5 sonuçtan 1 ile 5 arası

Konu: LemeÂt

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Lemeat

    Lemeât




    مِنْ بَيْنِ هِلاَلِ صَوْمٍ وَهِلاَلِ الْعِيدِ
    1




    Çekirdekler Çiçekleri



    Risale-i Nur şakirtlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.



    Müellifi:
    Bediüzzaman Said Nursî






    Tenbih



    BU Lemeât namındaki eserin, sair divanlar gibi, bir tarzda, bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi, eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalâta, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur’ânîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki, nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ2 sırrının bir nümunesini gösteriyor.

    Bu eser, birçok meşâğil ve Dârü’l-Hikmetteki vazife içinde, yirmi gün Ramazan’da, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle, manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkül olduğu cihetle, birden, dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab’edilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir harikadır. Hiçbir nazımlı divan bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşaallah bu eser bir zaman Risale-i Nur Şâkirdlerine bir nevi mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risale-i Nur’un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nev’inden müjdeli bir fihrist hükmündedir.


    Risale-i Nur şakirdlerinden
    Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev






    İhtar



    اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ
    3



    kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden, ona kıymet vermezdim. Safiyeyi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta, en âli hakikatlere en müşevveş bir libas giydirdim.

    Evvelâ, daha iyisini bilmezdim. Yalnız mânâyı düşünüyordum.

    Saniyen, cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim.

    Salisen, Ramazan’da kalble beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûp ihtiyar edildi.

    Fakat, ey kàri, ben hata ettim, itiraf ederim; sakın sen hata etme. Yırtık üslûba bakıp, o âli hakikatlere karşı dikkatsizlikle hürmetsizlik etme.


    __________________





    1 : Ramazan hilâli ile bayram hilâli arasından doğmuştur
    2 : “Biz ona şiir öğretmedik.” Yâsin Sûresi, 36:69.
    3 : “Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır.” Ali ibni Ebî Talib, Nehcü’l-Belâğa, s. 780

  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: LemeÂt

    İfade-i Meram



    Ey kàri! Peşinen bunu itiraf ederim ki, san’at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekîyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise, ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birden bire, zihnime, nazma musırrâne bir arzu geldi. Sahabelerin gazevâtına dair Kürtçe Kavl-i Nevâlâ Sîsebân 1 namında bir destan vardı. Onun ilâhi tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus, onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim, nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat’iyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mânâ anlaşılsın. Her kıt’ada ittisal-i mânâ vardır; kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesiz olur. Zannımca, lâfız ve nazım san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânâdan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.

    Şu eserimde üstadım Kur’ân’dır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kàri, müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur. Beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazan’ın feyzi (HAŞİYE) olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah din kardeşimin kalbine tesir eder de, lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fâtiha okur.





    Ed-Dâî



    2Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
    Said’den yetmiş dokuz emvat 3 bâ-âsâm âlâma.

    Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
    Beraber ağlıyor 4 hüsrân-ı İslâma.

    Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
    Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma.

    Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya
    Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.

    Zira yemin-i yümn-ü imandır,
    Verir emn ü eman ile enâma.






    HAŞİYE Hattâ, tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلاَلَىْ رَمَضَانَ çıkmış. Yani, “Ramazan’ın iki hilâlinden doğmuş bir edep yıldızıdır.” (1337 eder.)

    1 : Ashab-ı Kirâmın kahramanlıklarından bahseden dört yüz beyitlik uzun bir kasidedir. Zühd ve takvasıyla tanınan Molla Ağa es-Zibarî tarafından Kürtçe kaleme alınmıştır.
    2 : Bu kıt’a onun imzasıdır.
    3 : Her senede iki defa cisim tazelendiği için, iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak.
    4 : Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kablelvuku ile hissetmiş.

  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Lemeat

    بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


    اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

    وَالصَّلٰوةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ1


    Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı


    Şu kâinat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir.
    Evet tevhid-i Rahmân’la, büyük bir sesle zâkirdir ki:
    لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ2

    Bütün zerrât hüceyrâtı, bütün erkân ve âzâsı birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    O dillerde tenevvü var, o seslerde merâtip var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Bu bir insan-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerrâtı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kur’ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık burhan, bütün âyât sadık lisan, şuâât barika-i iman, beraber der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan’ın sinesine; derinden tâ derine, sarihan işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve mukni ve burhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Şu burhan-ı münevverde, cihât-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkâştır müzehher sikke-i i’câz içinde parlayan nur-u hidayet, der ki: لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki, لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Yemîn olan şimalinde eder vicdanı istişhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
    Emâm olan verâsında ona mesned semâvîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbânî. Bu şeş cihet ziyadardır, burûcunda tecellîdar ki, لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    Evet, vesvese-i sârık, bâvehim şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sûreler şâhık, her kelime bir melek-i nâtık ki,

    لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

    O Kur’ân-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sûre-i İhlâs; fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan... Bütün envâ-ı şirki reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, şu altı cümlede birden:

    Birinci cümle:
    قُلْ هُوَ 3karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey, لاَ هُوَ اِلاَّ هُوَ4

    Şu, tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki: لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ5

    İkinci cümle:
    اَللهُ اَحَدٌ6 dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ7

    Üçüncü cümle: اَللهُ الصَّمَدُ8 dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ9

    İkinci dürrü: tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinatta, vücut ve hem bekâda, müessire ihtiyaç lisanı der ki: لاَ قَيُّومَ اِلاَّ هُوَ10

    Dördüncü: لَمْ يَلِدْ11 dir. Bir tevhid-i celâli müstetirdir. Envâ-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

    Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzî eden elbet ne hâlıktır, ne kayyumdur, ne ilâh.

    Veled fikri, tevellüd küfrünü
    لَمْ12 reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah.

    Ki İsâ (a.s.), ya Üzeyr’in, ya melâik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh.

    Beşincisi:
    وَلَمْ يُولَدْ13 Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlâh.

    Yâni, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah.

    Esbabperesti, nücumperestlik, sanem-peresti, tabiatperestlik şirkin birer nev’idir; dalâlette birer çâh.

    Altıncı:
    وَلَمْ يَكُنْ 14 Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zâtında nazîri, ne ef’âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lâfzına nazargâh.

    Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, müselseldir berâhin, müretteptir netâic şu sûrede karargâh.

    Demek şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde müselsel, hem mürettep otuz sûre münderiç; bu bunlara sehergâh.
    لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ15







    1 : Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamd, Peygamberlerin Efendisi olan zâta ve onun bütün âl ve ashabına salât olsun.
    2 : “Ondan başka asla ilâh yoktur.” Âl-i İmran Sûresi, 3:18; Tevbe Sûresi, 9:129; Hûd Sûresi, 11:14
    3 : “De ki: O…” İhlâs Sûresi, 112:1.
    4 : Ondan başka o yoktur.
    5 : Ondan başka görünen birşey yoktur.
    6 : “Allah birdir.” İhlâs Sûresi: 112:1.
    7 : Ondan başka kendisine ibadet edilen kimse yoktur.
    8 : “Allah Samed’dir; herşey Ona muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.” İhlâs Sûresi: 112:2.
    9 : Ondan başka yaratıcı yoktur.
    10 : Ondan başka eşyanın varlığını devam ettiren yoktur.
    11 : “O doğurulmamıştır.” İhlâs Sûresi, 112:3.
    12 : (Olumsuzluk edatı) “Değildir.”
    13 : “O doğurulmamıştır.” İhlâs Sûresi, 112:3
    14 : “Olmadı.” İhlâs Sûresi, 112:4.
    15 : Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.

  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Lemeat

    Sebep sırf zâhirîdir


    İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

    Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola (HAŞİYE) kudret eserinde.

    • • •


    Vücut âlem-i cismanîde münhasır değil


    Vücudun hasra gelmez muhtelif envâını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

    Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.

    • • •


    Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi îlân eder


    Eser-i itkan-ı san’at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbabının icadını.

    Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

    • • •


    Birşey herşeysiz olmaz


    Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecavüb, hem teâvün gösterir.

    Ki yalnız bir kudret-i âlemşümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

    Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.

    Her nereden gelirse gelsin, nidâ-i hâcete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

    Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.

    • • •


    Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir


    Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin müncezip seyyar olan yemişleri.

    Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

    • • •


    Küçük Şeyler büyük şeylerle merbuttur


    Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka güneşi, hem kehkeşi halk eylemiş.
    Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka manzume-i şemsiyeyi nazm eylemiş.
    Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlaka semâ gözüne ziya sürmesi çekmiş,

    Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

    • • •


    Kâinatın nazmında büyük bir i’caz var


    Kâinatın gör ki telifinde bir i’caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bi’l-farzı’l-muhal

    Ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar,

    O i’câza karşı nihayet acz ile bil’imtisal

    Ederek secde ki:




    • • •


    Kudrete nisbet herşey müsavidir




    Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.

    Onda merâtip olmayıp, mevâni tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz, nisbet tefavüt eylemez.

    Çünkü herşey bağlıdır herşey ile. Herşeyi yapamayan birşeyi de yapamaz.

    • • •


    Kâinatı elinde tutamayan zerreyi halk edemez


    Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücumu, hasra gelmez,
    Şu fezanın başına, hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.

    Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-yı halk edip iddia-yı icad edemez.

    • • •


    İhya-yı nev’, ihya-yı fert gibidir


    Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

    Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.

    • • •


    Tabiat bir san’at-ı İlâhiyedir


    Değil tâbi’ tabiat, belki matba’. Değil nakkâş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.

    Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattir, değil haric-i hakikattar.

    • • •


    Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır


    Vicdanda mündemiçtir bir incizap ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizap.

    Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemâl görünse, etse tecellî daim pürşâşaa bîhicap.

    Bir Vâcibü’l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemâl, şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadet-meab.

    Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap.

    • • •


    Fıtratın şehadeti sadıkadır


    Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,

    Meyl-i nümüv der: “Ben sünbüllenip meyvedar...” Doğru çıkar beyanı.

    Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı

    Ki, “Ben piliç olurum, izn-i İlâhî ola.” Sadık olur lisanı.

    Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürudetin zamanı.

    İçindeki inbisat meyli der: “Genişlen, bana lâzım fazla yer.” Bir emr-i bîemânî...

    Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî,

    O demiri parçalar. Şu meyelânlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdânî,

    Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlâhî, idare-i ekvânî,

    Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisal, evâmir-i Rabbânî.

    Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki incizap ve cezbe iki musaffâ cânı,

    İki mücellâ camdır. Akseder içinde cemâl-i lâyezâlî, hem de nur-u imanî.

    • • •


    Nübüvvet beşerde zaruriyedir


    Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette,

    Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.

    Meleklerde Mirac, insanlarda şakk-ı kamer gibidir


    Bir mirac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velâyet var.

    O parlak zât, burâka binmiş de berk olmuş, kamervâri serâser âlem-i nuru da görmüştür.

    Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu’cize nasıl ki


    Bu Miracdır âlem-i ervahtaki sakinlere en büyük bir mu’cize ki


    • • •


    Kelime-i şehadetin burhanı içindedir


    Kelime-i şehadet: Vardır iki kelâmı. Birbirine şahittir, hem delil ve burhandır.

    Birincisi, sânîye bir burhan-ı lümmîdir. İkincisi, evvele bir burhan-ı innîdir.

    • • •


    Hayat bir çeşit tecellî-i vahdettir

    Hayat bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.

    Hayat birşeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.

    • • •

    Ruh, vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanundur


    Ruh bir nuranî kanundur; vücud-u hâricî giymiş bir namustur, şuuru başına takmış.

    Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

    Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir.

    Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder.

    Eğer envâdaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u hâricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.

    Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

    • • •


    Hayatsız vücut adem gibidir


    Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak: Nur-u hayat olmazsa,

    Vücut adem-âlûddur, belki adem gibidir. Evet, garip, yetimdir, hayatsız ger kamer’se.

    • • •


    Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur


    Ger mizanü’l-vücutla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.
    Bence küre hayevândır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan,

    Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.

    • • •


    Nasrâniyet İslâmiyete teslim olacak


    Nasrâniyet intıfâ, ya ıstıfâ bulacak. İslâma karşı teslim olup terk-i silâh edecek.

    Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi, Purutlukta görmedi ona salâh verecek.

    Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.

    Hazırlanır şimdiden (HAŞİYE2) yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâma mal olacak.

    Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir, “İsâ, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”

    • • •


    Tebeî nazar, muhali mümkün görür


    Meşhurdur ki, îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse birşey görmedi.

    Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki, “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.

    O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi,

    Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.

    Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.

    O hareket nerede, Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek muhaldir ender muhal!

    • • •


    Kur’ân âyine ister, vekil istemez


    Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale.

    Şeriat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer’î, zaruriyât-ı dinî birer elmas sütundur.

    İçtihadî, hilâfî, fer’î olan mesâil, yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi

    Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni, Kur’ân ve hem hadistir. Onun malı; oradan her zaman istemeli.

    Kitaplar, içtihadlar Kur’ân’ın âyinesi, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’cizbeyan.

    • • •


    Mubtıl, bâtılı hak nazarıyla alır


    İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasten hakkı arıyor. Bazan gelir eline, bâtılı hak zanneder; koynunda saklıyor.

    Hakikati kazarken, ihtiyarı olmadan dalâl düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.

    • • •


    Kudretin âyineleri çoktur


    Kudret-i Zülcelâlin pek çoktur mir’atları. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.

    Sudan havaya kadar, havadan tâ esire, esirden tâ misale, misalden tâ ervâha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

    Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnât-ı seyyâle.
    Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vahide, olur milyon kelimat.

    Acip istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülât.

    Temessülün aksâmı muhtelifedir


    Âyinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet, ya beraber hâsiyet, ya hüviyet hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.

    Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.

    Bir ruh-u nuranînin, kendi mir’atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp,

    birer nur-u münbasıt.

    Ger şems hayevân olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru. Şu havassa mâliktir âyinede timsali.

    İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrâil hem Sidrede, hem suret-i Dıhye’de, meclis-i Nebevîde,

    Hem kim bilir kaç yerde! Azrâil’in bir anda

    Allah bilir kaç yerde ruhları kabz ediyor. Peygamberin bir anda,

    Hem keşf-i evliyada, hem sadık rüyalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.

    Velilerin abdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

    • • •


    Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz


    İçtihadın şartını hâiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.

    Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriatten olur, lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.

    İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şer’î görür. Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor.

    Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.

    • • •


    Nur-u akıl kalbden gelir


    Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

    O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

    Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.

    O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.

    Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

    • • •


    Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise


    Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.

    Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

    İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, Taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda,

    Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.

    Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde,

    Sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.

    • • •


    Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli


    Hakikî mürşid-i âlim, koyun olur, kuş olmaz; hasbî verir ilmini.

    Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

    Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.

    • • •


    Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur


    Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise oluyor bir cüz’ün ademiyle; tahrip eshel oluyor.

    Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, daim tahripkâr olur.

    • • •


    Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı


    Hikmetteki desâtir, hükûmette nevâmis, hakta olan kavânin, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,

    Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatte şeâir kalır mühmel, muattal; umur-u nasta olmaz müstenid ve mu’temid.

    • • •

    Bazan zıd, zıddını tazammun eder


    Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını (HAŞİYE 3)

    Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî,

    istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.

    • • •


    Menfaati esas tutan siyaset canavardır


    Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra müfterisdir, canavar.

    Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar.

    Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.

    • • •


    Kuvâ-yı insaniye tahdit edilmediğinden cinayâtı büyük olur


    Hayvanın hilâfına, insandaki kuvveler fıtrî tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü şer, lâyetenâhî gider.

    Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inat birleşse, öyle günah oluyor (HAŞİYE 4) ki beşer şimdiye kadar

    Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

    Hem meselâ, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâmın felâketini kalben arzu eder.

    Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

    • • •


    Bazan hayır, şerre vasıta olur


    Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme,

    Tekebbüre; hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.

    Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse,

    Havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş’et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma,

    Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, “Hasan Ağa, aferin!” Hasıl olan şer ise,

    Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!

    • • •


    Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir


    Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler,

    Etrafında gezerler.

    Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.

    • • •


    Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış


    Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler,

    Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar,

    Acından ölse neme lâzım.” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler.”

    Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.

    O da zekât-ı şer’î ki bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.

    Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı.

    • • •


    Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli


    Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
    Sadâ-yı ihtilâlî, vâveylâ-yı intikamî, kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor
    Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saıkası. Aşağıdan çıkmalı
    Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

    Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
    Kur’ân’ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribâya der “Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli.”

    Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. (HAŞİYE) Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.

    • • •


    Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır


    Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.

    Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

    Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

    Gayr-ı meşru tarik, zıdd-ı maksuda gider




    Avrupa muhabbeti gayr-ı meşru muhabbet, hem taklit ve hem ülfet.

    Âkıbeti mükâfat: mahbubun gaddârâne adâveti, cinâyat.

    Fâsık-ı mahrum bulmaz ne lezzet ve ne necat.

    • • •


    Cebir ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur


    Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesâibe nazar olur kadere.

    Söz olur Cebrîye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife. Söz olur İtizâle. İtizal ile Cebir

    Şurada barışırlar.

    Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.

    • • •


    Acz ve ceza’ biçarelerin kârıdır


    Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

    Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza’a sarılma.

    • • •


    Bazan küçük birşey büyük bir iş yapar


    Öyle şerâit oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn.

    Öyle hâlât oluyor ki, küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn.

    Bazılara bir an bir senedir


    Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey’en şey’en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.

    Şerâite bakıyor, ona göre değişir. Bazan tedricî gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmanî; birden bire fışkırıyor.

    Nuranî bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur, bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber

    Birden bire kalb eder bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver.

    Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.

    Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.

    Cezîretü’l Arabda, fahm olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser,

    Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

    • • •


    Yalan bir lâfz-ı kâfirdir


    Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.

    Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

    Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” kendine düstur etmeli.

    Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

    Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Sûizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın kàtili.

    Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer’î muvazeneleri


    Birinci Harbin Mütareke başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde benden sual ettiler:

    “Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?” Asr-ı hazır meb’usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

    Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekâsı, hem kelimetullahın i’lâsı için, farz ı kifâye-i cihâdı, o lâzıme-i diyanet,

    Deruhte ile, kendini yekvücud-u vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,

    Şu millet-i İslâmın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet

    İstikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbale tebdil eder zîhimmet.

    Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet,
    Tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,

    Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit

    İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet,

    Esaslara dikkat et, âsarlara nazar et. Şimdiki medeniyet esâsâtı menfidir. Menfi olan beş esas ona temel, hem kıymet.

    Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

    Hedef-i kastı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir tezâhum ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

    Hayattaki kanunu teâvün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidâlin şe’ni budur: tenâzu’ ve tedâfü’. Bundan çıkar sefalet.

    Akvamların beyninde rabıta-i esası: âharın zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

    Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket.

    Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti hevâ, hevesi teşci, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahet.

    O hevâ, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

    Şu medenîlerden çoğu eğer içi dışına çevirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret.

    Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mizanıdır şeriat.

    Şeriatteki rahmet, semâ-i Kur’ân’dandır. Medeniyet-i Kur’ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet.

    Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.

    Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet; zâil olur adâvet.

    Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teâvündür. O düsturun şe’nidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemaat.

    Suret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-yı hidayettir. O hüdânın şe’nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet,

    Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetül-vahdeti de: Tard eder unsuriyet, hem de menfi milliyet.

    Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i îmânî. Şu rabıtanın şe’nidir samimî bir uhuvvet,

    Umumî bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

    Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

    Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.

    Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zalim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.

    Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

    Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.

    Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebittir. Gayr-ı zarurî hâcâtı havâic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

    Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

    Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev’e vermiştir servet, haşmet.

    Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet,

    Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi (HAŞİYE6) daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki istinkâf-ı mânidar, hem de bir câ-yı dikkat.

    Kabulde muztariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-i Garrâda olan nur-u İlâhî, hassa-i mümtazıdır istiğnâ-yı istiklâliyet.

    O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm etsin. Onda olan hidâyet,

    Bundaki felsefe ile mezc olmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman beslediği şeriat,

    Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan tutmuş yed-i beyzâda hakaik-i şeriat. O yemîn-i beyzâda birer asâ-yı Mûsâdır. Sahhar medeniyet

    İstikbalde edecek ona secde-i hayret.

    Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev’emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti.

    Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

    Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el’an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.

    Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti

    Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.

    Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’ân’da olan nuru, şeriat hidayeti,

    Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu ittihadı.

    O dehâ ile bu hüdâ menşeleri ayrıdır. Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor; dimağı da işletir.

    Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

    İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver.

    Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad ı nefsanî neşvünemâ buluyor.

    Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor

    İnsanı yükseltiyor.

    Deccal-misal (HAŞİYE7) dehâ-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.

    Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nurunu serper.

    Bu sırdandır, dehâ a’mâ-i asam; hüdâ semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

    Minnetsiz gasp ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.

    Hüdânın nazarında, zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde

    Serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

    Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı,

    Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî,

    İslâmî inkılâptan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

    Musibet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

    Hangi ef’âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

    Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. Dedim:

    Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,

    Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate.

    Semâvâttan indirdi

    Tufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

    Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet-i fikri idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı.

    Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.

    Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

    Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

    Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu.

    Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

    O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

    Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a’mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.

    Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,

    Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî bu sözü tahsin etti.

    Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rüyadır.
    Rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said Nursî.

    • • •


    Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar


    İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılâp hakikate. Hem açar hurâfâta kapılar.

    Küçüklüğümde gördüm ki, hasf olmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”

    Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz hakikat zannedilmiş. Medar-ı şems ve kamer tekatu noktaları olan re’s ve zenebde arzın haylûletiyle, bir emr-i İlâhiyle münhasif olur kamer.

    İki kavs-ı mevhûme tinnîneyn yad edilmiş, hayalî bir teşbihle isim müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır.

    • • •


    Mübalâğa zemm-i zımnîdir


    Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i zımnîdir.

    İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir.

    • • •


    Şöhret zalimedir


    Şöhret bir müstebittir; sahibine mal eder başkasının malını.

    Meşhur Hoca Nasreddin letâifi içinde, zekâtı, asıl malı.

    Rüstem-i Sistanî, onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefâhir-i İran’ı.

    Gasb ve garetle şişti o namdar hayali, hurâfâta karıştı, attı nev-i insanı.

    • • •


    Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler


    Şu Jön Türkün hatası: Bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

    Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

    Medeniyet sistemi (HAŞİYE8) bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.

    Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.

    Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi

    Milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat; ondan olmuş tenâsi.

    Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil


    Dalâlet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.

    Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’ân işaret eder. Sekerâtı tatmamış, herbir şehid kendini

    Hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor.

    Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer:

    İki adam rüyada lezâiz envâına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir; lezzet almıyor.

    Onu müferrah etmez; belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; hakikî lezzet alır, ona hakikî olur.

    Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.

    • • •


    Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli.


    Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.

    Adalet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu.

    Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz ediyor nazara. Biri mahz ı adalet. Bu düstur-u azîmi ki

    Fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlâhî ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

    Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,

    Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev’in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî

    Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harap eder dünyayı, imhâ eder benî Âdemi.

    • • •


    Zaaf hasmı teşci eder; Allah abdini tecrübe eder, abd Allah’ını tecrübe edemez


    Ey hâif ve hem zaif! Havf ve za’fın beyhude, hem senin aleyhinde tesirât-ı haricî teşcî eder, celb eder.

    Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket; netice Allah’ındır.

    İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım” der.

    Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabbim muvaffak etsin; ben de bunu işlerim” dese tecavüz eder.

    İsâ’ya demiş şeytan: “Madem herşeyi O yapar. Kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?” İsâ dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan.”

    • • •


    Beğendiğin şeyde ifrat etme


    Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

    • • •


    İnadın gözü, meleği şeytan görür


    İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

    Muhalif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.

    Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma


    Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

    • • •


    İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dahilde nizâ ve husumet istemez


    Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:

    Hüve’l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve’l-hasen yerine hüve’l-ahsen olmalı.

    Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”

    Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.”

    Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.

    Dert ile dermanlar

    Taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü eder.

    İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

    İki mizaca göre mesâil-i fer’îde hakikat sabit değil; izafî ve mürekkep. Mükellefîn mizaçlar

    Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

    Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mîzaca. Taassub-u mezhebî tâmime sebep olur.

    Tâmimin iltizamı sebep olur nizâa. İslâmiyetten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

    Hem tebâüd-ü acîbi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddit mezhepler.

    Beşerde bir inkılâp İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihad, vâhid oldu peygamber.

    Seviye bir olmadı; mezhep taaddüt etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhepler.

    • • •


    İcad ve cem-i ezdadda büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir


    Ey birader-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın cem’indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

    Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde dârrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?

    Hakaik-i nisbiye sübut, takarrur etsin. Birşeyde çok şey olsun; bulsun vücut, görünsün. Sür’at-i hareketle bir nokta bir hat olur.

    Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nuranî. Hakaik-i nisbiye vazifesi dünyada daneler sünbül olur.

    Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizamı, alâik-i nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.

    Hararette merâtip, ona olmuştur sebep tahallül-ü burudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür; sebep, illet oluyor.

    Ziya zulmete borçlu; lezzet eleme medyun; sıhhat marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tâzip etmez. Zemherirsiz olmuyor;

    Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez. O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.

    O Kadîr-i Lâyezâl, cem-i ezdad içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlâhî lâzime-i zâtî olur.

    O Zât-ı Ezelîye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtip olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.

    O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.

    Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çîn-i cebînindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

    Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. Şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.

    Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki şems i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

    Semâvât bir denizdir; bir nefes-i Rahmân’la çîn-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

    Kudret tecellî etti, o katarâta serpti nuranî lemeâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem’a timsaldir.

    O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücellâ camını o lümey’a zücâce dürri-misal parlıyor,

    O şebnem-misal yıldız lâtif gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir siraç, gözü olur zücâce, misbâhı nurlanıyor.

    Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun


    Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.

    Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.

    Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,

    İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.

    Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen.

    Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

    İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

    Ramazan’da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü’l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,

    İphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

    Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen,

    Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

    Şey’en şey’en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.

    • • •


    Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır


    Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

    Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazap zemîme.

    • • •


    İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır


    Ey müsrifli kardeşim! Tagaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

    Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.

    Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

    Onun tesiri menfi, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.

    Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

    İsrafın en sefîhi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.

    • • •


    Zâika telgrafçıdır; telziz ile baştan çıkarma


    (HAŞİYE9) Rububiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudut karakolu. Hem,

    Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde damarları telefon, âsapları telgraf hükmüne vaz eylemiş. Şâmme telefonu, hem

    Telgrafa zâika inâyet memur etmiş o Rezzâk-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife, taam ve levn ve hem

    Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o rezzak cânibinden birer ilânnâmesi, birer davetnâmesi, bir izinnâmesi, hem

    Bir dellâldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur.

    Mürtezik hayvanlara zevk ve rüyet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem,

    Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş. Hevâî gönülleri avutup, lâkaytları tehyic ile cezb etmiş. Vaktâ, taam girse, hem

    Ağıza, birden bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. Şamme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem

    Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır. Ya cevab-ı red gelir, hem

    Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnâyet tarafından madem buna memurdur. Zevkî baştan çıkarma. Hem,

    Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir. Bir iştiha-yı kâzip gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile, hem

    İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar; doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide şah, hem

    Gedâ beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet, berhem-zened. Eleme olur merhem.

    • • •


    Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir


    Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât. Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlâhî.

    Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfî nazarla, hem san’at noktasında “Ne güzeldir” yerine “Ne güzel yapmış Sâni; nasıl yapmış o mâhî!”

    Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkâş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kast ve itkan, tenvir eder şübehi.

    Döner ulûm-u kâinat, maârif-i İlâhî. Eğer mânâ-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigâhı,

    Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Biçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

    • • •


    Böyle zamanda tereffühte izn-i şer’î bizi muhtar bırakmaz


    Lezâiz çağırdıkça “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim” düstur eden, bir mescidi yemedi. (HAŞİYE10)

    Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.

    Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer’î kalmadı.

    Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tagaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,

    Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddîde tereffüh noktasında benzemek.

    • • •


    Zaman olur ki, adem-i nimet, nimettir


    Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir.

    Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur.

    Her musibette bir cihet-i nimet var


    Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl herşeyde vardır,

    Bir derece-i hararet. Her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,

    Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa istizamla ürkersen, “of, of”la üflersen, o da aksine şişer.

    Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur.

    Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.

    • • •


    Büyük görünme, küçülürsün


    Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için

    Elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,

    Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

    Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek,

    Uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek.

    Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.

    • • •


    Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir


    Bir haslet; yer ayrı sima bir. Kâh dev, kâh melek, kâh salih, kâh talih. Misali şunlardır:

    Zaifin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

    Kavînin bir zaife karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaifte, tezellül ve riyâdır.

    Bir ulül’emr, makamında olursa ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir.

    Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

    Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta, müsamaha hamiyet, fedakârlık bir haslet, bir amel-i salihtir.

    Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta, müsamaha hıyânet, fedakârlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.

    Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

    Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.

    Mevcut mala iktifâ, mergub kanaat değil, belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

    Kur’ân mutlak zikreder sâlihât ve takvâyı. İphamında remz eder makamatın tesiri. Îcâzı bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.

    • • •


    “El-hakku yâ’lû” Bizzat, Hem Âkıbet Muraddır


    Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Madem el-hakku ya’lû haktır. Neden kâfir Müslime, kuvvet hakka galiptir?”

    Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

    Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir.

    Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.

    Lâkin âkıbetü’l-âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.

    İkinci nokta şudur:

    Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.

    Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.

    Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de, her dem sabit değildir.

    Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.

    Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.

    Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemâlden iki şer’î tecellî, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir.

    O da şer-i tekvînî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhure. Teşriî evâmire karşı itaat, isyan

    Nasıl olur.

    Öyle de, tekvînî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür

    Mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleban dâr-ı dünyada çeker mükâfat ve ikabı. Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir, atâletin mücâzâtı sefalet. Öyle de, sa’yin sevabı olur servet.

    Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.

    Bazan iki şeriat evâmiri, birşeyde beraber müçtemidir; herbirine bir cihet. Demek tekvînî emre itaat ki bir haktır.

    İtaat galip olur o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa

    Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlûptur. Fakat bizzat değildir.

    Demek “El-hakku ya’lû” bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

    Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

    Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,

    Tâ mahz ve hâlis çıksın, mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakîn” ona vurur bir darbe.

    İşte, bâtıl mağlûptur. “El-hakku ya’lû” sırrı onu çarpar ikaba. İşte hak da galiptir.

    • • •


    Bir kısım desâtir-i içtimaiye


    İçtimaî heyette düsturları istersen: müsâvatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.

    Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.

    İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise, madeni, yeisle sûizandır.

    Dalâlet fikrîdir, zulümat kalbîdir, israf cesedîdir.

    Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli(HAŞİYE 11)





    Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları

    Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.

    Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı

    Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları.

    Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.

    Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. (HAŞİYE 12)

    Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları.

    • • •


    Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesâit ve muinleri reddeder


    O Kadîr-i Zülcelâl, tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal.

    Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al,

    Git de, tâ şemsüşşümus ve kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy.

    Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelâl

    Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevâmis, vesâil-i pürseyyal

    Gibi örfî emirler, tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meâl.

    Başka meâli olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki, esbab-ı hakikî, vesâit-i zîmisal,

    Muinler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemâl,

    Makamı büyük, mühimdir. Buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın, hayvan-misal?

    O Sultan-ı Ezelînin bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pürcemâl

    Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât, tesbihattır o akval,

    İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezele, Hakîm-i Lâyezâle. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal,

    Mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal.

    Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

    Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle.

    Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,

    Bir saatten ki, timsali Ayasofî kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden, o mahlûk-u bîfasal.

    Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’ân ki, sığar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san’at-meâl,

    Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur’ân-ı Kerîme, cezaletle müsâvi. Nakkâş-ı Ezelînin san’atı her tarafta pürcemâl ve pürkemâl.

    Her tarafta böyledir. Derece-i kemâlde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder bu kelâm-ı pür-meâl; iyi bir dikkate al.

    • • •


    Melâike bir ümmettir; şeriat-i fıtriye ile memurdur


    Şeriat-i İlâhî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvînî,

    İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, hem de harekâtını-ki ihtiyarî değil-tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbânî,

    Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef’âlini

    Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazan eder içtima. Melâike-i İlâhî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhânî,

    Birinci şer’e olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, Arşın mukarrebîni.

    • • •


    Madde rikkat peydâ ettikçe hayat şiddet peydâ eder


    Hayat asıl, esastır; madde ona tâbidir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebinî huveyn havass-ı hamsesiyle insanın havassını

    Muvazene edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,

    Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayretfezâ, hayatı şulefeşan, rüyeti de berk-âsâ bir nur-u âsümânî.

    İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyrâtından mürekkep ve zîhayat bir hücre-i insanî.




    Maddiyyunluk bir tâun-u mânevîdir


    Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî; beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı. (HAŞİYE 13) Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî. Telkin, hem de taklit,

    Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o tâun da ediyor tevessü ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklit.

    Hürriyet tenkit vermiş; gururundan dalâlet çıkmış.

    • • •


    Vücutta atâlet yok; işsiz adam, vücutta adem hesabına işler


    En bedbaht, sıkıntılı, muztarip işsiz olan adamdır. Zira ki atâlet, vücut içinde adem, hayat içinde mevttir.

    Sa’y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet.

    • • •


    Ribâ İslâma zarar-ı mutlaktır


    Ribâ atâlet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her

    Dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır; onlar da zalimler. Her

    Dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her

    Dem refahı nazar-ı şer’îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir, demi hederdir. Her de...m.

    • • •


    Kur’ân, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder (HAŞİYE 14)


    Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ulemâ azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman.

    Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an

    Olan İslâmî şeâir, dinî minarat, İlâhî maâbid, şer’î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an.

    Herbir mâbed bir muallim olmuş, tab’ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.

    Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı daim enzâra ders veriyor. Mürur u a’sâr ile sebeb-i istimrar-ı zaman.

    Güya tecessüm etmiş envâr-ı İslâmiyet şeâiri içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet maâbidi içinde. Birer sütun-u iman.

    Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas; onunla mürtabittir zemin ile âsüman.

    Lâsiyyemâ, bu Kur’ân-ı Hatib-i Mu’cizbeyan, daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî. Aktâr-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiçbir mekân,

    Nutkunu dinlemesin, tâlimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrı ile hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilâvet ise, ibadet-i ins ü cânn.

    Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat kalb olur müsellemâta, hem döner bedihiyâta. İstemez daha beyan.

    Zaruriyât-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir, ihtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur’ân,

    İhtara, hem tezkire. Şu intibah-ı İslâm, hem içtimaî yakaza herbirine veriyor, umuma ait olan delâil ve hem mîzan.

    Madem içtimaî hayat İslâmda başlamıştır. Herbirinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.

    Belki cemaatin kalbinde gayr-ı mahdut esbaba dahi eder istinad.

    Hattâ câ-yı dikkattir: Bir mezheb-i zaifi, mürur ettikçe zaman,

    İptali müşkül olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metin esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a’sarda nâfizâne hükümran.

    Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle, kürenin yarısıyla iltiham peydâ etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş. Nasıl küsufa girer? Küsuftan çıkmış el’an.

    Fakat, maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar, şu kasr-ı âlînin metin esaslarına ilişir buldukça imkân.

    Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz. Sussun şimdi dinsizlik; iflâs etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.

    Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakol, şu dârülfünun idi. Lâkayt ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,

    Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan,

    En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı. Yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman.

    Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

    Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman.

    Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.

    Tâlim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var


    Zaruriyât-ı dinî, müsellemât-ı şer’î, kulûblerde hâsıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

    Matlup da hâsıl olur. İbare-i Arabî (HAŞİYE15) daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.

    Onun için Cumada hutbe-i Arabiye, zaruriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifâye olur onun tarz-ı tezkiri.

    Nazariyâtı tâlim onda maksud değildir. Hem İslâmın vahdânî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabul etmez teksiri.

    • • •


    Hadis der âyete: Sana yetişmek muhal


    Hadis ile âyeti muvazene edersen, bilbedâhe görürsün: Beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz

    Belâğat-i âyete. O da ona benzemez. Demek ki, lisan-ı Ahmedîden gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.

    • • •


    Îcaz ile beyan i’câz-ı Kur’ân


    Bir zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

    Füc’eten bir adam yanımda peydâ oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et bildiğin envâ-ı i’câz-ı Kur’ân’ı.

    Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim: Şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misal. İnkılâpta ise elbet hüdâ-yı Furkanî

    Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ’câzının beyanı zamanı da gelecek. O sâile cevaben dedim: İ’câz-ı Kur’ânî

    Yedi menâbi-i külliyeden tecellî, hem yedi anâsırdan terekküp eder.

    Birinci menba: Lâfzın fesâhatinden selâset-i lisanı,

    Nazmın cezaletinden, mânâ belâğatinden, mefhumların bedâatinden, mazmunların beraatinden, üslûpların garabetinden birden tevellüt eden bârika-i beyanı,

    Onlarla oldu mümteziç, mizac-ı i’câzında acip bir nakş-ı beyan, garip bir san’at ı lisanı. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

    İkinci unsur ise, umur-u kevniyede gaybî olan esasat, İlâhî hakaikten, gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsümânî.

    Mazide kaybolan gaybî olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilmü’l-guyub hızanı,

    Âlemü’l-guyub lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyanı, hedef nev-i insanî, i’câzın bir lem’a-i nuranî.

    Üçüncü menba ise, beş cihetle harika bir câmiiyet vardır: Lâfzında, mânâsında, ahkâmda, hem ilminde, makàsıdın mizanı.

    Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.

    Mânâsında meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükema, o i’câz-ı beyanı

    Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş delâletinde vüs’at, mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.

    Ahkâmdaki istiab: Şu harika şeriat ondan olmuş istinbat. Saadet-i dâreynin bütün desâtirini, bütün esbab-ı emni,

    İçtimaî hayatın bütün revâbıtını, vesâil-i terbiye, hakaik-i ahvâli birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı.

    İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işârat, sûreler surlarında cem’ etmiştir cinânı.

    Makàsıd ve gayatta muvazenet, ıttırad, fıtrat desâtirine mutabakat, ittihad, tamam müraat etmiş, hıfz eylemiş mizanı.

    İşte lâfzın ihatasında, mânânın vüs’atinde, hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, muvazene-i gayatta câmiiyet-i pürşânı!

    Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.

    Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî.

    İhtiyarlandıkça zaman, Kur’ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî.

    Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı, dikkate davet eder o nazar-ı insanı,

    Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummânî.

    Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzilin üslûbunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbub-u ins ü cânı.

    Beşinci menba ise, nakil ve hikâyâtında, ihbar-ı sadıkada, esasî noktalardan hazır müşahit gibi bir üslûb-u bedî-i pür-maânî

    Naklederek beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, esrar-ı Cehennem ve Cinânı,

    Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serâir-i İlâhî, revâbıt-ı kevnîye dair hikâyâtıdır hikâyet-i ayânî

    Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semâvî kitapların ki matmah-ı cihanî

    İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihâne bahseder. Böyle naklî umurlar bir ümmîden suduru harika-i zamanî.

    Altıncı unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.

    Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir, tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.

    Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envâr-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nuranî,

    Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i i’caz bilinir; tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kàsırdır; görünür de tutulmaz o nücum-u âsümânî.

    On üç asır müddette meylü’t-tehaddî varmış Kur’ân’ın a’dâsında. Şevk-i taklit uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. İşte i’câzın bir burhanı.

    Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye gelmiştir kütüphane-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mizanı,

    Muvazene edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, hattâ en âmi adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî; şu ise âsümânî.

    Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı bu ise bilbedâhe malûm olmuş butlanı.

    Öyle ise umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervâhıyla ezhânı.

    Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kur’ân’a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.

    Sair kitaplara benzemez, onlara makîs olmaz. Zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü, müteferrik, mütekatı’, bir hikmet-i Rabbânî.

    Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es’ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisât-ı ahkâmı müteaddit, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmânı.

    Hâlât-ı telâkkisi mütenevvi, mütehalif. Aksâm-ı muhatabı müteaddit, mütebâid. Gayât-ı irşadında mütederriç, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,

    Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selâset ve selâmet, tenasüp ve tesanüd, kemâlini göstermiş. İşte onun şahidi: Fenn-i beyan ve maânî.

    Kur’ân’da bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûp, âyine-i insanî.

    Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsümânı.

    Zira o kırk envâ-ı i’câzından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşârâtü’l-İ’câz’da sıkışmadı tibyânı.

    Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.

    • • •


    Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
    De’b-i edeb ebed-müddet Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr


    Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

    Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

    Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

    Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

    Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edepse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.

    Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

    Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,

    Bir sıbga-i Rahmânî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

    Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

    Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez.

    Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez.

    Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

    Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

    Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

    Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

    İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edepse hevâyı karıştırmaz.

    Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

    Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

    Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

    Avrupazâde edepse, fakdü’l-ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

    Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez.

    O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

    Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, tâtile kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.

    Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimâne değildir. Firaku’l-ahbaptan gelir; fakdü’l-ahbaptan gelmez.

    Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medar-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.

    Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medar-ı beyan. Onun için, kâinat vahşetzar suret giymez.

    Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. Her tarafta tecavüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

    Her köşede istînas, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakane; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

    İkisi birer şevki de verir. O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt. Ruha ferah veremez.

    Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâli verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye lehviyâtı istemez.

    Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.

    Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.

    Dallar, semerâtı, rahmet namına takdim ediyor


    Şecere-i hilkatin dalları her tarafta semerât-ı niamı zîruhun ellerine zâhiren uzatıyor.

    Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semerâtı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.

    O yed-i rahmeti, siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz.

    • • •


    Fâtiha’nın âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı


    Ey birader-i pür-emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

    Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,

    Müncemid bir sakf olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet bizi.

    Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir âlem-i ziyadar. Bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecâzî.

    Evet bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i âlemdir, seyahate çeker bizi.

    İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahrânın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.

    Bak şu deryanın dağvâri emvâcına: O da bize kızıyor. İşte elhamdü lillâh, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.

    Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzar, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar eder kalbdeki gözü

    Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber bu yolu pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu,

    Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-naz ve pür-niyazı.

    Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi,

    Kur’ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, ha, şurada tünelvâri mağaralar, tahtel’arz akıntılar beklerler ikimizi.

    Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

    Radyumvâri o madde-i Kur’ân’ı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık. Bak şu zemin-i pür-nâzı.

    Bu fezâ-yı lâtif, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semâvâta ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, davet ediyor bizi

    Şu şecere-i tûbâ. Meğer o Kur’ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedellî eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.

    O şecere-i semâvî bir timsali zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

    Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi,

    Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama: Muhammedü’l-Hâşimî (a.s.m.) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

    Bulutları da yırtmış, bak bu hüdâ dağlarına. Semâvâta ser çekmiş, bak şeriat cibâline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

    İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya-yı nesim orada, nur-u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u tevhid, o cebel-i azizi.

    İşte şuradadır Cûdî-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’ân-ı ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi.




    وَاٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


    Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz, yazı.

    Yüzde biri kurtulur: Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, hem karîb, müstakimdir. Zayıf-kavî müsâvi; herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki,
    şehid olmak ya gazi.

    İşte neticeye gireriz. Evet, dehâ-yı fennî-evvelki iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüdâ-yı Kur’ânî-üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakimi. İsal eder o bizi.




    • • •


    Hakikî bütün elem dalâlette, bütün lezzet imandadır Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat


    Ey yoldaş-ı hüşyar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nuranî, mağdub ve dâllînin o tarik-i zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

    Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvâtı bir ziyaret ederiz.

    Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümat-ı kıt’adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bî-lezâiz.

    İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahrâ-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne önümüze bakarız.

    Lâkin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie bakarız, ondan medet bekleriz.

    Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

    Muztar adamlar gibi meyusâne nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkârâne ecrâm-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli, tehditkâr da görürüz.

    Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek sür’atli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

    Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el’iyâzü billâh, şu âlem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

    Meyusâne nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalâa ederiz.

    İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor, binlerle fâkatlerin eninleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

    Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz.

    Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

    O âmâl sıkışmışlar vücud-u adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atleri var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

    İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet o yolda nazar-endaz.

    O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde’ ve meâdi, hem Sâni ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

    Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet almışız.

    Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkep vicdan-sûz.

    Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vâesefâ görürüz

    Ki âcize, zaife. Saniyen, nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.

    Sâlisen, istimdatkârâne, bir halâskârı için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

    Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

    Râbian, biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş geliyor akıl-sûz, evham-sâz.

    İşte, ey birader! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

    Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inâyet ve Kur’ân’dır, şehbâz-ı edvar-pervaz.

    İşte Sultan-ı Ezelin rahmet ve inâyeti vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvâr üstünde perdâz.

    Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişan niyaz ve namaz.

    Şu edvar ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.

    Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

    Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz.

    Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine. Şehrâyin-i Rahmân, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

    Meşiet-i Rahmân’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

    Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imanla o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

    İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def’ eder düşmanları. O iman-ı billâhtır ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.

    İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vaktâ vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fîzar ve âvâz.

    Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidat ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzar ve niyaz.

    Fakat, elhamdü lillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad ki daim hayat verir o istidad âmâle; tâ ebedü’l-âbâda onları eder pervaz.

    Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. Hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü naz.

    İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin cevheri. İman burhanı Kur’ân. Vicdan, insanî bir râz.

    Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne niyaz ve âvâz.

    Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.

    Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz.

    Harekât-ı ecrâma, ya nücum ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini, hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır, ediyor pervaz.

    Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar ı şehnaz.

    “Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi, isyansız, mutî bir hizmetkârım..

    “O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

    Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

    Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

    “Zelzele nâraları, hadisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz ü niyaz.

    “Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.

    Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

    Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, hem vâveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz ü namaz, birer âvâz ü niyaz, birer tesbiha âğâz.

    Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz.

    Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’diye, nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

    Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

    Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğazlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

    Remzen onlar derler: “Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

    “Şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz.

    Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir; iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard eder ittifak-ı evham-saz.

    Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

    Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu. O yol verir vicdana tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

    Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fîzar dinlenmez.

    Hüdâ ise şifâdır; hevâ iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz,

    Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzâra dayanılmaz, elem-i ye’s çekilmez.

    Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

    Demek heves, hevâ, eğlence, sefahetten memzuç olan şâşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz.

    Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti hissettik. O hâletle oluyor hayat maden-i lezzet; âlâm olur lezâiz.

    Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir hâlet verir. Ceset ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

    Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir. Bir firdevs-i mânevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz.

    Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâsı yaz.

    Vicdanda firdevslerin kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervâz ü perdâz, olur şehbâz ü şehnâz, yelpez namaz ü niyaz.

    Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.
    سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ فِينَا رَبَّـنَا اَنْتَ الْقَدِيرُ اْلاَزَلِىُّ ذُوالْجَلاَلِ مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّكَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ dir. سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى dır. اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ bir düstur-u azîmdir. Gayr-ı meşru tarik ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat. اِذاَ تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاۤءُ بِالْهَوَسَاتِ اِذاً تَرَجَّلَ النِّسَاۤءُ النَّاشِزاَتُ بِالْوَقَاحَاتِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يٰسۤ) كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ (يٰسۤ) فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ - صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ، اٰمِينَ

    اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ40



    • • •





    HAŞİYE 1 Hakikî tesirden elini çeksin, icada karışmasın demektir.
    HAŞİYE 2 Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki İkinci Harb-i Umumîden tam haber verir.
    HAŞİYE 3 Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.
    HAŞİYE 4 Bunda da bir işaret-i gaybiye var.
    HAŞİYE 5 Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, İkinci Harb-i Umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi.
    HAŞİYE 6 Demek daha dehşetli kusacak. Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.
    HAŞİYE 7 Bunda da bir ince işaret var.
    HAŞİYE 8 Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz, zalim medeniyete bakıyor.
    HAŞİYE 9 İktisat Risalesinin çekirdeğidir. Belki on sahife olan İktisat Risalesini kablelvücut on satırda okumuş.
    HAŞİYE 10 İstanbul‘da Sankiyedim namında bir mescid var. “Sanki yedim” diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
    HAŞİYE 11 Tesettür Risalesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.
    HAŞİYE 12 Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyâne bir nazarla bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.
    HAŞİYE 13 Eski Harb-i Umumîye işaret eder.
    HAŞİYE 14 35 sene evvel yazılan bu makam, bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek Ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihbar-ı gaybîdir.
    HAŞİYE 15 On sene sonra gelen bir hadiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.

    ***

    1 : “Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz, ey Rabbimiz! Sen ezelî Kadîrsin ve celâl sahibisin.”
    2 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
    3 : bk. Lokman Sûresi, 39:6.
    4 : “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
    5 : bk. el-Îcî, Kitabü’l-Mevakıf 3:405-406; el-Âmidî, Gayetü’l-Meram 1:356; İbni Teymiyye, el-Ceva-bü’s-Sahih 1:414; 2:44; eş-Şehristânî, el-Fark Beyne’l-Firâk 1:313.
    6 : “Gece seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir.” İsrâ Sûresi, 17:1
    7 : bk. İsrâ Sûresi, 17:85.
    8 : bk. Buhârî, Enbiyâ 49, Büyû’ 102, Mezâlim 31; Müslim, Îman 24-247; Ebû Dâvûd, Melâhim 14; Tirmizî Fiten 54; İbni Mâce, Fiten 33; Müsned 2:240-272;
    9 : bk. Buhârî, Salat 1; Müslim, Îman 259; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 108; Nesâî, Salat 1.
    10 : bk. Buhârî, Menâkıb 25, Fezâilü’l-Kur’ân 1; Müslim, Îman 271, Fezâilü’s-Sahâbe 100.
    11 : bk. En’âm Sûresi, 6:61; Secde Sûresi, 32:11; el-Esbahânî, el-Azamet 3:334.
    12 : Katil miras alamaz. (Tirmizi, Ferâiz: 17; Ebû Dâvud, Diyât: 18; Dârimî, Ferâiz: 41; İbn-i Mâce, Ferâiz: 8, Diyât: 14; Müsned, 1:49.)
    13 : bk. İbni Dureyd, el-İştikâk s.146; ez-Zemahşehrî, el-Müsteksâ 2:72; ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa s. 703; ez-Zebidî, Tâcu’l-arûs 11:22.
    14 : Yani ondan biri
    15 : bk. Bakara Sûresi, 2:154; Âl-i İmran Sûresi, 3:169.
    16 : bk. Tirmizî, Cihad 6; Nesâî, Cihad 35; İbni Mâce, Cihad 16; Dârimî, Cihad 7.
    17 : “Kim bir cana kıymamış bir kimseyi öldürürse...” Mâide Sûresi, 5:32.
    18 : bk. Müslim, Hudûd 18; Tirmizî, Menâkıb 54; Dârimî, Rikâk 61; Müsned 4:332.
    19 : bk. “Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.” Lokman Sûresi, 31:34.
    20 : bk. Buhârî, Cuma 37; Müslim, Cuma 13-15; Tirmizî, Cuma 2; Nesaî, Cuma 45; İbni Mâce, İkamet 99; Darimî, Salat 204; Muvatta, Cuma 15; Müsned 2:498.
    21 : bk. Buhârî, Îman 36, Leyletü’l-Kadr 3-4; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 176, 177, 179, 180, Sıyâm 205-218; Ebû Dâvûd, Ramazan 2, 3, 4, 5, 6, 7; Tirmizî, Savm 72; Muvatta, İ’tikâf 10-11.
    22 : bk. Ebû Dâvûd, Vitr 8; Tirmizî, Deavât 64; İbni Mâce, Dua 9; Müsned 6:461; el-Hâkim, el-Müstedrek 1:683-686, 4:352; İbni Ebî Şeybe, el-Musannaf 6:47; el-Beyhakî, Şuabu’l-Îman 2:437.
    23 : bk. Müsned 3:76; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef 2:237; el-Heysemî, el-Mecmeu’z-Zevâid 10:320.
    24 : bk. Bakara Sûresi, 2:25; Âl-i İmran Sûresi, 3:57; Nisâ Sûresi, 4:122; Mâide Sûresi, 5:9;
    25 : bk. Bakara Sûresi, 2:197; Mâide Sûresi, 5:2; A’râf Sûresi, 7:26; Hac Sûresi, 22:32.
    26 : bk. Buhârî, Cenâiz 79; ed-Dârakutnî, es-Sünen 3:525; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:205; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 6:128.
    27 : bk. Hûd Sûresi, 11:49; Kasas Sûresi, 28:83; Lokman Sûresi, 31:22.
    28 : Sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaştığında; nâşize kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir.
    29 : bk. Enfal Sûresi, 8:9; Tevbe Sûresi, 9:26, 40; Neml Sûresi, 27:37; Ahzab Sûresi, 33:9.
    30 : bk. Müslim, Selâm 124; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 34; Ebû Davûd, Sünnet 18.
    31 : bk. Nahl Sûresi, 16:49; Zümer Sûresi, 39:75; Şûrâ Sûresi, 42:5.
    32 : bk. Nisa Sûresi, 4:172.
    33 : “Muhakkak ki insan, içinde Yâsin Sûresi yazılmış bir Yâsin kelimesinin çizimi gibidir. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde bulunan Allah’ın şanı ne yücedir!”
    34 : “Onu (Kur’ân’ı) koruyacak olan da Biziz.” Hicr Sûresi, 15:9.
    35 : Batının heva ve hevese dayalı dehasından kaynaklanan edebiyatı, Kur’ân’ın sonsuza kadar ışık ve şifa saçan hidayet verici ve saf edep olan edebiyatına ulaşmaz.
    36 : “Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tâbi olan sâlih kullarının yoluna ilet—gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil” Fâtiha Sûresi, 1:6-7.
    37 : “Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde bulunan Allah’ın şanı ne yücedir!” Mü’minûn Sûresi, 23:14.
    38 : “Duamızın sonu, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun’dan ibarettir.” (Yûnus Sûresi, 10:10’dan iktibas edilmiştir.)
    39 : “Allahım! Bizi doğru yola ilet-kendilerine in’amda bulunduğun kimselerin yoluna. Yoksa gazabına uğrayanların yahut sapıtanların yoluna değil. Âmin.”
    40 : “Allahım, bizi doğru yola ilet. Âmin.”

  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: LemeÂt

    Anglikan Kilisesine cevap (HAŞİYE)


    Bir zaman bî-aman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde,

    Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şemâtetkârâne bir istifham ile dört şey sordu bizden,

    Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine karşı yüzüne “Tuh!” demek desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da

    Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

    “Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?” Dedim: İşte Kur’ân’dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm esas maksad-ı Kur’ân. Der ikincisinde:

    “Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet.
    Buna dair şahidim:


    قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ2 فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ1


    Der üçüncüsünde: “Mezâhim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: Hurmet-i ribâ, hem vücub-u zekâtla.
    Buna dair şahidim
    يَمْحَقُ اللهُ الرِّبوٰا3 da.

    وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتوُا الزَّكٰوةَ5 وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا4



    Der dördüncüsünde: “İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y asıl, esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde.

    Buna dair şahidim:


    وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْساَنِ اِلاَّ مَاسَعٰى6

    وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ7




    (HAŞİYE) : Yüz mâşaallah bu cevaba!


    1 : “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Hûd Sûresi, 11:112.
    2 : “De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.
    3 : “Allah faizin bereketini giderip onu mahveder.” Bakara Sûresi, 2:276.
    4 : “Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı.” Bakara Sûresi, 2:275.
    5 : “Namazı dos doğru kılın, zekâtı verin.” Bakara Sûresi, 2:43.
    6 : “İnsan için, ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.
    7 : “Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları acı bir azapla müjdele.” Tevbe Sûresi, 9:34.

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •