Sayfa 1/2 12 SonSon
18 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: dergilerden yazılar

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart dergilerden yazılar

    İstasyon

    Ruhi Eriş

    SIZINTI DERGİSİ



    Yusuf'un iç dünyası, daha önce yaşamadığı hisler sebebiyle karışıktı. İstasyon merdivenlerinden çıkıp peronda beklemeye başladığından beri, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissediyordu. Annesini memlekete yolcu etmek için gelmişti. Annenin durumu da oğlununkinden pek farklı değildi. Ana oğul göz göze gelmemeye çalışıyordu.
    ...

    İstasyona telâş hâkimdi. En telâşlı olanlar ise, her zamanki gibi annelerdi. Yan tarafta bir anne, oğluna kim bilir kaçıncı defa aynı tembihleri yapıyordu: "Trene binince şu valizi yukarı bagaja koy. Diğeri ayaklarının yanında dursun. Sakın karıştırma..." Genç, söylenenleri çoktan ezberlemişti. "Tamam anne karıştırmam" dedi ve çok iyi anladığını belirtmek için tekrarladı: "Konserve kavanozları, reçel kavanozları ve yiyecek erzak paketleri bu çantada. Yukarıya koysam kırılır, dökülür, etrafa saçılır." Çanta yukarıya kaldıramayacağı kadar ağırdı. Genç, mütebessim bir çehreyle kendilerini izleyen babasına döndü: "Baba sen söyle Allah aşkına, bu çanta yukarıya nasıl kalkar? Üç kişinin buraya kadar zor getirdiği bu çantaları, tek başıma trenden nasıl indireceğim? Hadi indirdim diyelim, sonrasında nasıl taşıyacağım?" Babası gülümseyen bakışlarını annesine çevirerek; "Ne yapalım oğlum ana yüreği işte." dedi ve ekledi: "Delikanlı adamsın, bulursun bir çaresini."

    Biraz ötede başka bir anne, kızına son hatırlatmalarını yaparken, bir taraftan da trenin geleceği tarafa bakıyordu: "Havalar iyiden iyiye serinledi. Gittiğin yer buradan daha soğuk. Kazaklarını valizin en üstüne koydum. Sıkı sıkı giyinmeden de sokağa çıkma. Bak az daha en önemlisini unutuyordum. Tanımadığın kişilerin verdiği yiyecek-içecekleri sakın alma."
    ...

    Yusuf ve annesinin duygu/düşünceleri diğer seyahatlerdekinden oldukça farklıydı. Dışa yansıyan burukluk, sadece ayrılık hüznünden kaynaklanmıyordu. Yusuf göz ucuyla annesine baktı, onun da boğazında bir şeylerin düğümlendiği belliydi. Gözleri yağmaya hazır bulutlar gibiydi.

    Yusuf'un babası vefat edeli altı ay olmuştu. O günlerin acısını biraz olsun hafifletmek için, evde tek başına kalan annesini yanına almıştı. Bugün de onu memlekete uğurluyordu. Annesi kırk sene sonra tek başına bir yolculuk yapacaktı. Şimdiye kadar ana-babasını bu istasyonda karşılamış, buradan uğurlamıştı. Babasıyla istasyonda yaşadıkları hatıralar taptazeydi. Bir şeyler konuşarak annesini saran hüzünlü havayı dağıtmak istedi: "Anne hatırlıyorsun değil mi? Babam olsaydı, trenin hareketinden en az bir saat önce bizi buraya getirir, bineceğimiz kompartımanın tahminî olarak duracağı yerde bekletirdi." Sözlerini bitirmeden annesi zorlukla zaptettiği gözyaşlarını salıvermişti. Babasının her yolculukta tekrarladığı; "Tren seni beklemez, sen treni beklemelisin." cümlesini söylemesine fırsat kalmamıştı. Kırk sene her yere beraber gelip gittiği hayat arkadaşının artık yanında olmamasına alışabilmek kolay değildi. Aslında herkes için kaçınılmaz bir mukadderattı ölüm. Buna rağmen geride kalanların ona alışması zordu. "Haşir ve Âhiret inancı olmayan insanlar yakınlarının vefatlarına nasıl dayanabiliyorlar acaba?" diye düşünmekten kendisini alamadı Yusuf.

    Trenin gelişinin ikindi sonrasına kayması ve sonbahar mevsiminin tesirini göstermeye başlamış olması istasyondaki manzaraya ayrı bir hüzün katıyordu. Hafiften esmeye başlayan rüzgâr, yere düşmüş yaprakları oraya buraya savuruyordu. Aslında istasyonda yaşanan hatıralar, guruba meyleden güneş, yerlerde savrulan sarı yapraklar lisan-ı hâlleriyle bu dünyada hiçbir şeyin bâki olmadığını söylüyordu. Günün ikindi vakti nasıl gelip çattıysa, ömrün ikindisi de hemen yanı başlarındaydı. Bir gün annesi, hattâ kendisi de buralarda olmayacaktı. Geride kalanlar da onu hatıralarıyla yâd edeceklerdi. Babasını kabre yerleştirirken kendisini derinden sarsan; "Yerin üstünde olan herkes fânîdir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâkî kalır." (Rahman, 26–27) ulvî hakikatinin dersini bir kere daha ruhunda hissetti.

    Hissettiklerini, seyahatleri 'bir yerden bir yere gitmek' olarak düşünen etrafındakilere anlatma arzusu kapladı içini. Evlâtlarını bir şehirden diğerine uğurlayan ana-babalar, bir gün gelecek bu dünyadan öbür dünyaya uğurlanacaklardı. Yüz sene önce bu istasyon varken, buradaki yolcuların hiçbirisi yoktu. İstasyonlar sabitti; ancak yolcular ve onları karşılayıp uğurlayanlar sürekli değişiyordu.

    Daldığı düşüncelerden bir anonsla uyandı. Trenin birazdan geleceği duyuruluyordu. Yolcularda hareketlenme başlamıştı. Nihayet tren gelmiş ve yolcuları alarak, bir sonraki istasyona doğru yola koyulmuştu. Annesini uğurlayan Yusuf, yolun karşısındaki caminin minarelerinden şehre yayılan İlâhî davete icabet etti. Ötelerden kopup gelen bu lâhûtî davet, hislerine taptaze ufuklar açıyordu.
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    Sahabenin en bariz vasfı: Teslimiyet

    Dr Şerafeddin Kalay


    Altınoluk


    Altınoluk: Örnek nesil başlığıyla iki kitap yazdınız. Rasulullah Efendimizin yetiştirdiği nesli anlatıyorsunuz. Sizce bu araştırmalardan ‘sahabe kıvamı’ diye nitelenebilecek bir islami anlayış, yaşayış çerçevesi çıkabilir mi?
    Dr. M. Şerafeddin KALAY: Allah Rasulü’nün sahabeleri deyince, en çok dikkat edilmesi gereken nokta, bu insanların İslam’a uymayan ne varsa gönüllerinden silip atabilmesi, yerini İslamiyetin istediği incelik ve güzelliklerle kemaliyle doldurabilmesidir.
    İslam’ın ilk emri oku! Ancak bizim bunu biraz eksik söylediğimiz kanaatindeyim. İslam’ın ilk emri ‘oku’dan ziyade, ‘Seni yaradan Rabbinin adıyla oku!’ (Rabbinin adını unutarak okuyanlardan çektik ne çektiysek.) Bunun ardından gelen ikinci vahiy ‘Müddesir Suresi’dir. Bu surede Rabbimiz Rasulüne emrediyor: “Kalk ve insanlığı ikaz et.” Arkasından tevhid inancını zikrediyor. ‘Rabbini yücelt. Elbiseni (ve dış dünyayı) temiz tut.’ Asıl söylemek istediğim bundan sonra gelen bölüm: ‘ve’r-rucze fehcur.’ ‘Rucz’ kelimesi cahiliye ve cahiliye zihniyetinden gelen, İslam’la uyuşmayan, bütün kirli düşünce ve zihniyetlerin adıdır. Onları tamamen gönlünden, kalbinden sil at, temizle demektir bu. Bunu şunun için vurgulamak istedim: Sahabi bunu başarmış insandır. Hepsinde bu vardır. Bazıları daha ilk günden, hatta ilk saniyelerde bunları silmiş atmıştır. Bazıları ise belli bir alışkanlık devresine ihtiyaç duymuştur. Ama bunlar daha ziyade İslam’ın gücü karşısında müslüman olanlardır. Yoksa gönül veripte müslüman olanlar değildir. Ama gönül verip müslüman olanlar daha ilk günden itibaren ne varsa hepsini silip attığını, yerine İslam’ın istediği hasletleri doldurduğunu görüyoruz. Bu insanlar artık cahiliye zihniyetinden kalanlarla, İslam’dan öğrendiklerini onlara yakınlaştırmaya ve onlarla bağdaştırmaya (bugünlerde yapıldığı gibi) asla tevessül etmiyorlar. Araya çok kesin bir hat çiziyorlar ve İslam’ın emrettiğini yapıp diğerlerini tamamen reddetmeyi başarıyorlar. Sahabideki bu içtenlik, bu teslimiyet, hakikaten gıpta edilecek bir seviye. Belki de böyle oldukları ve bu safiyete erdikleri için de bütün islam kardeşleriyle perçinleşiyorlar ve birbirlerinden kopmaz hale geliyorlar.
    Sahabiyi başka bir konuda daha anmakta fayda var. Bir insan, bir çocuk kendi ana dilini, nasıl gramersiz, nasıl özel bir eğitime tabi tutulmadan öğreniyor. Çevresindeki insanlar o dili nasıl güzel konuşuyor, kelime hazneleri zengin, kıvrak ve akıcı bir şekilde dili ne kadar güzel kullanabiliyorlarsa, bakıyorsunuz çocuk ta aynı zenginlikte ve kıvraklıkta o dili öğreniyor. O dilin sarfını, nahvini, failini, mef’ulünü nereye koyması gerektiğini önceden bir ilim olarak almadan öğreniyor.
    Bir insan ana dilini daima başka dillerden daha iyi konuşur. Ne kadar akademik çalışma yaparsa yapsın, başka dillerle ilgili ne kadar eğitim alırsa alsın, hiçbir dil rahat kullanma açısından, onunla düşünme, onunla kelimeleri şekillendirme, ses tonlarıyla farklı manaları ifade etme noktasında hiçbir dil kendi ana dilini kullanma gibi kolay olmuyor.
    Buradan şunu demek istiyorum; sahabiler bu dîn-i mübinî, bir çocuğun kendi ana dilini pürüzsüz ve net doğru öğrendiği gibi, o dinin en güzel yaşandığı, vahyin kaynağının hayatta olduğu, şüpheden, bulanıklıktan uzak, suyun gözünde yaşama inceliği ve letafeti içinde öğrenmişlerdir. Dolayısıyla sahabi, o dîn-i mübinî, en güzel şekilde anlayan, en güzel şekilde zihninde yoğuran, yorumlayan, onun ne murad ettiğini iyi kavrayan, dediklerini kabullenen, edeple, ilimle ameli bütünleştiren bir topluluk olmuştur. Bu açıdan başkasıyla kıyası da doğru değildir.
    İlim güzel bir şeydir. Doğru. Edep ayrıca güzel bir şeydir. Salih ve hayırlı amel de çok güzel bir şeydir. Ama bu üçünün, ilmin, edebin, amelin bir araya gelmesi kıyaslanamayacak kadar güzel bir şeydir. Sahabiler buna sahip insanlardır. Nitekim Allah Rasulü, ‘En hayırlı asır, benim içinde bulunduğum bu asırdır. Ondan sonra onları ve onları takip edenlerdir’ diye sahabileri işaret ediyor.
    Samimiyet, teslimiyet ve fedakârlıkta
    zirve insanlar
    Altınoluk: Ele aldığınız sahabelerde hangi ortak özellikler var? Hayatın içinde yaşanabilir hangi özellikleri ön plana çıkıyor?
    M. Ş KALAY: Sahabilerin ortak özellikleri bir önceki soruda işaret ettiğim gibi, teslimiyetleri müthiş bir teslimiyet örneği. Davaya bağlılıkları da öyle. İnandıkları dava uğruna fedakârlıktan hiç birisi çekinmiyor. Bu insanlar kayaların altında inliyorlar. Ne diye inliyorlar? Ahad, (Allah birdir) diye inliyorlar. Bir çok işkencelere maruz kalmışlardır. Suheyb-i Rumi (r.a.), tepeden tırnağa demir bir zırhın içerisine konmuş güneş altında bekletilmiştir. Arabistan’ın o çöl sıcağı içerisinde yerlere yatırılarak bayılıncaya kadar işkenceler yapılmıştır. Orada sıcaklık bazen 60-70 dereceyi bulur. Buna rağmen hiç dönen olmamıştır. Bu sebat olmasaydı, sarsılsalardı, hatta geri adım atsalardı, bu din bu derece gelmezdi.
    Bir diğer özellikleri de bir şeye inanınca tam inanıyorlar. Hatta taşın altında çekilen o inlemenin içerisinde zevk var. Neden? Allah için çekiyorlar. Allah için çekmenin zevki var. Daha sonra bu insanlar kendi öz yurtlarını terkederek Habeşistan’a hicret ediyorlar. Habeşistan’a hicret etmek kolay bir şey değil. Bırakın yolculuğun zorluğu ve sıkıntısını, örf ve adeti tamamen değişik bir dünyaya gidiyorsunuz. Yeriniz yurdunuz yok, önünüzde meçhul bir karanlık var. Buna rağmen Mekke terkedilmiş, orada İslam’ın güzellikleri sergilenmiştir. İnandıkları dava uğruna mal fedakârlığıysa mal fedakârlığı, can fedakârlığıysa can fedakârlığını yapmışlardır.
    Bir başka özellikleri var. Duyduklarını hemen amele aksettirme kararlılığı. ‘Rabbim emrediyor, bunu ben hemen yaşamalıyım’ demişlerdir. Öğrendikleriyle hemen amel etme samimiyeti, içtenliği hepsinde vardır.
    Bütün bunlar asla kıyası olmayan, kolay kolay bulunmayan, emsali nadir bulunan hasletlerdendir. Fedakarlık özelliği, samimiyet ve teslimiyet özelliği, tâbi olduğu davayı bütünüyle kabullenme özelliği gerçekten bu insanlarda zirveydi.
    Doğru hükmü söylemekten çekinmediler…
    Altınoluk: İkinci Örnek Nesil kitabınızda yüzlerce sababi arasından 17 sababiye yer veriyorsunuz. Bunları seçerken bir kıstasınız var mı? Bunları neleri gözeterek seçtiniz?
    M. Ş. KALAY: Hedefim birinci derecede sahabi hayatıyla ilgili bilgi veren bir eser yazmak olsaydı, herhalde o esere Hazreti Ebu Bekir (r.a.) ile başlamamak büyük hata olurdu. Ondan sonra Hz. Ömer (r.a.)’i, Hz. Osman (r.a.)’ı, Hz. Ali (r.a.)’yi, ardından da o silsileyle diğer sahabileri ele almalıydım. Ya da alfabetik bir sıralama takip etmeliydim. Ama kitapta ne Hz. Ebu Bekir (r.a.), ne Hz. Ömer, ne de diğer halife efendilerimiz var. Diğer sahabe hayatları içinde hatıralarla yoğrulu olarak varlar. Ancak yalnız başlarına yoklar.
    Kitabın yazılışındaki hedef, her ne kadar içerisinde sahabe hayatları, onlar hakkında bilgi vermek varsa da, birinci hedef bu değil. Ön plandaki hedef, bu gün bizim örnek almamız gereken, bizi harekete geçirecek, bize numuneyi imtisal olacak bir tablo yakalamak. Sahabe hayatlarından, bu gün paylaşmamız gereken incelikleri, bilgileri sunabilmek. Dolayısıyla bütün bunları tablo olarak ön plana çıkaran, var olan tablodan bize sağacağımız bal biriktirmesi gereken inceliklerin olduğu bir çalışma bu. O yüzden ben, ilk önce hadiseyi seçiyorum. Sahabiden önce, almak istediğim hadiseyi seçiyorum.
    Mesela tebliğ üslubu konusunu ele alacağım zaman Habeşistan’a hicret etmiş müslümanların Necaşi’nin huzurunda yaşadıkları ve Hz. Cafer (r.a.)’in üslubu tek kelimeyle enfestir. Neden? İlk önce İslam’ı yanlış anlatıyorlar. O anlayışın yanlış olduğunu söylemeden, onun yanlışlığını ortaya koyuyor önce. Bir önceki İslam kurgusunu, tek tek, tuğla tuğla sökerek atıyor. Yerine bu bina nasıl kurulmalıdır, İslam nasıl bir dindir bunu sağlam bir zemine oturtuyor. Arkasından dikkatleri vahye çekiyor. Kendisine ‘bildiğiniz ayetler var mı?’ denilince; Hrıstiyan bir topluluğa, onları can damarlarından yakalayan Meryem Suresi’ni seçiyor. Ayrıca Meryem Suresi duygu yüklü bir suredir. Hurufu Mukattaa’dan başlayarak okuyor. Orada Zekeriyya Aleyhisselam yaşlılık duygularını dile getiriyor. Orada mahcubiyet var, utangaçlık var, arzu var. Orada yaşlandım demiyor, ‘kemiklerim zayıfladı, artık bedenimi taşımıyor’ diyor. Saçlarım aklaştı demiyor, ‘başım beyazlarla tutuştu’ diyor. Ardından ‘Rabbim, yine de Senden ümidimi kesmedim’ diyor. Ne kadar duygulu başlıyor. Sonra Meryem Validemiz’in duygularına, yaşadıklarına dikkat çekiyor. Bunları dile getirdiğinde bütün komutanlar, bütün hrıstiyanlar ve Necaşi ağlıyorlar. Müslümanları şikayet edenler ise nefret ediyorlar. O ayetler yerine Kafirun Suresini de seçebilirdi. Ama onu seçmiyor. Bu bakımdan çok güzel bir seçim. Amr ibni As ‘bunların İsa hakkındaki düşüncelerini biliyor musunuz’ diye sorunca, tabiri caizse müslümanların başlarına kaynar sular dökülüyor. O arada işaretleşmeler oluyor. Gerçeği söyleme, geçiştir diye kaş göz işareti yapanlar oluyor. Cafer (r.a.), ‘hayır’ diyor ve Necaşi’ye bir adım yaklaşarak konuşmaya başlıyor. “Ey melik! Biz İsa (a.s.) hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Ne öğrendiysek, Cenab-ı Allah’ın Peygamberine gönderdiklerinden öğrendik. Buna göre İsa aleyhisselam diye başlıyor ve Kur’an’da geçenleri sayıyor. Ardından Meryem’in iffet ve edebine işaret ediyor. Sonra da İsa Aleyhisselam’ın Allah’ın kulu ve Rasulü olduğu hükmünü bildiriyor. Kelimelerin seçimi çok güzel, ama hüküm ‘kul ve rasül.’ Kul ve rasüllük ile onların tanıdığı ilahlık arasında, çakıl taşı ile Ağrı dağından daha büyük bir mesafe var. Herkes pür dikkat kesilmiş, acaba Melik ne söyleyecek, ne olacak, neye karar verecek diye. Necaşi yerden bir çöp alıyor ve ‘Vallahi İsa hakkında senin söylediklerinle, bizim inancımız arasında bu kadar bile fark yok. Ne yaptıysak biz yaptık’ diyor. Papazlar öksürerek, akideye muhalif hüküm olduğunu dile getiriyorlar. Ama Necaşi; ‘vallahi öksürseniz de gerçek böyle. Aksırsanız da gerçek böyle’ diyor.
    Bu üslubu son derece önemli buluyorum. Kitabın hedeflerinden biri de bu. Bu gün günümüzde, Habeşistan’daki müslümanlardan daha mı aciziz, daha mı çaresiziz, daha mı zayıfız da, başkalarının söylediği ve bize dikte etmek istediklerine kulp bulmaya çalışıyoruz. Kapıdan sığmıyorsa bacadan, bacadan sığmıyorsa pencereden içeriye almaya çalışıyoruz. Öyle olmazsa, şuradan dolandırırsak, bu kelimenin birkaç manası var, şu manadan olmazsa bu manadan olur diyerek kulp bulmaya çalışıyoruz. Bu bulandırma gayretidir, çirkin bir üslubtur. Güzel bir üslup kullanacaksın, yaralamayacaksın, latif kelimeleri seçeceksin, ama doğru hükmü de söylemekten çekinmeyeceksin. İşte Habeşistan’daki hadisenin bu tarafını değerlendirerek bu konuyu kitabta ele alıyorum ve yeniden gündeme getirmeye gayret ediyorum.
    İnsanı insan yapan hasletler geriliyor
    Altınoluk: Genelde sahabe hayatına dair verilen örnekler sanki o çağda ve çok özel insanlar tarafından yaşanabilirmiş gibi algılanabiliyor. Bu yaklaşımı nasıl buluyorsunuz? Sahabe kıvamının bütün zamanlarda hangi boyutlarıyla yaşanabileceği konusunda neler söylersiniz?
    M. Ş. KALAY: Bir kere, “onlar geçmiş çağda yaşamışlardır, artık çağ değişmiştir, günümüzde onları yâd etmenin bir manası yoktur, onları geçmişte bırakalım günümüze bakalım” demek son derece yanlış bir yaklaşımdır.
    Bunu şöyle açıklayalım isterseniz. Bundan yıllar önce çevre kirliliği diye bir kavram ortaya atılmıştı. Çok yakın zamana kadar buna bir çokları inanmamıştı ve kabullenilmiyordu. Acaba, acaba deniliyordu. Ama günümüzde dış dünya artık bunu kabullendi. İklimler değişiyor, buzullar eriyor. Kısaca artık çevre kirliğini herkes kabullenmek zorunda kalıyor. Çok büyük tehlikelerden bahsediliyor.
    Bence bunun gibi farkına varılmayan büyük bir tehlike var. Bilgi ve ölçü kirliliği. Ne, neye göre doğru? Doğruyu bilmelisin ki, bir başkasını ona göre ölçebilmelisin. Şöyle düşünelim isterseniz. Metrenin belli bir uzunluğu var. Metrenin uzunluğu her yıl değişseydi, bölge bölge değişseydi, insanlar neyi, neye göre ölçeceklerini şaşırırlardı. Huzursuzluk, gerginlik hatta kavgalar yaşanırdı. Ne, neye göre doğru? Bilgi de böyledir. Bilgi herkes tarafından ortak bilinir hale gelmeli ki, biz asıl değerlerimizi neye göre ayarlayacağız. Neye göre nasıl davranacağız biz bunu bilelim. Sahabe hayatında ve asrı saadette bu vardır.
    Pınarın gözünde, pınarın yerden çıkışı tabiidir. Berraklığı, lezzeti tabiidir. Orada saafiyet vardır. O kaynaktan çıkan ama sonradan içtiğiniz suları ancak o pınarın gözündeki asıl suyla kıyas ederek değerlendirebilirsiniz. Ne derece sertliği var, ne derece yumuşaklığı var, ne derece lezzeti var. Ölçüyü ancak pınarın gözündeki suya bakarak verebilirsiniz. Ama siz asıl kaynağın suyunu bilmiyorsanız, durmadan barajlardan, nehirlerden güzel su içiyoruz sanırsınız ama, asıl kaynağın suyunu içemezsiniz. Asıl kaynağın güzelliğini bilmiyorsanız asla bu kıyası da yapamazsınız.
    Allah Rasulünün hayatını, sahabi hayatını, Allah Rasulünün onlara nasıl bir yaşayış öğrettiğini bilmemiz gerek. Onların nasıl bir yaşayış tarzından memnun olduğunu öğrenirseniz, bu fedakârlıkları bilirseniz, o fedakârlığa ve yaşayış tarzına en yakın yaşayış tarzının daha düzgün ve daha islami olduğunu görürsünüz. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü o zaman elinizde ölçünüz vardır. Ona göre hayatınızı kurarsınız. Bunların hiç birisi yaşanamaz değil çünkü.
    Bunun yanında kaynaklarda yer almayan, veyahutta ciddi kaynaklarda yer almayan, rivayeti bize sahih gelmeyen, yaşanamayacak derecede abartılı olan şeyleri almaya meyletmemeliyiz. Zaten bunlar ilmi de değillerdir. Çok defa İslam’la da uyuşmazlar, yer yer çelişirler. Halbuki gerçekten yaşanmışı kaynaklardan bulduğunuzda, ki bunlar yeteri kadar kaynaklarımızda var, bu tür abartmaların olmadığını, her birinin yaşanılabilir olduğunu görüyorsunuz. Yeter ki insan samimi, yeter ki insan içten olsun. Her birinin, sıkıntıysa çekilecek, fedakârlıksa yapılacak, azimse taşınabilecek bir şey olduğunu görüyorsunuz. Bizim buna şiddetle ihtiyacımız var. Bunlar sadece o yıllarda kalmamalı. ‘Benim milletim, benim komşum, köylüm, akrabam, sevdiğim insanlar bir gün daha batılda kalmasın’ duygusu bu güne taşınamaz mı? Ben onlara hak duyguyu aşılayıp, bu hayra vesile olayım, yarın kıyamet gününde Rabbim bana ecir nasip etsin, diyemez miyiz? Biraz önce bahsettiğimiz, ben doğruyu, doğru kelimelerle söyleyeyim, ama yalpalamadan, zik zak çizmeden, çirkin manevra yapmayayım anlayışı orada mı kalıyor? Günümüze taşınamaz mı, taşınması gerekmiyor mu? Asıl olması gereken de bu değil mi?
    Bakınız her şey ilerliyor. Arabalar ilerliyor, uçaklar gökyüzünde tonları, yüzlerce insanı taşıyor. Gemiler bir şehir insanı taşıyor. Bilgisayarlar aklın hayalin almayacağı marifetler işlerken, kısaca insanın sahip olduğu ve emrine verilen bütün alet, edevat ve binalar ilerlerken, insanoğlu geriliyor. İnsanı insan yapan hasletler geriliyor. Vefa duygusu geriliyor. İlim aşkı ve iştiyakı hırsa bürünerek, doğru yoldan, doğru istikametten ayrılarak geriliyor. İnsanın, yiğitlik duygusu, yerinde cesaret duygusu geriliyor. Cömertlik duygusu geriliyor. Başkalarıyla aynı derdi, aynı tasaları paylaşma duygusu geriliyor. O halde alet ilerliyor, insanoğlu geriliyorsa oturup bir düşünmemiz lâzım.
    Eğer iman olmasaydı…
    Altınoluk: Ashabı kiramın İslam’ı yaşama gayretlerini neye bağlamak gerekiyor? İslam’ı samimi bir şekilde yaşamalarının sebebi Allah Rasulüyle birlikte olmaları mıydı?Yoksa başka sebeplerde var mıydı?
    M. Ş. KALAY: Gerçekten Allah Rasulüyle olmalarının bu yaşayışlarında bir etkisi var. Bu onların gönlündeki sadakâti artırıyordu. Bu doğru. Ama birinci sebebi şüphesiz iman. Ahirete canı gönülden iman etmek. Eğer ahiret olmasaydı, dünyada yapılanların ahirette karşılığı olmasaydı, işte o zaman vefa duygusunun, cömertliğin, acıya katlanmanın karşılığı kaybolurdu. O zaman Bilal (r.a.)’in taşın altında inlemesi manasız kalırdı. Habbab ibni Eret (r.a.)’in ak korun üzerine yatırıldığı halde sarsılmayışı, ona dayanma gücü veren ruh kaybolurdu. O zaman zalimler, hortumcular haklı çıkardı. O zaman başkalarının göz yaşı ve acıları üzerine kendi zevklerini, saltanatlarını kuran zalimlerin, facirlerin, fasıkların anlayışı haklı çıkardı. Siz ahirete, oradaki yurdun çok daha güzel olduğuna ne kadar inanırsanız, ona göre davranırsanız; davranışınız ve inanışınız o derece safileşir, berraklaşır.
    Selman (r.a.) ile Ebud Derda (r.a.) arasında geçen bir hadise var. Ebud Derda (r.a.) geç müslüman olanlardan birisidir. Bu yüzden herşeyi terk etmiştir. Çok oruç tutan, çok namaz kılan ve evini ihmal eden birisi haline gelmiştir. Tabiri caizse dengeyi İslam lehine bozmuştur. Orada Selman (r.a.)’ın, Ebud Derda (r.a.)’ya uyarısı çok önemli. “Rabbimizin üzerimizde hakkı var. Onun hakkını ver. Bedenimizin üzerimizde hakkı var. Onun da hakkını ver. Ailemizin üzerimizde hakkı var. Onun da hakkını ver. Bu dengeyi koru.” Sahabe hayatının bu gibi noktalarda örnekliği çok önemli. Bütün bunları günümüze taşıdığımızda bir çok problem zaten çözülmüş olur. Kitabın asıl hedefi bu.
    Amelî silsileyi koparıp atmak…
    Altınoluk: Peki bu noktada “Kur’an’ı Kerim bize yeter” diyenlerin yaklaşımını nasıl değerlendirmek gerekir?
    M. Ş. KALAY: Bazen biz, anlamada da hata ediyoruz. Bir insan gerçekten ‘Ben Kur’an’ı anlayacağım, Kur’an’ı Kerim’in emirlerine uyacağım ve onu hayatıma taşıyacağım’ diyorsa peşinden bunlar gelir. Nasıl gelir?
    Hadisleri terk edipte sadece Kur’an’a göre yaşamaya çalışanlara Allah Rasulünün bir ikazı var. Bunu görmeden bile, doğrudan Kur’an’da geçen ayetlere baktığımızda, Allah Rasulüne uymanın bir zorunluluk olduğunu zaten görüyoruz.
    “…Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin…” (Haşr, 7) ayeti; bütün hadislere imanı, Allah Rasulünün emrettiklerini yapmayı, yasakladıklarından uzak durmayı gerektirir. Biz eğer samimiysek, Kur’an’ın emri neye uzanır, hadislere uzanır, Allah Rasulünün amellerine uzanır. Bizim de buna uymamız gerekir.
    Sahabiler, Allah Rasulü ne emrettiyse onu yapan, onu yerine getirmek için çırpınan, bu davayı omuzlayan, bu davayı ilk ağızdan Allah Rasulünden öğrenen, ayetlerin kendilerini ve tefsirlerini öğrenen ve onu hayata aksettiren bir millet. Yaşayışıyla herkese örnek olan bir topluluk. Onlar ana dillerini öğrenir gibi İslam’ı öğrenen, yaşayan, zihinlerinin takıldığı noktada Allah Rasulünden izah isteyen bir topluluk.
    Bu gün düşünün, yeni müslüman olmuş birisi, İslam’ı, kendinden önce müslüman olmuş, yaşayışıyla, ameliyle herkese örnek olan kişilerden veya hocalardan sorarak öğreniyorlar. Bugün hocalar ve iyi bilip tecrübesi olanlar, sonradan öğrenenlere ve tecrübesi az olanlara hayatın içinde nasıl nümunelik yapıyorlarsa, sahabiler de kendilerinden sonraki milletlere bunun bin katından daha fazla örnek olabilirler, numune olabilirler. Buna bizim ve herkesin ihtiyacı var. Bunlar bizim için ölçü. Yaşayışları da bizim için ölçü. Çok güzel tablolar var. Bunlar bize doğruyu öğretiyor. Gerçekten nasıl olurmuş biz bunu öğrenmiş oluyoruz. Onları koparıp atmak, amelî bir silsileyi koparıp atmaktır.
    Sahabilerin izleri peşine düştüm…
    Altınoluk: Sizi en çok etkileyen sahabi hangisi oldu?
    M. Ş. KALAY: Şöyle diyeyim; ben mizaç olarak biraz daha hareketli bir yapıya meyilli bir insan olduğum için, Bera ibni Malik (r.a.)’i ilk okuduğumda hemen izlerinin peşine düştüm. Hiç kimseden korkmayan, yılmayan, cesaretli, hizmet ehli 10 sahabi say deseniz, Bera ibni Malik (r.a.) bunların önde gelenleri içinde yer alır. Okuduğum zaman beni çok etkileyen hadiseler de var. Mesela Hz. Ebubekir (r.a.), çok varlıklı bir insan olmasına rağmen, halifelik yılları yokluk yıllarıdır. Diğer taraftan başta Kisra’nın hazineleri olmak üzere Medine’ye hazinelerin yağdığı bir dönemde halifelik yapan Hz. Ömer (r.a.) borçlu olarak vefat etmiştir. Zaferin zaferi kovaladığı, ganimetlerin Medine’ye yığıldığı, hatta dağıtımının günlerce sürdüğü bir dönemin halifesi borçlu olarak vefat ediyor. Hatta borçlarını ödemek için evi satılıyor. Bu ev, ‘darul Kad’â’, yani “Borç ödeme evi” olarak tarihe geçmiştir. Bunu ilk öğrendiğimde derinden etkilenmiştim. Adeta sarsıldım.
    Bunlar çok defa kitapların satır aralarında kaybolup gidiyor. Halbuki bunlar ön plana çıkmalı ve günümüze taşınmalı. Benim kitapta yapmaya çalıştığım da bir yerde bu.
    Konuşan. H. İbrahim Kurucan
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    Mülk Kimin?

    Ebubekir SİFİL

    SEMERKAND



    Müslümanlar olarak özellikle son bir iki yüzyıldır din-dünya ilişkisine bakışımızda temelli değişiklikler meydana geldi.

    Önceleri dünyaya ancak “ahiretin tarlası” olduğu için kıymet verirken, şimdilerde dünyayı ahiretin önüne geçirdiğimizi gösteren tavır ve davranışlar içindeyiz.

    Müslüman elbette dünyaya hükmetmeli, güzel yaşamalı, güzel yaşatmalı. Ama nereden gelip nereye gittiğini, yanında ne götürdüğünü asla hatırdan çıkarmamalı.

    Dilimiz “lehü’l-mülk” diyor. Yani mülk O’nun. Bir de dönüp kalbimize soralım, o ne diyor?

    “Gelişme ve kalkınma yolunda ilerlemek”, “dünya ile bütünleşmek”, “evrensel standartları yakalamak” gibi tabirlerin dilimize hiç olmadığı kadar yerleştiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bunlar ve benzeri ifadeler, yaşadığımız geçici hayat ile ne tarz bir ilişki kurduğumuzu anlatıyor aslında.

    Gelişmiş/kalkınmış olduğu söylenen ülkelerle aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalıştıkça “dünyevîleşme” dediğimiz hali daha yoğun hissetmeye ve yaşamaya başladık. “Piyasa ekonomisi” olgusu kendi şartlarını dayatıyor. Elbette girdiğimiz yolun kaçınılmaz gereği bu.

    Acımasız şartların hakim olduğu ekonomik piyasada küçükler, ekonomik olarak daha güçlü olanlarla rekabet edebilmek ve onlar karşısında ayakta kalabilmek için, büyükler de piyasada elde ettikleri payı korumak için sürekli daha çok çalışmak, daha fazla üretmek ve durmadan büyümek zorunda.

    Kimin geliri daha fazlaysa onun daha çok itibar gördüğü, insanların ne kadar fazla tükettiklerine bakılarak değerlendirildiği bir dünyadayız. Hayat bu hayhuy içinde hızla akıp giderken, bir an için durup şöyle bir soluklanmak ve bizi içine çeken bu anaforun dışına çıkarak olup biteni dışarıdan gözlemek en temel ve ertelenemez ihtiyaç bizim için.

    Evet, nereye gidiyoruz?

    ‘Dünya hayat’

    Yüce Kitabımız’da onlarca kere tekrarlanan bir tabir var: “el-hayâtu’d-dünyâ.” Dilimizdeki Kur’an-ı Kerim meallerinin hemen tamamında bu tabirin “dünya hayatı” diye çevrildiğini görüyoruz. Oysa bu bir sıfat tamlamasıdır ve dilimizdeki tam karşılığı “dünya hayat”tır, yani “değersiz hayat.” Onu “dünya hayatı” şeklinde -isim tamlaması olarak- çevirmek bütün anlam ağırlığını ve vurgusunu yok ediyor. Esasen “dünya hayatı” tabirine tam karşılık gelen “hayâtu’d-dünyâ” tabiri Kur’an’da kesinlikle geçmez.

    “Dünya hayat” ile “dünya hayatı” arasında nasıl bir fark vardır diye baktığımızda şunu görürüz: “Dünya” kelimesinin, biri “en yakın” diğeri “pek alçak/değersiz” olmak üzere iki anlamı vardır. Kur’an’da geçtiği yerlere dikkat edersek “dünya hayat” tabirinin genellikle “değersiz, geçici, aldatıcı” gibi nitelemelerle birlikte kullanıldığını göreceğiz. Özellikle ahiret hayatıyla karşılaştırmaların yapıldığı ayet-i kerimelerde durum daha bir net olarak görünür. Dolayısıyla “dünya hayat” tabirinin, “ahiret hayatı”nın karşıtı olan “bu dünyadaki hayat” olarak değil, “ahiret hayatına nisbetle değersiz bir hayat” şeklinde anlaşılması gerekir.

    Halen yaşamakta olduğumuz hayat “dünya” (değersiz) bir hayat olduğuna göre, onun bizim için değer ifade eden yanı, sonucu uhrevî akıbetimizi belirleyecek olan bir “imtihan” ortamı olmasıdır.

    Dünyanın “aldatıcılık” vasfı herkeste aynı şekilde tezahür etmez. Kimi şöhrete, kimi makam mevkiye ve hükmetme arzusuna, kimi nefsî ihtiraslara ve şehvanî duygulara, kimi de mal ve servete zebun olur. Şurası açık ki, bunların tamamına esir/köle olmak da mümkündür ve bunun en kestirme yolu, mal ve servete esaretten geçer.

    Bizler bu dünyada ahireti hedefleyerek yaşarız. Hz. Musa a.s.’ın ümmetinden rabbanî alimlerin, Karun’a nasihat ederken söyledikleri gibi, “Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara (infak ve tasaddukta bulunarak) ihsan et…” (Kasas, 77)

    Bu ayet-i kerimedeki anlatım dikkatimizi bir noktaya çekmeli: Allah Tealâ’nın lütfu keremiyle zengin kıldığı müminlerin ellerinde bulundurdukları malla ilişkisi, öncelikli olarak malları vasıtasıyla ahiret yurdunu elde etmeye bakmak şeklinde olmalıdır. Onların esas önceliklerinin bu olması gerekir. Ancak bunu hakkıyla yerine getirdikten sonradır ki, dünyadan da nasiplerini unutmayacaklardır. Görüldüğü gibi burada “dünya nasibi” ikinci planda gelmektedir.

    Mal sahibi mülk sahibi

    Konuya giriş mahiyetinde yukarıda söylediklerimiz, “dünya hayat”ın olmazsa olmazlarından birisiyle ilişkimizin nasıl olması gerektiği meselesine de zemin teşkil etmektedir: Mal mülk anlayışımızdan bahsediyoruz.

    Sekülerleşme (dünyevîleşme) denen durum, her şeyin dünya merkezli olarak ele alınıp değerlendirildiği bir süreci ifade ediyor. Bu süreçte bütün değerler “madde”ye indirgenmiş, insanın manevi yanı yok sayılmıştır. Batı dünyasında insanların yoğun bir şekilde dinden (hristiyanlıktan) uzaklaşması hadisesi sadece hristiyanlığın kendi iç arızalarından kaynaklanmıyor; aynı zamanda Batılı insanın her şeyi madde planında vehmetmesinin de buradaki payı hayli fazla.

    İnsanı sadece maddi yanıyla ele alan seküler pozitivist ideolojilerin mal mülk ve servet meselesine bakışı da çarpıktır. Maddi hayatın aşırı abartılması ve her türlü değerin maddeye indirgenmesi, sonuç olarak ortaya iki türlü körlük çıkardı: Özel mülkiyete karşı körlük (Komünizm) veya topluma karşı körlük (Kapitalizm).

    İslâm’ın bu iki körlükten birisine eklemlenmesini de üçüncü ve en büyük körlük olarak işaretlememiz gerekiyor. Zira özellikle son bir asırdır insanlığın yaşadığı travmalara bu iki körlükten birisi kaynaklık ettiği halde, insanlığın biricik kurtuluş ve saadet iklimi olan İslâm’ı Kapitalizm veya Komünizm çağrışımlı yorumlar eşliğinde takdim etmekten daha büyük bir arıza olamaz!

    İfrat ve tefrit

    Mal ve servet edinme konusunda biraz sonra üzerinde duracağımız iki tabir, meselenin mahiyetini oldukça güzel özetlemektedir. Böyle bir ayrıma gitmeksizin konu hakkında ortaya atılacak görüşler ister istemez ya ifrat veya tefrit tarafına kayacaktır.

    Konu hakkındaki ifrat tavır şöyle ortaya çıkıyor: Dinimiz çalışıp kazanmayı emretmiş, özel mülkiyete dokunmayı yasaklamış ve kişinin, dilediği kadar kazanıp dilediği gibi harcamasına kimsenin müdahale edemeyeceğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse, helal yoldan kazandığı malını -zekâtını verdikten sonra- dilediği gibi ve dilediği yere sarf edebilir. Buna kimse karışamaz.

    Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz kimsenin elindeki servete müdahale etmemiş, sahabenin zenginlerine karşı hiçbir zaman olumsuz bir tutum içinde olmamıştır.

    Bu tavır, bir adım sonrasında sahibini “mülkünün mutlak sahibi olduğu” vehmine sürüklüyor. Hepimizin etrafında, kendisine emanet olarak verilen zenginlik sebebiyle tekebbüre kapılan ve etrafına tepeden bakan insanlar vardır. Ümmet-i Muhammed’in yoksulları, yetimleri, kimsesizleri kendilerine uzanacak merhametli bir el beklerken onlar “helal yoldan kazandım; zekâtımı da verdim” diye kasılarak, standartları hayli yüksek hayatta bir elleri yağda diğeri balda yaşarlar. Yaşadıkları mekânlarla, tüketim tarzlarıyla, alışkanlıkları ve çevreleriyle diğer insanlardan farklı durmaya özen gösterirler. Bu tavrın Yüce Kitabımız’ın “malın azdırdığı insan tipi”ne örnek olarak dikkatimize sunduğu Karun’dan ne farkı vardır?

    İslâm mülk edinmeyi yasaklamaz

    Tefrit tavır ise, mal biriktirmenin ve servet edinmenin İslâm’ın onayladığı bir davranış olmadığını söyler. Bu tavrı benimseyenlere bakarsanız İslâm -tıpkı Komünist sistemde olduğu gibi- özel mülkiyeti ve servet sahibi olmayı teşvik etmemiş, aksine bunu yasaklamış ve böylece eşitliği sağlayarak servet sahiplerinin toplumun diğer kesimlerini sömürmesinin önüne geçmek istemiştir. Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç para biriktirmemiş, ganimet ve sair kalemlerden kendisine gelen malları fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmadan gecelememiştir.

    Bu fikri taşıyanlar da diğerleri gibi, dünyanın bir “imtihan” yurdu olduğu gerçeğini ıskalıyorlar. Bu dünyada kimimiz zenginlikle, kimimiz yoksullukla deneniyoruz. Evet Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç mal ve para biriktirmemiş, ancak malını Allah yolunda sarf etme iradesine sahip hiç kimseyi de zengin ve servet sahibi olmaktan men etmemiştir. Hatta tam tersine, yeri geldiğinde Hz. Ebu Bekir r.a. gibi, Hz. Osman gibi, Abdurrahman b. Avf gibi (Allah onlardan razı olsun) varlıklı sahabilerin sağladığı imkanlarla ordular teçhiz etmiş, beldeler fethetmiştir. Aynı şekilde fertlerin, hibe, alışveriş, miras, ganimet gibi helal yollardan elde ettiği mülke hiçbir zaman dokunmamış, “toplumda eşitliği sağlamak” gibi bir düşünceyle o mülkü rızaları dışında onların elinden alıp fakirlere dağıtmak gibi bir politika asla izlememiştir.

    İbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı eserinde ileri gelen sahabilerin sanat ve mesleklerini zikretmiştir. Onlar o sanat ve mesleklerini serbestçe icra etmeleri sayesinde bir yandan bol kazanç elde ediyor, ama diğer yandan bu kazancı Allah yolunda infak etmekten de geri durmuyorlardı. Toplumda dayanışmanın ve paylaşmanın önünü açmak, varlık sahiplerini çalışıp kazanmaktan men etmekle değil, dünya malına zebun olmaktan korumakla mümkün olur.

    Hem Ebu Bekir hem Ebu Zerr

    Yukarıda iki “körlük” olarak ifade ettiğimiz ifrat ve tefrit tavır, kendisine Kur’an ayetlerinden, hadis-i şeriflerden ve Sahabe’den gerekçeler temin etmeyi de ihmal etmez. Büyük sahabi Ebu Zerr r.a. bu cümleden olarak adı sıklıkla telaffuz edilen sahabilerin başında gelir. Onun, mal biriktirme aleyhindeki tavrı, yukarıda ifade ettiğimiz “tefrit” tavrın “İslâmî” gerekçelerinin ilk sırasında yer alır.

    Oysa, “madem ki Ebu Zerr r.a. mal biriktirmeye ve servet edinmeye karşıdır, o halde İslâm’ın hükmü budur” tavrı, Kur’an’ı, Sünnet’i ve Sahabe’nin tutumunu bir tek sahabinin içtihadına indirgemekten başka bir şey değildir. Yukarıda da söylediğimiz gibi ne Kur’an ne de Sünnet helal yoldan çalışıp kazanmaya mani olmamıştır, Sahabe döneminden itibaren tarih boyunca İslâm toplumlarında gördüğümüz vakıa da budur.

    Yine bu çerçevede halk arasında çok meşhur olmuş -sahih olmayan- bir “Sa’lebe kıssası” vardır.

    Rivayete göre Ensar’dan, Bedir savaşına da katılmış bulunan Sa’lebe b. Hâtıb çok fakirdir ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den, zengin olması için kendisine dua etmesini ısrarla ister. Efendimiz s.a.v., “Şükrünü eda edebildiğin az mal, şükrünü eda edemediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurarak geri çevirse de o ısrar eder. Sonunda Efendimiz s.a.v. dua eder ve Sa’lebe zengin olur. Fakirken mescide herkesten önce geldiği için “mescit kuşu” olarak anılan Sa’lebe önceleri vakit namazlarını aksatmaya, malı çoğalınca Cumalara da gelmemeye başlar. Derken Efendimiz s.a.v. zekât memuru vasıtasıyla Sa’lebe’den zekâtını ister. Ancak Sa’lebe mala öylesine bağlanmıştır ki, zekât vermek ağırına gider ve vermeyi reddeder. Bunun üzerine, “Ve onlardan bazıları da ‘Eğer fazlu kereminden bize ihsan ederse elbette tasaddukta bulunacağız ve elbette salih kimselerden olacağız’ diye Allah’a söz vermişti.” mealindeki ayet (Tevbe, 75) indi. Sa’lebe çok pişman oldu ve zekâtını getirip vermek istediyse de Efendimiz s.a.v. kabul etmedi. Bu durum Hz. Ebu Bekir r.a. ve Hz. Ömer r.a. zamanlarında da devam etti. Onlar da Sa’lebe’nin zekâtını kabul etmediler. Nihayet Sa’lebe Hz. Osman r.a. zamanında bu hal üzere vefat etti.

    Kısaca arz ettiğimiz bu kıssanın sahih olmadığını Hadis ilminin mütehassısları ortaya koymuştur. (Bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-Ahâdîsi’l-Keşşâf, 2/84-86; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/400-401.)

    Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye bizi, sahibini azdırmış zenginlikten de, sahibini azdırmış fakirlikten de sakındırmıştır. Orta yol ve itidal burada da temel rehberlerimizin onayladığı ve teşvik ettiği tavır olarak tezahür etmektedir. Bu sebeple İslâm Ümmeti tarih boyunca “hem Ebu Bekir, hem Ebu Zerr” demiş, onların birini diğerine tercih etmemiştir. Hz. Ebu Bekir r.a. infakla bereketlenen zenginliğin, Ebu Zerr r.a. da varlığı sonuna kadar paylaşmayı teşvik eden merhametin sembolü olarak inanç dünyamızdaki yerlerini almışlardır. Önemli ve doğru olan onlardan birini tercih etmek değil, ikisinin tavrını da makul ve İslâmî çerçevede açıklayıp yerli yerine oturtmaktır.

    “Teşri” ve “tevcih”

    Çağımız İslâm mütefekkirleri son derece isabetli bir şekilde, kazanmanın ve harcamanın ilkesini ve sınırlarını bu iki tabirle ifade etmiştir. Biz de konuyu bu iki tabiri esas alarak ortaya koymaya çalışacağız.

    İmam Muhammed b. el-Hasan rh.a.’in dediği gibi, kişinin kendisine gerektiği kadar ilim öğrenmesi nasıl farz ise, çalışıp kazanması da öyle farzdır. (Kitâbu’l-Kesb, 71) Çünkü Efendimiz s.a.v.’den hem ilim öğrenmenin, hem de çalışıp kazanmanın farz olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir. Mülk ve servet konusunda günümüzde iki noktanın birbirine karıştırıldığı görülüyor: “Teşri” ve “tevcih”.

    Kişinin, ihtiyaçlarını karşılayacak ve gerek kendisini gerekse ehlü ıyalini başkasına muhtaç etmeyecek kadar çalışıp kazanması farzdır. Bu, çalışıp kazanmanın asgari/olmazsa olmaz sınırıdır. Bundan fazlası ise mübahtır. Dileyen, dinî mükellefiyetlerini aksatmamak ve helal yoldan sapmamak üzere daha fazla kazanmak için daha fazla çalışabilir. (İmam Muhammed b. el-Hasen, Kitâbu’l-Kesb, 81 vd., 96 vd.)

    Çalışıp kazanma, mal mülk, servet edinme ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda Yüce Dinimiz müminlere herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Yeter ki mal helal yollardan kazanılsın, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz edilmesin ve malî mükellefiyetler hakkıyla yerine getirilsin. Dinimize göre kişi, el emeği göz nuru, meslek ve sanat, ticaret, ganimet, hibe, miras vb. meşru yollarla mal mülk sahibi olabilir ve -yine meşru sınırlar içinde kalmak kaydıyla- mülkü üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu durumdaki kimseye, normal şartlar altında herhangi bir ilave sorumluluk yüklenemez. Kazanırken ve harcarken kimseye zulüm ve haksızlık etmeyen, bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı mükellefiyetlerini yerine getiren, zekât, fitre gibi malî ibadetlerini hakkıyla eda eden kimse, “teşri” noktasında yükümlülüğünü yerine getirmiş demektir.

    Nitekim Yüce Kitabımız’da Efendimiz s.a.v.’in şahsında bize, “Eli sıkı olma. Büsbütün eli açık (varını yoğunu harcayan) da olma.” (İsrâ, 29) buyurulmakla meselenin “teşri” yönü gösterilmiş olmaktadır. Dolayısıyla teşri noktasında cimrilik edip eli sıkı davranmak da, büsbütün saçıp savurmak da doğru değildir. Bu ikisi arasında orta yol tutulacaktır.

    Sahip değil vekil

    “Tevcih” yönüne gelince, Allah Tealâ şöyle buyurur: “Allah’a ve Rasulü’ne iman (etmekte sebat) edin. (Sizden önce gelip geçenlerin ardından Allah’ın) sizi (tasarruf için) vekil kıldığı maldan O’nun yolunda infak edin. İçinizden iman edip de (o suretle) infak edenler için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadîd, 7)

    Bu ayet-i kerime, mal ve servetin insanlara emanet olarak verildiğini, onu elinde bulunduranların aslında onun “sahibi” değil, “vekili” olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla insan, kendisine nasip edilen ve üzerine vekil kılındığı mal mülkü kendi yetenek ve birikimiyle kazandığı vehmine düşmemeli, mülkün gerçek sahibini unutarak şeytanın ve nefsin iğvalarına kapılmamalıdır. Evet, mülk Allah Tealâ’nındır ve akıllı kişi, vekili kılındığı mülkü O’nun rızasını kazanma yolunda sarf etmekten geri durmayandır.

    Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Veren el alan elden hayırlıdır” (Buharî, Müslim) buyurmak suretiyle “isteyen” konumunda olmayı değil “veren” konumunda olmayı teşvik etmiştir.

    Ancak bunu yaparken dengenin muhafaza edilmesine büyük hassasiyet göstermiş, mal mülkün insanı yoldan çıkarıcı özelliğine de sıklıkla vurgu yapmıştır.

    Bir keresinde Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a.’ı Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde r.a., külliyetli bir miktar mal ile döndü. Bunu duyan Ensar, sabah namazında Mescid-i Nebi’de toplandı. Namaz bittikten sonra Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in etrafını sararak imalı bir şekilde Ebu Ubeyde r.a.’den bahsetmeye başladılar. Efendimiz s.a.v. gülümseyerek, “Ebu Ubeyde’nin bol mal ile geldiğini duyduğunuzu sanıyorum.” buyurdu. Onlar, “Evet!” diye karşılık verince şöyle buyurdu:

    “Size müjdelenen şeyle sevinin ve ondan fayda bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin yoksulluğunuzdan korkmuyorum. Sizin hakkınızda korktuğum husus, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş servetlere sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdır.” (Buharî, Müslim)

    Mülkün iki tehlikesi

    Dünyanın Yüce Kitabımız’da sıklıkla “aldatıcı” olarak nitelendirilmesinde şüphesiz bizim için büyük bir uyarı vardır. Kalbinde küçük bir zayıf nokta, iradesinde az bir gevşeklik bulunan kimsenin dünyaya kapılıp gitmesi hayli kolay ve sık rastlanan bir durumdur.

    Zira dünyaya bağlılık ve düşkünlük bulaşıcı hastalık gibidir. Hastalığın bağışıklık sistemindeki en küçük bir gevşemeyi fırsat bilerek insanı ele geçirmesi gibi, dünya ve dünyalık da irademizdeki en küçük bir zaaftan istifade ile bizi kendisine zebun eder. Bu, insandan insana bulaşan bir hastalıktır. Birinin elindeki servet, ev, araba, yazlık kışlık, harcama kapasitesi ve tüketim seviyesi, çoluk çocuğuna sarf ettikleri, giyim kuşamı… bütün bunlar iradesi zayıf insanları özendirir, kıskandırır ve “ben de öyle olmalıyım” düşüncesine sevk eder.

    Mülkün iki tehlikesinden biri budur. Servet sahibi insanlar dayanışma, paylaşma ve infak hassasiyetinden uzaklaştığı takdirde toplumda zenginlerle fakirler arasında uçurumlar oluşur ve bu durum toplumu bir arada tutan bağların zayıflayıp kopmasına kadar gider. Toplumsal patlamaların sebebi budur. Dünyayı bir asra yakın meşgul eden, milyonlarca insanın şu veya bu şekilde mağdur olmasına, sürülmesine, acı çekmesine, ölümüne yol açan komünizm belası böyle zeminlerde gelişip serpilmiştir.

    Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

    Mülkün diğer tehlikesi ise, eline emanet olarak verildiği insanlar üzerinde “saptırıcı” bir etki yapmasıdır. Zengin kişi çok kuvvetli bir iradeye ve engin bir gönüle sahip değil ise, kendisini malının yegâne hükmedeni sanacak, “küçük dağları ben yarattım” edasıyla diğer insanları hakir görecek ve böylece kendi kazancıyla helaka sürüklenecektir. Zenginliğin gurur ve büyüklenmeye sürüklemediği insan gerçekten ne kadar azdır! Oysa Efendimiz s.a.v., kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini haber vermiştir! (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)

    Servet bir emanet

    Küçük çaplı bireysel girişimlerin pek bir işe yaramadığı, liberal ekonomik düzenin kaçınılmaz gereği olan acımasız rekabeti sürdürebilmek için şirketlerin birleşip holdingleri, tröstleri oluşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hep kazanmak, hep en önde olmak, daha çok üretmek ve kazanmak dürtüsüyle adeta canavarlaşmış uluslar üstü sermaye birikimlerinin ortaya çıktığı bu dünyada infakın, dayanışmanın, paylaşmanın, fakiri düşünerek hareket etmenin ve hepsinden önemlisi de serveti bir “emanet” olarak görecek ruh ve şuur durumunu muhafaza etmenin imkanı var mıdır?

    İslâm hem bireyi hem de toplumu bu iki tehlikeye karşı muhafaza altına almanın yollarını göstermekte, ifrata ve tefrite meyletmeden, insan fıtratının özelliklerini de dikkate alarak orta yolu göstermektedir.

    <B>
    Senin Her Varlığın Hakir
    </B>

    Hz. İbrahim a.s.’a inen sahifelerde şöyle buyurulduğu nakledilmiştir:

    “Ey dünya! Senin yapmacık süslerin iyiler (ebrar) katında hiçbir kıymet ifade etmez. Zira ben onların gönüllerine sana husumeti ve senden yüz çevirmeyi yerleştirdim. Senden daha düşük bir şey yaratmadım. Senin her varlığın hakirdir ve yok olmaya mahkumdur.

    Seni daha ilk yarattığım zaman kimse için devamlı olmamanı ve kimsenin sende daimî kalıcı olmamasını takdir ettim.

    İçlerinden bana iman eden, beni tasdik eden ve istikamet üzere bulunan salihlere müjdeler olsun. Onlara tekrar tekrar müjdeler olsun ki, mezarlarından kalkıp bölük bölük bana gelecekleri zaman onların mükâfatları, önlerinde parlayan nurları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete ulaşmalarıdır.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Zemmu’d-Dünyâ, 63.)
    <B>
    Hz. İsa a.s. Böyle Buyurdu
    </B>

    Hz. İsa a.s.’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

    “Dünyayı kendinize efendi (rab) edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle (kul) edinmesin. Servetinizi zayi etmeyecek birinin korumasına verin. Zira dünya hazinelerine sahip olanların çeşitli afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama Allah’ın hazinelerine sahip olanlar için böyle bir korku yoktur.”

    Yine şöyle demiştir:

    “Ey havarilerim! Sizin için dünyayı ben yüz üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın! Dünyanın kirli olduğunun bir delili, onda Allah’a isyan edilmesi, diğer delili de ahiretin ancak onu terk etmekle elde edileceğidir. Dünyadan geçin, onu imarla uğraşmayın. İyi bilin ki, bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir. Kısa süreli bir arzu, sahibine uzun süren bir hüzün ve pişmanlık vereceğini unutmayın!” (İmam Gazalî, İhyâ, 3/198)
    <B>
    Zenginlik Allah’ın Fazlu Keremindendir
    </B>

    Muhacirlerin fakirleri bir gün Efendimiz s.a.v.’e gelerek,

    – Ey Allah’ın Rasulü! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler, diye şikayetlendiler. Efendimiz s.a.v.,

    – Neymiş o, diye sordu.

    – Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama onlar bizden fazla olarak) sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz. (Bazı rivayetlerde burada, “Onlar hacca gidiyor, umre yapıyor, biz yapamıyoruz” ifadesi de vardır.)

    Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

    – Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geride bırakırsınız. Hem hiç kimse sizin bu yapacağınızı yapmadıkça sizden daha faziletli olamaz.

    Muhacirler:

    – Buyurun ey Allah’ın Rasulü (öğretin), dediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

    – Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillâh”, otuz üç kere de “Allahu Ekber” dersiniz,” buyurdu.

    Fakir muhacirler sevinerek Efendimiz s.a.v.’in yanından ayrıldılar. Ancak bir süre sonra tekrar gelerek şöyle dediler:

    – Mal mülk sahibi kardeşlerimiz bizim (sizden öğrenerek) yaptığımız ameli öğrenmişler. Onlar da böyle yapıyorlar (dolayısıyla biz yine geride kaldık).

    Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

    – Bu, Allah’ın fazlu keremidir; dilediğine verir.” (Buharî, Müslim)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    Medine Müdafaası ve Fahreddin Paşa


    Yedikıta


    Birinci Dünya Savaşında, Osmanlı askerleri Hicaz bölgesi nde, Medine -i Münevvere'yi İngilizlere karşı savunuyorlardı.


    Ayrıca, Mekke Emiri Şerif Hüseyin, 1908 yılında İstanbul'dan ayrıldığı andan itibaren bir taraftan devleti aldatıp "Gönüllü toplayacağım" diye aldığı 60 bin altınla topladığı adamları isyan için hazırlamakta; bir taraftan da Fransız ve bilhassa İngilizlerden hesapsız para ve silah alarak devleti arkadan vurmak için teşkilâtlanmaktaydı. Bu gelişmeler üzerine, 23 Mayıs 1916'da Fahreddin Paşa'ya denetleme görevi verilerek, seçtiği subaylarla birlikte Medine'ye gitmesi emredildi. Paşa, 31 Mayıs tarihinde Medine'ye geldi. Gelişinden beş gün sonra, 5 Haziran 1916'da Şerif Hüseyin isyanının çıkmasıyla isyan bölgesinde göreve başladı. Böylece askerleri ve subaylan ile birlikte büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar devri başlamıştı.

    Medine Müdafası ve Fahreddin Paşa:
    "Burası yalnız bir kale değil, Medine'dir. Kucağında Peygamber Efendimizin mukaddes türbesini taşıyor. Onu İslam'ın halifesine ve yüksek efendilerine karşı olan küçük bir haydut şebekesine ve bir İngiliz yüzbaşısına teslim edemem!"

    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    cezakellahu hayran





    ALLAH(c.c) rzı olsun.
    emeğine sağlık, ellerin dert görmesin.
    mihrab KARDEŞİM.

    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    Padişahlara layık koleksiyon


    AYŞE ADLI


    Aksiyon


    Millî Saraylar Resim Koleksiyonu, Türkiye için bir ilk. Sultan Abdülaziz’in sipariş ettiği tablolarla başlayan koleksiyon, beş padişah ve bir cumhurbaşkanı döneminde katılan eserlerle 600 tabloluk hazineye dönüşmüş.


    Dolmabahçe Sarayı’nın yüksek tavanlı, serin, loş odalarının duvarlarında, o ihtişamı tamamlamak dışında iddiası yokmuşçasına sessizce kendilerine dönecek bakışları bekliyorlar. Her biri, üzerinde devrin en ünlü ressamlarının fırça izlerini taşıyor. Bir tarafta Çelebovski, ötekinde Zonaro, Ayvazovski, ilerde Osman Hamdi, Son Veliaht Abdülmecid Efendi, Şeker Ahmed Paşa, Hoca Alirıza... Sultan Abdülaziz’in iradesi ile 19’uncu asrın son çeyreğinde başlatılan saray koleksiyonunda 600’e yakın tablo bulunuyor. 1875 – 1938 yılları arasında, beş padişah ve bir cumhurbaşkanı himayesinde oluşturulan koleksiyonda yer alan eserler, dönemin sanatı kadar şahit oldukları tarihi; onlara ‘hanelerinde’ yer açan padişahları, cihan imparatorluğunun yüzlerce yıl karşısında durduğu Batı medeniyetine kapılarını nasıl açtığını da anlatıyor.
    Canlıların tasvir edilmesi Müslümanlar açısından bugün bile tartışmalı bir konu. Osmanlı’nın yüzlerce yıl resim sanatına itibar etmemesinin en temel sebeplerinden biri bu. Hıristiyan Batı üç boyutlu resim tekniklerini geliştirirken Müslüman Doğu iki boyutlu minyatürde ısrar ediyor. Ta ki Fatih Sultan Mehmet saray kapılarını aralayana kadar. İtalyan ressam Bellini’nin yaptığı Fatih portresi önemli bir değişimin ilk adımını oluşturuyor. Zamanla saray ressamlığı ihdas edilip padişahların portre çizdirmesi âdet hâline gelse de 1800’lü yılların sonlarına kadar resim bir sanat olarak yer tutmuyor Payitaht’ta. Paralel bir okuma yapıldığında bu tarihin İkinci Mahmud’la başladığı kabul edilen modernleşme / Batılılaşma hamleleriyle bağlantısı kolayca görülebiliyor.
    Resme bakışı yumuşatan ilk adımlardan biri Mühendishane-i Berri Hümayun, bugünkü adıyla Kara Harp Okulu’na harita çizimini öğretmek maksadıyla konulan teknik dersler. Yıl 1793, III. Selim dönemi. Bunu, 1835’ten itibaren yetenekli öğrencilerin resim eğitimi almak için Avrupa ülkelerine gönderilmesi takip ediyor. Tanzimat Fermanı’yla hızlanan batılılaşma gayretleri Avrupai hayat tarzının taklidini de beraber getiriyor İstanbul eşrafı için. Resim, önemli göstergelerden biri. Batılı sanatçılar İstanbul’a daha sık gelmeye başlıyor.
    Saray adına resim koleksiyonu oluşturma fikri, kendisi de ressam olan Sultan Abdülaziz’e ait. Asıl adı Ahmed Ali olan Şeker Ahmed Paşa’yı 1861’de eğitim almak üzere Paris’e gönderen Padişah, İstanbul’a dönüşünde yanına yaver olarak alıyor. Saray’ın siparişleri, Şeker Ahmed Paşa’nın hocası Fransız ressam Jean-Léon Gérôme’un önerileri doğrultusunda Avrupa’dan karşılanıyor. Bir süre sonra Polonyalı ressam Stanislav Çelebovski Dolmabahçe Sarayı’ndaki atölyesinde çalışmaya başlıyor. Sultan Abdülaziz’in Çelebovski'yle yakından ilgilendiği, sipariş ettiği bazı kompozisyonların eskizlerini çizdiği biliniyor. Ressamın yanında ülkesine götürdüğü bu çizimler, Polonya’da Kırakol Ulusal Müzesi’nde bulunuyor. Saray koleksiyonunda 31 tablosu yer alan Rus ressam Ayvazovski de Birinci Abdülaziz’in yakından takip ettiği isimlerden. Bir deniz tutkunu olan Sultan, ‘fırtınalı denizlerin romantik ressamı’ Ayvazovski’ye de eskizler çiziyor. Abdülaziz’den sonra koleksiyona en fazla alım yapan isim İkinci Abdülhamid. O da amatör ressam.
    Sanat eserlerinin alıcısı saray olunca kompozisyonların padişahların zevkleri ve beklentileri yönünde hazırlanması da kaçınılmaz. Dağılmaya başlayan bir imparatorluk için eser veren ressamlar günden ziyade özlem duyulan geçmişi resmediyor. Padişahların tercihlerini tablolar üzerinden takip etmek mümkün. Manzaralar, tarihî konular, natürmortlar ortak zevki yansıtıyor. Ama Sultan Abdülaziz’in deniz sevgisi kendini kolayca belli ediyor sipariş ettiği eserlerde. Yine bir ressam olan oğlu Abdülmecid Efendi ise askerleri resmetmeyi tercih ediyor.
    Koleksiyona 1938’e, Atatürk’ün ölümüne kadar alım yapılıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında müzeye çevrilen saraylar ve içindeki tüm eserler TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı’na devrediliyor. Sergilenmeleri, bakım ve onarımları Güzel Sanatlar Uzmanı Gülsen Kaya başkanlığında bir ekip tarafından yapılan koleksiyonun korunması için uzmarlar istihdam ediliyor uzunca bir süredir. 1996 yılında İtalya’da eğitim alan tablo restoratörler, 600 parçalık koleksiyonun önemli bir kısmının bakımını tamamlamış durumda. Padişahların Osmanlısı’nı resmeden bu tabloların 500’e yakını Dolmabahçe Sarayı’nda, diğerleri yine Millî Saraylar’a bağlı Beylerbeyi Sarayı, Aynalıkavak ve Maslak Kasrı ile Yalova Atatürk Köşkü’nde yaptırıldıkları dönemin atmosferini yansıtan bir ortamda sergileniyor. Ayrıca bu hazineyi resim meraklılarıyla buluşturacak birtakım projeler de var Millî Saraylar’ın 2010 yılı projeleri arasında. Öncelikle koleksiyonun oluşum sürecini anlatan, içinde sanatçılara ve tablolara ait bilgilerin de yer alacağı “Millî Saraylar Tablo Koleksiyonu” isimli bir kitap yayınlanacak. Bu yılın ikinci sürprizi Tanzimat sonrası Osmanlı Sarayı’nda yaşanan değişimi ve tarihi eser toplama etkinliğinin serüvenini yansıtacak “Renk, Işık ve Görkem; Saray Tabloları” isimli sergi. Koleksiyon’dan seçilecek eserlerin yer alacağı üçüncü proje ise Aralık 2010-Ocak 2011 tarihleri arasında açılması planlanan “Padişahın Ressam Kulları” sergisi. Eserlerini “… kulları” diye imzalayarak saraya gönderen Türk ressamlarının Millî Saraylar Tablo Koleksiyonu’nda yer alan tabloları oluşturacak bu seriyi.

    Zarar gören eser için 60 bin dolar isteniyor

    Sabancı Müzesi ve Millî Saraylar, şu günlerde Fransız ressam Boulanger’a ait bir tablo yüzünden mahkemelik. Resim Koleksiyonu’nda yer alan çalışmalar nadir de olsa sergilenmek üzere nitelikli sergilere ödünç veriliyor. Fransız ressam Boulanger’e ait Sudan Geçen Bedeviler isimli eser 2009 yılı başında bu prensip çerçevesinde Sabancı Müzesi’nde açılan Batıya Yolculuk sergisine gönderiliyor. Ancak Millî Saraylar yetkilileri teslim alırken eser üzerinde protokole aykırı müdahale olduğunu tespit ediyor. Bilirkişinin de onaylaması üzerine başlayan ve 60 bin dolar tazminat istenen mahkeme süreci devam ediyor.
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 5.480, Level: 47
    Points: 5.480, Level: 47
    Level completed: 65%,
    Points required for next Level: 70
    Level completed: 65%, Points required for next Level: 70
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    kader_18 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Apr 2010
    Yer
    hatay
    Mesajlar
    317
    Points
    5.480
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    16

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    LANETLİLER NİHAT MORGÜL (BURHAN) israiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.”1
    Bildiğiniz gibi ayetlerin ilk muhatapları İsrailoğullarıdır. Allah, İsrailoğullarından bir kısmına böyle lanet ettiğini söylüyor. Bu bağlamda öncelikle şu haberi, sonra da Tevrat’tan alınmış cümleleri beraber okuyalım.
    “Savaşın hemen başında toplanan İsrail Hahamlar Şurası, sivillerin katledilmesinin önünü açan bir fetva verdi. Tevrat’ın savaş sırasında kadınların ve çocukların öldürülmesini öngördüğünü belirterek İsrail ordusundan Filistin ve Lübnan’da sivillere yönelik saldırılarını arttırmasını istedi.”2
    Tevrat’tan bazı pasajlar;
    "Ele geçen her adamın gövdesi, delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da karıları da kirletilecek. (...) Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar; gözleri çocukları esirgemeyecek."
    "Atalarının fesadından ötürü, onun oğullarını boğazlayacak yer hazırlayın da ayağa kalkmasınlar ve diyarı kendilerine mülk edinmesinler ve dünya yüzünü şehirlerle doldurmasınlar."4
    "Milletlerin zenginliği sana gelecek. (...) Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler... Ve kapıların daima açık duracak; milletlerin servetini ve sürgün getirilen krallarını sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacaklar. Çünkü sana kulluk etmeyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak. (...) Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana: Rabbin şehri, İsrail Kudüs’ünün Sion'u diyecekler. (...) Ve milletlerin sütünü emeceksin ve kralların memelerini emeceksin.5
    (...)"milletlerin servetini yiyeceksiniz ve onların izzeti size geçecek."6
    "Ve Allah'ın Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak. (...) Ve Allah'ın Rab, onları senin önünde ele verecek ve onları helâk edinceye kadar büyük kırgınla kıracak. Ve onların krallarını senin eline verecek, adlarını göklerin altından yok edeceksin; sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak.7
    "(Rab dedi Sen benim topuzum ve cenk silâhlarımsın. Ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeler helâk edeceğim (...) ve seninle erkeği ve kadını kıracağım ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım ve seninle genç adamı ve ere varmamış kızı kıracağım ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım ve seninle valileri ve kaymakamları kıracağım."8
    "Mülklerini alacağınız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve her yeşil ağaç altında ilâhlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz."9
    Bizim kahrolarak izlediğimiz manzaraları onların neden büyük bir azim ve ibadet aşkıyla yaptıklarını sanırım yukarıdaki satırları okuyunca daha iyi anlamışızdır. Kendilerini Tanrı adına masum canı almaya adamış, bunu emreden bir kitaba iman etmiş bir insandan ancak bu beklenir doğrusu.
    Bu, terörü din haline getirmektir. İsrail’in yaptığı ‘devlet terörü’dür, bu doğru. Daha doğru olanı ise şudur, İsrail, ‘terör’(ün) devleti’dir.
    Dünyada her zaman ve devirde savaşlar olagelmiştir ve galiba olmaya devam edecektir. Fakat başta İslam’ın olmak üzere her toplumun kendine göre bir savaş hukuku ve ahlak anlayışı vardır. İslam’a göre savaşta, yaşlılar, çocuklar, kadınlar, yaralılar, esirler, din adamları, ibadet haneler, hastaneler, okullar (genel ifadeyle savaşın içinde olmayan siviller) hatta hayvanlar, ağaçlar ve ekinler masumdur. Görülüyor ki Tevrat’a ve ona iman edenlere göre böyle bir ayrım yoktur. Olayı vahşete dönüştüren de bu anlayıştır.
    Bu anlayışa nasıl gelindiğine değinmek yerinde olur kanaatindeyim. İshak’ın oğlu, Yakup peygamberdir. Yakup’un diğer adı da İsrail’dir. Sonraları bu soydan gelenlere İsrailoğulları denir. Yani İsrailoğulları (Yahudiler) ile İsmail oğulları (Araplar) amcaoğludur.
    İshak’tan sonra bütün peygamberler; Yakup, Yusuf, Mûsa, Harun, Dâvut, Süleyman, Zekeryâ, Yahya, İsa aleyhisselam’ın hepsi, İsrailoğullarındandır. Bu durum onlarda Allah tarafından imtiyazlı ve onun has (hatta tek) kulları oldukları gibi yanlış bir anlayışın doğmasına sebep olmuştur. Oysa Allahın bir kavme peygamber göndermesi, bir başka açıdan onların ıslah edilmeye ne kadar muhtaç olduklarını da göstermektedir. Aksine onlar üstün /imtiyazlı /efendi /soylu ırk düşüncesi ile bir taraftan kendi soylarını Allah katında üstün görünce diğer taraftan da diğer ırkların kendilerinden aşağı ve efendilere (kendilerine) hizmetle görevli varlıklar olduğuna inandılar. İşte Siyonizm, bu anlayışın siyasi tezahürüdür.
    Musevi asıllı Şair-yazar Roni Margulies’in şu tespitini tam bu noktada zikretmek yerinde olur: “İsrail’in yöneticileri, ister sağcı ister solcu olsun, bilinçli Siyonistlerdir”10Bu inancın temellerini Tevrat’ta görmek mümkündür. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için yukarıda zikrettiğimiz Tevrat ayetlerine dikkatli bir şekilde bakmak ve ortadoğuda işlenen vahşeti görmek yeterlidir.
    Burada İsrailoğullarının tarihini anlatmayacağız tabii. Üzerinde duracağımız husus, “İsrailoğulları geçmişte ne yapmış ki, merhameti sonsuz olan Allahın gazabına ve lanetine maruz kalmıştır?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu cevabı, onların genlerinde aramak haksızlık olur. Mısırda Kıptîlerin yöneticiliğinde baskı altında köle ve ikinci sınıf insan olarak yaşamlarını sürdüren İsrailoğulları Allahın rahmeti olarak Musa peygamberin önderliğinde Kızıl denizi geçip özgürlüğe kavuştular ve Allah’ın birçok nimetine nail oldular.
    Daha sonra ortaya koydukları tutum ve tavırları, şükreden mütevazı bir kul tavrı olmadı. Şımarık, nankör, uslanmaz, haddini bilmez bir tavır sergilediler. Bu, onların karakteri haline geldi.
    Sonucu Kur’an’dan okuyalım:
    “İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun” dediklerimizi elbette bilmektesiniz. ”11
    “Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? de, Allah kime lanet ve gazab ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır. ”12
    “Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: “Aşağılık maymunlar olun”, dedik. ”13
    Her şeye rağmen Allahın ayrıcalıklı has kulları olduklarına inandılar. “Allah bizi cehennemde yakmaz. Biz onun has kullarıyız” dediler. İşlerine gelmediklerinde peygamberleri öldürdüler, dini ve dini emirleri para karşılığında değiştirdiler. Ve daha niceleri..14O hale geldi ki son tahlilde ortadaki dinin Musa’nın anlattığı dinle bir ilgisi hemen hemen kalmadı. Dinin bu son haline, değiştirilmiş, tahrif edilmiş haline Yahudilik dendi.
    Yahudileşmek, dini, menfaatlerine kurban etmenin, onu sulandırmanın, Allaha karşı lakayt olmanın bir diğer adı oldu. Elbette İsrailoğullarına ait bir kavram olmaktan çıktı. Allahın dinine karşı kim aynı tavrı sergilerse-Müslümanlar dâhil- Yahudileşiyor, yani laneti hak ediyor demektir.
    Şunu da belirtelim ki, biz atalarının yaptıklarından torunlarını sorumlu tutacak değiliz. Ancak bu gün Filistin ve Lübnan’da olanlar gösteriyor ki, modern zamanın Yahudileri de atalarının izinden gitmektedirler. Oysa Allah onlardan söz almıştı.
    “(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. …. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”15
    Bunun yanında insaf ehli, vicdan sahibi Musevi’ler yok değildir. Onlar ortaya konan bu vahşete katılmadıklarını, bunu kınadıklarını, kendi hükümetlerini protesto ederek gösteriyorlar. Ne var ki hâkim güç Siyonist Yahudilerin elindedir. Onlar da dünyayı ateşe vermeye devam ediyorlar. Ancak, ayette de belirtildiği üzere zulüm öyle bir ateştir ki sonunda gelir sahibini yakar.16Nitekim Peygamberimiz kıyamet alametlerini haber verirken şöyle buyurur; “Sizler Yahudilerle savaşacaksınız. Siz onların üstüne saldırdığınızda taşlar konuşur ve ey Müslüman, bu arkamdaki Yahudi’dir, onu öldür der.17
    Galiba, ortadoğuda sonuç buna doğru gitmektedir ve bu da dünyanın kıyametidir vesselam!

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    cezakellahu hayran

    ALLAH (c.c) sizden razı olsun.
    emeğinize sağlık, elleriniz dert görmesin.
    mihrab, kader_18 KARDEŞLERİM.

    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    BOŞANMA EN ÇOK ÇOCUKLARI VURUYOR!

    PROF. DR. SEFA SAYGILI (PSİKİYATRİST)


    Gülistan




    Boşanma, toplumumuzu içten kemiren felâketlerden biridir. Maalesef ülkemizde boşanma oranları giderek artmaktadır. Bugün evlenmeler daha zayıf temeller üzerine kuruluyor ve bu yüzden yıkılması daha kolay oluyor. Hatta bazı evlenenler, “mutlu olamazsak ayrılırız!” diyerek yuva kuruyorlar.

    Bu yanlış bir tutumdur. Çünkü boşanma olaylarında sadece evlenenler değil, onların aileleri ve özellikle de çocukları kötü etkilenir. Bir ruh hekiminin muayenehanesine problemleri için gelen birçok kişinin rahatsızlığının temelinde, boşanma ve getirdiği sıkıntıların yattığını müşahede ediyorum. Unutamadığım bazı örnekleri ibret olması ve belleklerde iz bırakması gayesiyle sıralamak istiyorum.

    Kendisi meslektaşımdı. Eşiyle anlaşamamış ve bir süre sonra ayrılmışlardı. Şu an 5 yaşında olan oğulları annede kalmış ve mahkeme babanın 15 günde bir çocuğunu görmesine karar vermişti. Doktor olan baba bu günleri şöyle anlatıyor:

    “Önce mahkemeye gidiyorum. Oradan görevliyi zar zor ayarlayıp yanıma alıyor ve eski eşimin baba evine gidiyorum. Ben aşağıda bekliyorum. O yukarı çıkıyor ve çocuğu alıyor. Sonra akşama kadar oğlumu gezdiriyorum. Akşam olunca yine mahkemeye müracaat, yine görevli ve çocuğu bırakış. Tabii görevliye bahşiş... Tam bir işkence gibi. Onun dışında çocuğumla telefonla bile görüşemiyorum.”

    Olan çocuklara oluyor!

    Bir başka hanımın 10 yaşında oğlu vardı ve kocası boşandıktan sonra yeniden evlenmişti. Çocuğa hoş görünmek için babası her şeyi yapıyordu. Onu gezdiriyor, hediyeler veriyordu. Niyeti anneden kopartmaktı. Anneyi kötülüyor, haksız yere çocuğun en kıymetli varlığı olan annesinden, “Kötü kadın!” diye bahsediyordu.

    Çocuk, anne ile baba arasındaki bu çekişmeden bunalmış, daha oturmamış ve gelişmekte olan şahsiyetinde yaralar açılmıştı. Sevdiği bu iki insan, anne ve babası niçin böyle birbirlerini kötülüyorlardı? Derken hiç kimseye güveni kalmaz olmuş, çözümü kendi kabuğuna çekilmekte bulmuştu.



    Unutamadığım olaylardan birisi de üç çocuklu bir ailenin dramıydı. Anne ile baba ayrılınca, çocukları mahkeme anneye vermişti. Bir süre sonra baba, onları bir hile ile kaçırmış, mahkeme tekrar polis marifetiyle annesine teslim etmişti çocukları. Ama bu defa da anne, babaları kaçırır diye çocukları âdeta hapsetmiş ve evden dışarı çıkarmaz olmuştu.

    Zavallı yavrucaklar, anne ile baba arasında kalmışlardı. Kendilerine örnek aldıkları, taklit etmeleri gereken en sevdikleri iki varlığın böylesine birbirine düşman olmaları onları derinden etkilemişti.

    Ayşecik daha 3 aylıktı ve dünya tatlısıydı. Ama doğduğunda annesiyle babası boşanmıştı. Ayşecik dünyaya gözlerini açtığında annesini yanında görmüştü, ama baba uzaklardaydı. İşte, 3 aylık olunca baba, “kızımı görmek istiyorum” diye gelmiş ve onu kaçırıp gitmişti. İki gözü iki çeşme annesini bana getirdiklerinde babanın nereye gittiğini bilmediklerini söylüyorlardı. Ayşe’nin anne sütü alması gerekiyordu. Anne vardı ama bebeğe ulaşamıyordu.

    Ayşecik, muhakkak anne sevgisine, ilgisine, şefkatine muhtaçtı. Ama anne, bebeğin nerede olduğunu bilmiyordu bile. Ayşe’nin annesinden ayrı durması onda telâfisi mümkün olmayan izler bırakırdı. Ve maalesef Ayşe’nin annesi olmasına ve kızının hasretiyle yanıp tutuşmasına rağmen ondan uzaktaydı. Çünkü boşanmışlardı ve babası Ayşeciği annesinden uzaklaştırmıştı.

    Boşananlar tekrar evlenemiyor

    30 yaşın üzerinde, eli yüzü düzgün bir hanımdı Hayriye. İlk evliliğinde kocasından eziyet görmüş, sonunda evliliği yürütemeyerek boşanmışlardı. Hayriye hanıma birçok uygun talip çıktı ama o hepsini reddediyordu. Çünkü kötü tecrübesi onda iz bırakmış, her erkeğin öyle kaba, her evliliğin de sıkıntılı ortama girmek olduğunu sanmıştı. Artık yalnız bir hanımdı o.



    Bir toplumun, mutlu ve ruhen sağlıklı olması; onun temeli sayılan ailenin sağlamlığı ile ölçülür. Ailenin de sağlamlığı geçimsizliklerin, boşanmaların az olması ile belli olur. Ülkemizde kültür yozlaşması oldukça, toplumun temelleri sarsılmakta ve sağlam aileler yerine boşanmış veya geçimsiz çiftlere bırakmaktadır.

    Sağlıklı bir toplum olmak için aile yapısını kuvvetlendirmek, hepimizin görevi olmalıdır.
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: dergilerden yazılar

    Düğünlerimiz Nasıl Olmalı?

    Hamdi Boydak

    Yenidünya



    Bir yere vardığım zaman, sizin burada düğün ve cenaze
    merasimleri nasıl olur, diye sorarım. Toplumun sevinçli
    ve üzüntülü günlerdeki hal ve hareketleri içlerinin
    dışa vurması sadedinde bize bir hayli ipucu verir. Elbette
    ki sevinme ve üzülme sadece düğün ve cenazeye
    mahsus değildir ama bunlar geneli ilgilendirdiği ve gelenekselliği
    olduğu için daha derin ve daha geniş
    kapsama sahiptirler. Bu yüzden de araştırma
    ve inceleme yapacaklara hem kolaylık
    hem de fırsat sağlanır. Genel
    kanaat ve genel yapının fotoğrafına
    ulaşmış olur. İnsanın dünyaya
    gelişi düğün-nikah ile
    evlenen anne-baba iledir. Bu sebeple de birçok ayetlerde
    Allah’a ibadetten sonra anne-babaya itaat emredilmiştir;
    çocukların diri diri gömülmesi ve öldürülmesi
    ise yasaklanmıştır. Bütün bu açıklamalar ışığında düğün
    olayına baktığımız zaman bunun ne kadar gerekli,
    önemli ve hassas bir konu olduğu gün ışığı gibi ortaya
    çıkmaktadır.

    MÜSLÜMAN KİTAB’A GÖRE SEVİNİR VE ÜZÜLÜR
    Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki
    Müslüman’ın sevinci ile üzüntüsü
    yüce dinimizin kuralları
    ile sınırlıdır. Nefsani ve şey tani unsurlara orada yer yoktur.
    Bilhassa sevinç hali
    daha da dikkat edilmesi gerekenidir. Çünkü insanın azması
    ile nimet bolluğu arasında çok yakın bir ilgi vardır.
    Geçmiş kavimlerin helaki daha çok varlıktan kaynaklanan
    isyanları yüzünden olmuştur. Yokluktan dolayı
    başlarına bela ve musibetlerin gelmesinden çok az olarak
    bahsedilmektedir. Müslüman darlıkta ve bollukta,
    sevinçli ve üzüntülü anlarında, kazanç ve kayıpta, seferde
    ve hazerde, sağlık ve hastalıkta, tek başına ve toplum
    içinde, gecede ve gündüzde vs. hep kulluk bilincini
    taşır. Çoğu defa da aynı tepkiyi gösterir. Mesela düğünde
    de ölümde de akraba, komşu ve dostlarının yanında
    olur. Düğünde davet eder; ölümde haber verir.
    Hem sevinç ve hem üzüntülü durumlarda sadaka verir,
    namaz kılar. Kur'an-ı Kerim okur ve dua eder. Tebrik
    ve tesellide Allah’ı çok çok zikreder. Nefsin ve şeytanın
    aldatma ve ayak kaydırmasından da Allah’a sığınır. Şükür
    ve sabır ile hayatı dengede tutar, hayatın akışını engelleyecek
    anormalliklere yer vermez, bir şeye saplanıp
    kalmaz, “bu da geçer ya hu” der.

    ELGÖRDÜLÜK AMELİN FATURASI AĞIRDIR
    Kafirlere benzememek ve onları taklit etmemek, sevinç
    ve üzüntü bahsinde de geçerlidir. Düğün ve cenaze
    merasimlerinde görülen bir kısım bidatler -maalesefgözlenmektedir.
    Tebrik ve taziye şekil ve usulünde, kılık
    ve kıyafette vs. bidatlere rastlanmaktadır. Bunlar ayıklanmalı
    ve sünnete uygun hale getirilmelidir. Başkaları
    ne der, kaygısı terk edilmeli, Allah ve Resulü ne der
    hükmü hayata geçirilmelidir. Bilhassa kınayıcının kınamasına
    fırsat ve imkan verilmemelidir. Elgördülük amelin
    acı ve ağır faturaları hesap edilmelidir.
    Ankara’ya gelen yabancı bir tıp öğrencisini gezdiren
    birisinin hatırasını burada nakletmek istiyorum: “Yıllar
    önce ülkemize gelen bir tıp öğrencisini bana emanet
    ettiler. Çarşı-pazar dolaşırken öğrencinin duraklayıp bir
    yere dönüp dönüp baktığını görünce neye ve nereye
    bakıyorsunuz, dedim. Meğer öğrencinin dikkatini bir
    fotoğrafçının vitrinindeki resimler çekmiş. Bunlar Hıristiyan
    mı dedi. Hayır, dedim. Fotoğraflardaki damat ve
    gelinler bizim oradakilerin kıyafeti içinde de, deyiverdi.
    Biz modernlik adına gayrı müslimlerin batıl ve bozuk
    yaşantılarını taklit etmekle elimize ne geçiyor diye hayıflandım
    ve utandım” demiştir. Onlar bizi bozduklarına
    ve kendilerine benzettiklerine seviniyor diyelim ama
    pekiyi biz bunları yaparken neye seviniyoruz. Bunu hiç
    düşündük ve hesap ettik mi? Nerede kaldı milli ve manevi
    değerlerimize sahip çıkmak ve onları yaşatmak?

    BİD’ATLER OLMAZSA OLMAZ OLDU
    Bazı yerlerde düğün ve cenazeler hatta hac ve umreler
    oradaki insanların korkulu rüyası olmuş. Bazı bidatler
    örf ve adet olmuş, olmazsa olmaz olmuş, kaçmak ve
    kaçınmak da neredeyse imkansız olmuş. Şu kadar hayvan
    kesilecek, şu kadar pilav pişirilecek, şu kadar helva
    dağıtılacak, şu kadar hediye paketi hazırlanacak... İnsan
    düğününe sevinemiyor, ölüsüne ağlayamıyor, hac
    ve umre yapmaya cesaret edemiyor.
    Diğer taraftan da ya usulen geçiştirmeler ya da kız kaçırmalar
    oluyor. Topluma önderlik yapanlara ve yapacaklara
    çok iş düşüyor. Bir zamanlar Yahyalı’da kız kaçırmalar
    başlık parası yüzünden çoğalmıştı da merhum
    üstadımızın himmetiyle iş halledildi ve her şey normale
    döndü. İnsanlar da ayıptan kurtuldular. Şerefle düğün
    ve derneklerini yaptılar. Mutlu ve töhmetsiz yuva kurdular.
    Bu işe mübaşeret edenler de bol bol dua aldılar.
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Hep Eksik Ep-Eksik Yazılar…
    By BaRLa in forum Köşe Yazarlari
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 23.07.09, 06:30
  2. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.05.09, 09:48
  3. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.03.09, 11:51

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •