldiği zaman, o gönül titremeye başlar. Titrerken de Allah’dan özel bir hediye ihsan edilir. Gelen hediye yumurta şeklinde bir cevher şişe olup, içi nur doludur. Rastgele bir kimse o gönüle dokunsa da o gönül kırılsa nurlar dökülür. Sıçrayan parçalar dokunan adamın, kalbine saplanır. İşte batini (iç) hastalıklar dokunan adamın kalbine bundan hâsıl olur.”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere gönül kırmak Allah korusun öldürücü zehir gibidir. O halde Allah cümlemizi kalp kır¬mayıp gönül yapanlardan eylesin. Zira gönlün dili “gül” dür. Karanlığı aydınlatan ışık ise Nübüvvet kokusudur.
İslâm’da bir gönül kırmanın beş bin defa Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır olduğu vurgulanmıştır. Yunus Emre Rabıtayı şöyle tarif eder: “Bin defa hacca gidip geleceğine bir gönle girmeye bak.” Yani Yunusumuz Yunusçasına “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diyerek gönlün ehemmiyetini belirtmiştir. Nasıl belirtmesin ki. Hakeza Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) mağarada Peygamber (s.a.v.)’le baş başa bulunduğunda, Resûlüllah (s.a.v.):
“- Ya Ebubekir, gönlünü gönlüme bağla” demiş, böylece “Rabıta”nın ilk dersi mağarada verilmeye başlıyor. Gönlü gönle bağla¬mak rabıtaymış meğer. Hakeza Necip Fazıl’ın, “O ve Ben” eseri ile “rabıtayı şerife” kitabı da bu anlamda gönlü gönle bağlamak için okunmaya değer iki müthiş eser. Arifler bu konuda tam anlamıyla: “Kâmil insanın gönlünü, Hakkın aynasıdır” tarzında ifade ediyorlar çünkü. Zira Kutsi hadis’te: “Ben kulumu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı ve tutan eli olurum” (Bkz. Buhari, Rikak, 38; İbnu Mace, Fiten,16; İbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l-Evliya, No.1; Beğavi, Şerhu’s-SünneI, 142.) beyanları “Rabıta” olayını, teyid eder zaten. Tabiî ki hadisi kutside geçen el, dil, göz ifadeleri mecazîdir, beşer ölçülerinde düşünülemez elbet.
Evet, bu konuda gül’e hasret bir nesil olarak bizde diyoruz ki: Gönlü muhabbet ateşiyle yanmayan ya cehennem ateşiyle, ya da kabir ateşiyle yanacaktır. Başka ateş yok zaten. Ya gönlü Hz. İbrahim’in aşk ateşin de “gül”e çeviririz, ya da dünyanın (Nemrutun) hevası ateşinde (Allah ko¬rusun) cehenneme... Hakeza Sina Çölü’nü aştıran ruh da, “gül”dü. Demek ki insan iki ateş arasında... Aşk ateşini tercih edenler gül deryasına dalıp, Allah aşkıyla sonsuzluğa kanatlanacak. Dünyanın hevası ateşine talip olanlar ise zulmet bataklığına dalarak gayya çukuruna saplanacak, başka seçenekte gözükmüyor gibi. O halde gül zulmü bertaraf eden tek gönül silahı. Nübüvvet nuru ise ışık¬ kaynağımız, bu böyle biline.
Güneşin dışı aydınlık, içi karanlıktır. İç aydınlık yalnız in¬sanda kodlanmış. İnsan onun için cümle âleme “eşrefi mahlûkat” ilan edilmiş. Yani insan yaratılmışların en üstünü olmaya hak kazanmış. Dolayısıyla sevginin çilesi yalnız insan da var. Bu günkü insanlık düştüğü girdaptan çıkabilmek adına sevgiye hasret kalmış. Dahası insanlık kaybettiklerini tekrar yakalamak çabasında...
Batı teknolojik se¬viyenin en üst doruğuna ulaştı, ama vücut tekniklerini keşfede¬medi. Oysaki batının bu konuda rehberi bizim kültürel kaynaklarımızda mevcut. Bu yüzden Pir-i Tür¬kistan Ahmet Yesevi, Mevlâna ve Yunus Emre, bizden daha çok batıda yankı bulup ruhi boşluğunu, bu Gönül Sultanlarıyla telafi edebileceğini idrak eder gibi. Biz ise kendi kıymetlerimizin kıymetini bilemedik hala. Müslümanların bu günkü perişanlığı, sevginin tükenmesi dolayısıyladır. Sevginin tükenmemesi için Allahın güllerine yönelmemiz gerekiyor.
“Gül”ü inkâr, in¬sanı inkâr demektir. Siz siz olun sakın ola ki Allahın güllerini inkâr etmeyesiniz. O güller solmasın, inşallah solmayacakta. Bizim güllerimiz böyle. Doğu dışında başka güller var mı? Elbette var, fakat bizim dışımızdakilerin bir eksiği var; ilahi soluk yok içinde. Zira ay füzesini yapan da, aya ilk ayak basan da sevgi ile dolu idi. Demek oluyor ki; sevgi fikrin, ilmin ve hemen hemen her şeyin ilham kaynağı. İnsanlık ancak bu kaynakla hamle yapabilmekte. Bakın ateistler manevi sübjektif değer¬leri inkâr etseler de farkına varmadan bir tür romantik Nazım Hikmet’in meyvelerini topluyorlar adeta. Bizim ülkemizle taban tabana zıt olsa da, İsrail’in kendi dünya görüşleri açısından “Arzı Mevudu” da, bir tür romantizmdir. Anlaşılan romantizm menfi fikirleri bile harekete geçirebi¬liyor. Aziz Nesin ateistti. Hatta ateizme gönül bağladı ve davası uğruna vakıflar yaptırdı, konferanslar tertip ettirdi, yüzlerce kitap yazdı bu uğurda. Bu arada Hekimoğlu İsmail, haklı olarak uyanalım diye; “Aziz Nesin bunları yaparken be¬nim Müslüman’ım ne yapıyor?” sorusunu sormak zorunda kalıyor. Bu gün inanan insanın en büyük eksikliği sevgiyi, aşkı, romantizmini kısaca “gül”ünü yitirmesidir. İnsanların gönlünü fethedemeyen toplumlar, insanın bedenine hâkim olmaya çalışmaktalar.
Batıda görülen “Neron” adlı vahşi insan tipleri, boğa güreşleri, Kazıklı Voyvoda ve insanların aslana yem verilmesi hep “gül” den (sevgisizlik) yoksunluğun göstergesidir. Batının orta çağda engizisyon mahkemeleri “gül”ü adeta giyotine vermiştir. Bizim tarihimizde ne kazıklı Voyvoda, ne Neron, ne giyotin, ne şu, ne bu var. Bu tür insanlık dışı unsurlar görülmez. Bizde düşmana bile bir ölçü tayin edilmiştir. Denilir ki, dostla düşman iki ayak gibidir. Düşman gidince tek ayakla kalınır. Kaldı ki tek ayakla da bir yere varılmaz. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. Nitekim Gül, zıtlıkları bile hoş görü ile karşılar.
Gül’e hasret bir nesil yetiştirmek şarttır, şarttan da öte bir vazife. Başta da zikrettiğimiz gibi Hadis’i Kutsi diye rivayet edilen levlake diye başlayan Hadisinde: “Habibim eğer sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım” buyuruyor. Allah (c.c.), en evvel O’nun cevherini (gül) yaratmıştı. Onun nuru Kâinatın aslıdır. Nitekim Annesi Âmine Hatun, dedesi Abtulmuttalib’e:
“- Doğan çocuğumu secdede olduğu halde gördüm. Sonra ellerini semalara kaldırarak bir şeyler söyledi” der. Bunun üzerine Abtulmuttalib:
“- O’nun çok yüce bir makam sahibi evlat olacağına in¬anıyorum” diyerek, “Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s.a.v.)”in ta doğarken nübüvvetini seziyor. Öyle bir gül kokusu ki, kısa zamanda etrafın dikkatini celb ediyor. Bir gün, Allah Resulü (s.a.v.) sordular:
“- Beni sever misin ya Ali?
“- Severim ya Resûlüllah.”
“- Hasan’la Hüseyin’i sever misin?”
“- Severim.”
“- Kızım Fatıma’yı sever misin?”
“-Severim ya Resûlullah.” Bu karşılıklı soru cevap ikileminde, en son olarak Fahri Kâinat (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.)’e tekrar sorar:
“- Peki ya Ali üç sevgi kalpte nasıl birleşir?” Bu suale Hz. Ali (k.v.) şaşırıp cevap veremez. Eve gelen Hz. Ali (k.v.) düşünceli durmakta. Duruma bir anlam veremeyen Hz. Fatıma anamız:
“- Ne düşünüyorsun? Bir şey mi oldu?”
Hz. Ali (k.v.) durumu anlatınca, anamız Hz. Fatıma tebessüm ederek,
“-Ya Ali! Allah iyiliğini versin buna cevap veremedin mi?” Ve ilave ediyor:
“- İnsanın Allah (c.c.) ve Resulüne (s.av.) sevgisi kalbi, zevcine (eşine) olan sevgisi nefsi, çocuklarına olan sevgisi ise fıtridir.” der.
Ertesi gün Hz. Fatıma anamızdan, akıl dolusu sözleri sayesinde bir gün önce veremediği Allah Resulüne iletince, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“-Ya Ali! Bu cevaptan nübüvvet kokusu geliyor.”
Evet, gül kokusu, hatta nübüvvet kokusu gelen bu eve ve Ehl-i Beyte sonsuz bir sevgi duymak kadar tabii ne olabilir ki? Zira İmam Hüseyin ve Hasan ehlibeyt neslin gülleridir. İmam Hüseyni Kerbela’da susamıştı, ama o güle bir damla da olsa suyu çok gördüler, susuzluktan, toprağın bağrında kan revan içerisinde gül bahçesinde şehit oldu böylece.
Gül ko¬kusu, daha Kâinat yaratılmadan önce zaten vardı. Peygamber (s.a.v.) Hatemül Enbiya ama aslında ilk Hilâl. Yani sonun başlangıcı... Gül, kokusu kıyamete dek sürecekte. Nübüvvet nuru da ışık vermeye devam edip böylece ötelere uzanacak. Sevmek gül’e hasret kalmaktır, asla taassupçuluk değildir. Başkasını küçümsemek hor görmek taassupçuluktur. Tanışmak, sevgi dolu olmak toplumda dayanışmayı ve ünsiyeti sağlar. Hz. Fatih’in İstanbul’u fethetmedeki kumandanlık meziyetinin yanı sıra yine Fatih’in gül koklarken kendini resimlemesi de bir o kadar manidar olsa gerektir. Her nedense günümüzde Moğol serdarlarına benzeyen gülden mahrum kuru kahramanlara imreniyoruz habire. Oysa önemli olan savaş yerine ilim, üre¬tim, aşk, sanat idame edebilmektir. Kuru kahramanlık o devrede vazifesini tamamlamış tekrar o misyonu zamanımızda canlandırmanın ne an¬lamı var ki. Deli Dumrul mu? Mimar Sinan mı? Cengiz Han mı? Elinde gül koklayan Fatih mi? Ve hangisi zamanımıza ışık tu¬tuyorsa tercihimizi o yönde kullanmalıyız. Göçebe dinamizmi ye¬rine, bilgi ve teknikte maharetli ideal insan tipi oluşturulabilir pekâlâ. Alp’lik tarihte “kılıç”tı, şimdi ise Alplik misyonumuz bilgisayar ol¬muş, stratejik silahlar olmuş, kalem olmuş, meslekler ve meşrepler olmuştur. Erenlik ise tarihte de, bugün de değişmeyen tek olgu. Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin temellerini attığı Horasan kültürünün en büyük yönü; değişmeyeni kavrayabilmesidir. Erenlik dün de “gül”, bugün de “gül”dür. Gül nübüvvet kokusu, gül zikir, gül hadimiyet, gül maneviyat ve kısaca gül vücudun iç dinamikleridir. Gül, iç dünyaya akıp değişmeyen tek hakikat-ı gevher. Ki; Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır (Bakara suresi ayet:17) ayetini Dr. Haluk Nurbaki Allah’ü Teala; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlamıştır. Gönül mühürlenince gerçekte her şey biter. Gönül gözü ile görmeyen bir şey görmüş sayılmaz. Ha¬dis’i Kutsi’de: “Kulum bana bir karış yakın olursa ben ona bir zira olurum, o bana yavaş gelirse ben ona süratle rahmetimi ona yağdırırım. Eğer o süratle gelirse bende onun kulağına, gözüne, eline, ayağına kuvvet veririm. O da kuvvetimi işitir, görür, tutar, yürür” buyurmaktadır. Zaten kalbe ait olan en önemli gerçek olgu; beynin bilgisayarın hard diskine yazılmış olanlarını hissetme sanatı denilen ön ferasettir. Nitekim iç sıkıntı, sevinme vs. buna misaldir. Cenabı Allah’ın (c.c.) akıl ile kavranması mümkün değildir. Akıl beş duyunun çerçevesinden hareket eder, kalp ise sezer. Bu yüzden Kur’an-ı Muciz’ül beyan doğrudan kalbe hitap eder: “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır (Bakara Suresi ayet 7)” Onun için Evliyaullah, metot olarak akıldan çok, kalpten hareket ederek insanları irşâd ederler. Bu metotları sayesinde beşeriyet Ehlullah’a, gönül sultanları demişlerdir. Allah dostları, ümmetin “gül” koklayıcılarıdır. Evliyaullah, aynı za¬manda kalp uzmanları olup, manevi tasarruf sahipleridir. Gerçek irşâd kutuplarıdır onlar. Evliyaullah’ın elinde ki gül ne kadar anlamlı, düşünebiliyor musunuz? Bu yüzden kalp: gül, irşâd ise Nübüvvet nuru demek, anlayana tabiî ki.
Topluma fuhşu ve kinle düşmanlığı hâkim kılan ise nefsin “vehmi kuvveti”dir. Vehmi kuvvet, kalbin yetmiş küsur şubelerini bozar da. Resûlüllah (s.a.v), “Kanın dolaştığı yerde muhakkak şey¬tanda dolaşır. Onun dolaşmaması için en kuvvetli silah “Lailahe illalahul fealu’dur” buyurmakta ve Hadisi Kutsi’de ise; “Kim gazap¬landığı zaman beni anarsa ben de gazap ettiğim zaman onu hatırlar mahv etiğim kimseler içerisinde (zikir) edeni mahv etmem” beyan ediliyor. İşte şifa budur. Fikrimizde zikrimizde O’dur. İnsan Allah’ı zikrederek fikrinin gülüne ulaşabiliyor ancak. Fikrinin gülünü elde edebilen insan vehmi kuvvetini de yenmiş olur böylece. Zira gül her derde devadır. Allah adı anılınca kalpte güller açmaya başlar da. O halde karanlık dünyamızı gül zikriyle Nübüvvet nuruna (ışığa, aydınlığa) çevirmek pekâlâ mümkün.
Fıtraten insanda üç sevgi var¬dır:
[B]1. Allah sevgisi,
2. Nefis sevgisi,
3. Mahlûk sevgisi.
Allah Resulü “Kişi sevdiği ile beraber haşr olunacak” (Bkz. Buhari, Edep, 96; Müslim, Birr, 165; Tırmizi, Zühd, 50; Hâkim, Müstedrek, IV,171.) buyurmakla kendimizi Allah sevgisine ulaştıracak sebeplere yapış¬mamızı beyan etmektedir. Yine Peygamberimiz (s.a.v): “Kişi kendine dost edindiği kimsenin dini üzerinedir. Dikkat edin ki, siz kiminle dostluk yapıyorsunuz” diye beyan buyurmakta. Gül ağacının gül¬leri dostlara, dikenleri ise düşmanlar içindir. Fakat insan, ba¬zen aşırı derecede sevdiği kimseye her türlü zayıf tarafını da aça¬bilir. İlerde bir düşmanlık meydana gelirse onlara silah vermiş olabilir. Bunun içindir ki; “Düşmandan bir defa, dosttan bin defa sakının” sözü hükema tarafından tavsiye edilmiştir. Resûlüllah (s.a.v) “Bir şeyi aşırı sevmen seni kör eder ve sağır eder (hatalar görünmez) buyurarak bu konuda ölçüyü ortaya koymuştur. Hatta aşırı sevgi insan iradesini de bozar. Her şey de olduğu gibi sevgide de ölçülü olmak gerek. Yine Peygamberimiz dostluk ko¬nusunda: “Kiminle arkadaşlık yaparsan güzel arkadaşlık yap” buyurmuşlardır. Arkadaş edindiğimiz arkadaşlara karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak zaruridir. Çünkü Hz. Ali (k.v.)’e isnat edilen bir şiirde; “okların açtığı yaralar iyileşip kaynaşır, ama dilin açtığı yara ne iyileşir ne de kaynaşır” bir uyarı niteliğinde sözler olup insanlarla ilişkilerde nasıl davranılacağı hususunda bizlere işaret vermekte adeta.
Aynı zamanda gül ölçüdür. Nübüvvet nuru ise o ölçünün kandilidir. Gül’e hasret bir nesil yetiştirmek bugün değilse ne zaman? Oysaki bütün meseleler “gül”den uzak kalmamızdan kaynaklanmakta. Beşeriyetin bir an ev¬vel özlediği “gül”e ulaşmasında ne var ne yok bütün imkânlar seferber edilmelidir. Gül’e ulaşan insanlık ister istemez Allah Resulünün de şu sözlerine muhatap kalacaktır: “Allah bir insanı sevdi mi Cibril’e şu emri verir; Ben filan adamı severim. Cibril de semada olanlara filan oğlu, filanı Allah sever siz de onu sevin der. Yerdekiler de artık onu sever.” (Bkz. Buhari, Edep, 41; Müslim; Birr, 48; Beğavi, Şerhu’s-Sünne, XIII,55–56; Malik, Şear,15; İbnu Hıbban; Sahih, I,291) İşte hakiki sevgi bu. Allahın kulu sevmesiyle birlikte halkında onu sevmesi ne güzel bir duygu seli...
Peygamberimiz (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderildi. Daha önce de Peygamberler geldi. Hepsi çeşitli çilelere maruz kaldı. Nuh (a.s) kavminin helak ol¬ması için dua etti, helak oldular. İbrahim (a.s.) da mülk âlemine baktı, asilerin isyanını görünce onların aleyhinde dua etti, onlarda helak oldular. Resûlüllah (s.a.v) çok cefa çekti, ama beddua etmedi, aksine O (s.a.v); Ümmeti... Ümmeti... Ümmeti... dedi. Yani helak olunuz demedi, bilakis af edilmeleri için niyazda bulundu. Hadis’i Kutsi’de: “Rahmetim gazabımı geçti” düsturunca hareket etti. Dahası Resûlüllah (s.a.v) kendisine yapılan her türlü eza karşısında; “Allah’ım ümmetime hidayet eyle, onlar bilemiyorlar” dedi. İşte gül Peygamber’in (s.a.v) kitapla, kalemle, akılla izah edilemeyecek tavırları bu. O deryayı ummandır. Hz. Ebubekir gül Peygam¬beri için şu sözleri söylüyor: “Hz. Peygamber’e salâvat getirmek, günahları yok etmek bakımından sudan daha fazla temizleyicidir.” Gerçekten de Gül, gönülleri temizleyen tek ilaç. Aynı zamanda O’nun tenindeki gül kokusu en büyük nuru maneviyedir.
“Gül”ü tarif etmek zor olsa gerektir. Karınca kararınca biraz aralayabildiysek, şükürler olsun.
Sözün özü; Nebi “gül”e âşık, gül de Nebi’yi Ekrem’e âşık, Allah Resulü’nün kalbi gül’dü. Nitekim çocuk yaşta sütannesi Halime’nin evindeyken melekler tarafından göğsü yarılıp gül suyu ile yıkanmıştı, bu yüzden o kalp gül’e hasret, gülde O’na müştak. Bizlerde Gül’e kavuştuğumuzda gönüller durulacak elbet. Hâsılı kelam; İnşallah demekten başka sığınacak gül dalımız yok.
Sallallahü aleyhmuhammed, Sallallahü aleyhvesselam
kaynak:ALPEREN GÜRBÜZER