Sayfa 1/3 123 SonSon
21 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    Yirmidokuzuncu Mektub
    [Yirmidokuzuncu Mektub "Dokuz Kisim"dir. Bu kisim, Birinci Kisimdir; "Dokuz Nükte"dir.]
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    Aziz, siddik kardesim ve hizmet-i Kur'aniyede pek ciddî bir arkadasim!
    Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmedigi mühim bir mes'eleye dair cevab istiyorsun.
    Kardesim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çogalmis. Ikinci tashih bana geliyor. Sabahtan aksama kadar sür'atli bir tarzda mesgul oluyorum. Çok mühim islerim de geri kaliyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Saban ve Ramazanda, akildan ziyade kalb hissedardir, ruh hareket eder. Su mes'ele-i azîmeyi baska vakte ta'lik edip, ne vakit Cenâb-i Hakk'in rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazilir. Simdilik "Üç Nükte"yi (Hâsiye) beyan edecegim:
    Birinci Nükte: "Kur'an-i Hakîm'in esrari bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamislar." diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir.
    Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asir nusus ve muhkematini teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alir; baskasinin gizli kalmis hissesine ilismez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-i Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkisaf eder demektir. Yoksa hâsâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'aniyeye süphe getirmek degil. Çünki onlara îman lâzimdir. Onlar nasstir, kat'îdir,
    ______________________________ __
    (Hâsiye): Bilâhare Dokuz Nükteye tamamlanmistir.

    sh: » (M: 415)
    esastirlar, temeldirler. Kur'an عَرَبِىّ ٌ مُبِينٌ fermaniyla mânasi vazih oldugunu bildirir. Bastan basa hitab-i Ilâhî, o mânalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus mânalari kabul etmemekten, hâsâ sümme hâsâ, Cenâb-i Hakk'i tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çikar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-i Risaletten alinmistir. Hattâ Ibn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur'ani muan'an sened ile müteselsilen menba'-i Risalete îsal etmis ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmis.
    Ikinci Taife: Ya akilsiz bir dosttur, kas yapayim derken göz çikariyor veya seytan akilli bir düsmandir ki, ahkâm-i Islâmiye ve hakaik-i îmaniyeye karsi gelmek istiyor. Kur'an-i Hakîm'in -senin tabirinle- birer polat kal'asi hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâsâ hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye süphe îras etmek için bu nevi sözleri isaa ediyorlar.
    Ikinci Nükte: Cenâb-i Hak, Kur'anda çok seylere kasem etmis. Kasemat-i Kur'aniyede çok büyük nükteler var, çok sirlar var.
    Meselâ: وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz'deki muhtesem temsilin esasina isaret eder. Kâinati bir saray ve bir sehir suretinde gösterir.
    Hem يس* وَالْقُرْآنِ اْلحَكِيمِ deki kasem ile, i'cazat-i Kur'aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette oldugunu ihtar eder.
    وَ النّجْمِ اِذَا هَوَى * فَلاَ اُقْسِمُ ِبمَوَاقِعِ النُّجُومِ *وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ
    deki kasem; yildizlarin sukutuyla vahye süphe îrâs etmemek için cin ve seytanlarin gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduguna isaret etmekle beraber; yildizlari dehsetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerlestirmek ve seyyaratlari hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.
    وَالذَّارِيَاتِ * وَالْمُرْسَلاَتِ
    sh: » (M: 416)
    daki kasemde; havanin temevvücati ve tasrifati içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melâikelere kasem ile nazar-i dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hâkeza... Herbir mevkiin, ayri ayri nüktesi ve faidesi vardir. Vakit müsaid olmadigi için, yalniz icmalen وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye isaret edecegiz. Söyle ki:
    Cenâb-i Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasitasiyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafina giden insanin yüzünü o taraftan çevirip, sükür ve fikir ve îman ve amel-i sâlih ile tâ a'lâ-yi illiyyîne kadar terakkiyat-i maneviyeye mazhar olabilmesine isaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi' olmasi ve hilkatlerinde de, medar-i dikkat ve nimet çok seyler bulunmasidir. Çünki hayat-i içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gida-yi insaniye için zeytin en büyük bir esas teskil ettigi gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir agacinin cihazatini saklayip dercetmek gibi, bir hârika mu'cize-i kudreti gösterdigi gibi; taaminda, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devaminda ve daha sair menafiindeki nimet-i Ilâhiyeyi kasem ile hatira getiriyor. Buna mukabil, insani îman ve amel-i sâlihe çikarmak ve esfel-i sâfilîne düsürmemek için bir ders veriyor.
    Üçüncü Nükte: Surelerin baslarindaki huruf-u mukattaa Ilâhî bir sifredir. Has abdine, onlarla bazi isaret-i gaybiye veriyor. O sifrenin miftahi, o abd-i hastadir, hem onun veresesindedir. Kur'an-i Hakîm mâdem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrin her tabakasinin hissesini câmi' çok mütenevvi' vücuhlari, manalari olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarindir ki, beyan etmisler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelât-i gaybiye isaratini onlarda bulmuslar. Isarat-ül I'caz Tefsirinde, "El-Bakara" Suresinin basinda, i'caz-i belâgat noktasinda bir nebze onlardan bahsetmisiz; müracaat edilsin.
    Dördüncü Nükte: Kur'an-i Hakîm'in hakikî tercümesi kabil
    sh: » (M: 417)


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    olmadigini Yirmibesinci Söz isbat etmistir. Hem manevî i'cazindaki ulviyet-i üslûb ise, tercümeye gelmez. Manevî i'cazinda olan ulviyet-i üslûb cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müskil. Fakat yolu göstermek için bir-iki cihete isaret edecegiz. Söyle ki:
    Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan
    وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ
    وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلَثٍ * خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ * يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ * لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ * يُولِجُ الّيْلَ فِى النّهَارِ وَيُولِجُ النّهَارَ فِى الّيْلِ وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
    gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve i'cazkârane bir cem'iyet içinde hallakiyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: "Sâni'-i Âlem olan su kâinatin ustasi, is basinda olarak Sems ve Kamer'i hangi çekiç ile yerlerine çakiyorsa; ayni çekiç ile, ayni anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatlarin gözbebeklerinde- yerlestiriyor. Semavati hangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açiyorsa; ayni anda, ayni tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerlestirir. Hem Sâni'-i Zülcelâl manevî kudretin hangi manevî çekici ile yildizlari göklere çakiyorsa, ayni o manevî çekiç ile, beserin sîmasindaki hadsiz alâmet-i farika noktalarini ve zâhirî ve bâtinî duygularini yerlerine naksediyor" diye ifade eder. Demek o Sâni'-i Zülcelal is basinda... Islerini hem göze, hem kulaga göstermek için, âyât-i Kur'aniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; ayni âyetin diger kelimesiyle, o çekici Sems'e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-i ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet hasmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem'-i ezdadin en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini
    sh: » (M: 418)
    ifade eder, isbat edip gösterir. Iste bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatina secde ettiriyor.
    Hem meselâ وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyetiyle, söyle bir üslûb-u âlî ile saltanat-i rububiyetindeki hasmeti gösterir. Söyle ki:
    "Gökler ve zemin; iki muti' kisla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir isaretle, o iki kislada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür'atle ve itaatle "Lebbeyk!" deyip, meydan-i hasir ve imtihana çikarlar."
    Iste hasir ve kiyameti ne kadar mu'cizane bir üslûb-u âlî ile ifade edip ve o davanin içinde bir delil-i iknaîye isaret ediyor ki: Bilmüsahede nasilki zeminin cevfinde saklanmis ve ölmüs hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dagilmis, saklanmis katreler; nasil kemal-i intizam ve sür'atle hasrolup her baharda meydan-i tecrübe ve imtihana çikiyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahser-nümun suretini alirlar; öyle de, hasr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Mâdem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkeza... Su âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgati kiyas edebilirsiniz. Acaba, su tarzdaki âyâtin hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette degildir! Olsa olsa, ya kisa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için bes-alti satir tefsir yazmak lâzim gelir.
    Besinci Nükte: Meselâ "Elhamdülillah" bir cümle-i Kur'aniyedir. Bunun en kisa mânasi, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettigi sudur:
    كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلَى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّىَ بِاللّهِ
    sh: » (M: 419)
    Yani: "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karsi da olsa, ezelden ebede kadar hastir ve lâyiktir o Zât-i Vâcib-ül Vücud'a ki, Allah denilir." Iste "ne kadar hamd varsa", "el-i istigrak"tan çikiyor. "Her kimden gelse" kaydi ise, "hamd" masdar olup fâili terk edildiginden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-i hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettigi için, "her kime karsi olsa" kaydini ifade ediyor. "Ezelden ebede kadar" kaydi ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettigi için, o manayi ifade ediyor. "Has ve müstehak" manasini "Lillah"taki "lâm-i cer" ifade ediyor. Çünki o "lâm", ihtisas ve istihkak içindir. "Zât-i Vâcib-ül Vücud" kaydi ise; vücub-u vücud, Ulûhiyetin lâzim-i zarurîsi ve Zât-i Zülcelâl'e karsi bir ünvan-i mülahaza oldugundan, "Lafzullah" sair esmâ ve sifâta câmiiyeti ve ism-i azam oldugu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettigi gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanina dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.
    Iste, "Elhamdülillah" cümlesinin en kisa ve ulema-yi Arabiyece müttefek-un aleyh bir manâ-yi zâhirîsi söyle olursa, baska bir lisana o i'caz ve kuvvetle nasil tercüme edilebilir?
    Hem elsine-i âlem içinde lisan-i nahvî Arabî'den baska birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisaninin câmiiyetine yetisemez. Acaba o câmi' ve i'cazdarane olan lisan-i nahvî ile mu'cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-i Kur'aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasitasiyla, zihni cüz'î, suuru kisa, fikri müsevves, kalbi karanlikli bazi insanlarin kelimat-i tercümiyesi nasil o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatlari ders verir.


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    Altinci Nükte: Bu manayi tenvir için, kendi basimdan geçmis nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Söyle ki:
    Bir vakit اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ
    deki nun-u mütekellim-i maalgayri düsündüm ve mütekellim-i vahde sîgasindan "Na'büdü" sîgasina intikalin sebebini kalbim aradi. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sirri, o nun'dan inkisaf etti.
    sh: » (M: 420)
    Gördüm ki: Namaz kildigim o Bayezid Câmiindeki cemaatle istirakimi ve herbiri benim bir nevi sefaatçim hükmüne ve kiraatimda izhar ettigim hükümlere ve davalara birer sahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkis ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadati içinde dergâh-i Ilâhiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkisaf etti: Yani Istanbul'un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O sehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onlarin dualarina ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ'be-i Mükerreme etrafinda dairevî saflar içinde kendimi gördüm.
    اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ dedim. Benim bu kadar sefaatçilerim var; benim namazda söyledigim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Mâdem hayalen bu perde açildi; Kâ'be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu firsattan istifade ederek o saflari ishad edip, tahiyyatta getirdigim, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ olan îmanin tercümanini mübarek Hacer-ül Esved'e tevdi' edip emanet birakiyorum derken, birden bir vaziyet daha açildi. Gördüm ki: Dâhil oldugum cemaat üç daireye ayrildi:
    Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.
    Ikinci Daire: Baktim, umum mevcudat, bir salât-i kübrada, bir tesbihat-i uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile mesgul bir cemaat içindeyim. "Vezaif-i Esya" tabir edilen hidemat-i meshude, onlarin ubudiyetlerinin ünvanlaridir. O halde "Allahü Ekber" deyip hayretten basimi egdim, nefsime baktim:
    Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-i vücudiyemden tâ havass-i zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve sükraniye ile mesgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem,
    اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ o cemaat namina diyor. Nasil, evvelki iki cemaatte de lisanim, o iki cemaat-i uzmâyi niyet ederek demisti.
    sh: » (M: 421)
    Elhâsil: "Na'büdü" nun'u, su üç cemaate isaret ediyor. Iste bu halette iken birden Kur'an-i Hakîm'in tercümani ve mübelligi olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, sahsiyet-i maneviyesi, hasmetiyle temessül ederek,
    يَا اَيُّهَا النّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabini, mânen herkes gibi ben de isitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ kaidesince, söyle bir hakikat fikre göründü ki:
    Mâdem bütün âlemlerin Rabbi, insanlari muhatab ittihaz edip, umum mevcudatla konusur ve su Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-i izzeti, nev'-i besere belki umum zîruha ve zîsuura teblig ediyor. Iste bütün mazi ve müstakbel, zaman-i hazir hükmüne geçti; bütün nev'-i beser bir mecliste, saflari muhtelif bir cemaat seklinde olarak; o hitab, o suretle onlara ediliyor. O vakit herbir âyât-i Kur'aniye; gayet hasmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabindan, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelî'den ve makam-i mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-i Âlîsanindan aldigi bir kuvvet-i ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak, hem pek parlak bir nur-u i'cazi içinde gördüm. O vakit, degil umum Kur'an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mu'cize hükmüne geçti: "Elhamdülillahi alâ nûr-il îman ve-l Kur'an" dedim. O ayn-i hakikat olan hayalden "Na'büdü" nûn'una girdigim gibi çiktim ve anladim ki: Kur'anin degil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na'büdü gibi bazi harfleri dahi mühim hakikatlarin nurlu anahtarlaridir.
    Kalb ve hayal, o Nûn-u Na'büdü'den çiktiktan sonra, akil karsilarina çikti, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarim delildir, hüccettir. Ayni
    نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müsteân olan Hâlik'a giden yolu göstermek lâzimdir ki, sizin ile gelebileyim." O vakit kalbe söyle geldi ki: De o mütehayyir akla:
    sh: » (M: 422)
    Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kismi suursuz, hissiz olduklari halde, gayet suurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardir ki, bunlari ibadete sevkedip istihdam ediyor.
    Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara.. herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi' ihtiyacati var ve vücud ve bekasina lâzim pek kesretli, muhtelif matlublari var; en küçügüne elleri ulasmaz, kudretleri yetismez. Halbuki o hadsiz matlablari, ummadigi yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onlarin ellerine veriliyor ve bilmüsahede görünüyor.
    Iste su mevcudatin bu hadsiz fakr ve ihtiyacati ve bu fevkalâde iânât-i gaybiye ve imdâdât-i Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerim-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râziklari vardir ki, hersey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen
    اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. O vakit akil, "Âmennâ ve saddaknâ" dedi.
    Yedinci Nükte: Sonra o halde
    اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dedigim vakit, baktim ki: Mazi tarafina göçüp giden kafile-i beser içinde gayet nuranî, parlak enbiya, siddikîn, süheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatini dagitip, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yi müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-i istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket oldugunu zerre mikdar suuru olan bilmesi lâzim. Acaba bid'alari icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmis ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-i kat'îye karsi ulema-üs sû' tabirine lâyik bazi bedbahtlar hangi maslahati buluyorlar, hangi fetvayi veriyorlar ki; lüzumsuz, zararli bir
    sh: » (M: 423)
    surette seâir-i Islâmiyenin bedihiyyatina karsi geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-i muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmistir. Meselâ: Nasilki bir hayvanin veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve pasli ve kesif ve ârizî deri altinda siyahlanir, taaffün eder. Öyle de seair-i Islâmiyedeki tabirat-i Nebeviye ve Ilâhiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onlarin soyulmasiyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çiplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmus bir meyve gibi, o mübarek mânalarin ruhlari uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beserî postunu birakip gider.. nur uçar, dumani kalir. Her ne ise...
    Sekizinci Nükte: Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzim. Söyle ki:

    Nasil "hukuk-u sahsiye" ve bir nevi hukukullah sayilan "hukuk-u umumiye" namiyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i ser'iyede bir kisim mesail, eshasa taalluk eder; bir kisim, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Seair-i Islâmiye" tabir edilir. Bu seairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardir. Umumun rizasi olmazsa onlara ilismek, umumun hukukuna tecavüzdür. O seairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-i ehemmiyettedir. Dogrudan dogruya umum âlem-i Islâma taalluk ettigi gibi; Asr-i Saadetten simdiye kadar bütün eâzim-i Islâmin baglandigi o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalisanlar ve yardim edenler düsünsünler ki, ne kadar dehsetli bir hataya düsüyorlar. Ve zerre miktar suurlari varsa, titresinler!..
    Dokuzuncu Nükte: Mesail-i seriattan bir kismina "taabbüdî" denilir; aklin muhakemesine bagli degildir; emroldugu için yapilir. Illeti, emirdir.
    Bir kismina "Mâkul-ül mâna" tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahati var ki, o hükmün tesriine müreccih olmus; fakat sebeb ve illet degil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i Ilâhîdir.
    Seairin taabbüdî kismi; hikmet ve maslahat onu tagyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilisilmez. Yüzbin maslahat gelse onu tagyir edemez. Öyle de: "Seairin faidesi, yalniz malûm mesalihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadir. Belki o maslahatlar
    sh: » (M: 424)


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart 29. MEKTUP Ramazan-ı Şerife dairdir



    Ramazan-ı Şerife dairdir


    Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.


    بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


    شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى للِنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِ-1

    BİRİNCİ NÜKTE

    Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

    İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

    Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada
    مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ -2 bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle,kemal-i Rububiyetini ve Rahmaniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor.İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

    İKİNCİ NÜKTE

    Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

    İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor.

    Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.

    Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.

    İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

    ÜÇÜNCÜ NÜKTE

    Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

    DÖRDÜNCÜ NÜKTE

    Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

    İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

    BEŞİNCİ NÜKTE

    Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
    Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

    İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır eğer gaflet kalbini bozmamışsa!

    ALTINCI NÜKTE

    Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur’ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

    Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

    Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan,
    شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِۤى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ -3 âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

    Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

    YEDİNCİ NÜKTE

    Ramazan’ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var;-4- on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir.-5- Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.-6-Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

    İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a’mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

    Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.

    Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur’ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

    Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük destgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

    SEKİZİNCİ NÜKTE

    Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

    Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

    Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

    Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

    Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

    DOKUZUNCU NÜKTE

    Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

    Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

    Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

    Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

    Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

    Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

    Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”

    Nefis demiş:
    اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ - وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجْزُ Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.-7-


    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَاۤءً وَلِحَقِّهِ اَدَاۤءً بِعَدَدِ ثَوَابِ حُرُوفِ
    الْقُرْاٰٰنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ-8-

    سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ العِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ - وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ - وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ-9



    İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.




    1 : “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:185.
    2 : “Umulmadık yerlerden.” Talâk Sûresi, 65:3.
    3 : Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır.” Bakara Sûresi, 2:185
    4 : Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 16; Mecmeu’z-Zevâid, 7:163.
    5 : Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 3:130.
    6 : bk. Kadr Sûresi, 97:3.
    7 : El-Havbevî, Dürretüt’l-Vâizîn, s. 11.
    8 : Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.
    9 : “İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Sâffât Sûresi, 37:180-182.


    ***


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    sh: » (M: 428)
    Sedid bir hirs ve tama' ile ve siddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atilir. Her lezzetli ve menfaatli seylere baglanir. Hem kendini kemal-i sefkatle terbiye eden Hâlikini unutur. Hem netice-i hayatini ve hayat-i uhreviyesini düsünmez; ahlâk-i seyyie içinde yuvarlanir.

    Iste Ramazan-i Serifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za'fini ve aczini ve fakrini ihsas ediyor. Açlik vasitasiyla midesini düsünüyor. Midesindeki ihtiyacini anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük oldugunu hatirliyor. Ne derece merhamete ve sefkate muhtaç oldugunu derk eder. Nefsin firavunlugunu birakip, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-i Ilâhiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir sükr-ü manevî eliyle rahmet kapisini çalmaga hazirlanir. Eger gaflet kalbini bozmamis ise...
    Altinci Nükte: Ramazan-i Serifin siyami, Kur'an-i Hakîm'in nüzulüne baktigi cihetle ve Ramazan-i Serif, Kur'an-i Hakîm'in en mühim zaman-i nüzulü oldugu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi sudur ki: Kur'an-i Hakîm, mâdem Sehr-i Ramazan'da nüzul etmis; o Kur'anin zaman-i nüzulünü istihzar ile o semavî hitabi hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-i Serifte nefsin hacat-i süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ve sürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'ani yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-i Ilâhiyeyi güya geldigi ân-i nüzulünde dinlemek ve o hitabi Resul-i Ekrem (A.S.M.)dan isitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlik edip baskasina dinlettirmek ve Kur'anin hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
    Evet Ramazan-i Serifte güya âlem-i Islâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfizlar, o mescid-i ekberin kûselerinde o Kur'ani, o hitab-i semavîyi Arzlilara isittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur'an ayi oldugunu isbat ediyor. O cemaat-i uzmanin sair efradlari, bazilari husu' ile o hâfizlari dinlerler. Digerleri, kendi kendine okurlar. Söyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatina tabi olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çikmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne
    sh: » (M: 429)
    kadar hedef ise; öyle de Ramazan-i Serifte ehl-i siyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i Islâmin manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
    Yedinci Nükte: Ramazanin siyami, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmege gelen nev'-i insanin kazancina baktigi cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki: Ramazan-i Serifte sevab-i a'mal, bire bindir. Kur'an-i Hakîm'in nass-i hadîs ile herbir harfinin on sevabi var; on hasene sayilir, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-i Serifte herbir harfin, on degil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-i Serifin Cum'alarinda daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir'de otuzbin hasene sayilir. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur'an-i Hakîm, öyle bir nuranî secere-i tuba hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-i Serif'te mü'minlere kazandirir. Iste gel, bu kudsî, ebedî, kârli ticarete bak, seyret ve düsün ki: Bu hurufatin kiymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette oldugunu anla!
    Iste Ramazan-i Serif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârli bir mesher, bir pazardir. Ve uhrevî hasilât için, gayet münbit bir zemindir. Ve nesvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-i Nisandir. Saltanat-i Rububiyet-i Ilâhiyeye karsi ubudiyet-i beseriyenin resm-i geçit yapmasina en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle oldugundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatina ve malayani ve hevaperestane müstehiyata girmemek için oruçla mükellef olmus. Güya muvakkaten hayvaniyetten çikip melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdigi için, dünyevî hacatini muvakkaten birakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmis bir ruh vaziyetine girerek; savmi ile, Samediyete bir nevi âyinedarlik etmektir. Evet Ramazan-i Serif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kisa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-i bâkiyeyi tazammun eder, kazandirir.
    Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratini kazandirabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-i Kur'an ile bin aydan daha hayirli oldugu bu sirra bir hüccet-i katiadir. Evet nasilki bir padisah, müddet-i saltanatinda belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namiyla veyahut baska bir sasaali cilve-i saltanatina mazhar bazi günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde degil; belki hususî ihsanatina ve perdesiz hu-
    sh: » (M: 430)
    zuruna ve has iltifatina ve fevkalâde icraatina ve dogrudan dogruya lâyik ve sâdik milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultani olan onsekiz bin âlemin Padisah-i Zülcelal'i; o onsekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-i âlîsani olan Kur'an-i Hakîm'i Ramazan-i Serifte inzal eylemis. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-i Ilâhî ve bir mesher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yi hikmettir. Mâdem Ramazan o bayramdir; elbette bir derece, süflî ve hayvanî mesâgilden insanlari çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duygulari; gözü, kulagi, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-i insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktir. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, giybetten ve galiz tabirlerden ayirmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisani, tilavet-i Kur'an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istigfar gibi seylerle mesgul etmek... Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulagini fena seyleri isitmekten men'edip, gözünü ibrete ve kulagini hak söz ve Kur'an dinlemege sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktir. Zâten mide en büyük bir fabrika oldugu için, oruç ile ona ta'til-i esgal ettirilse, baska küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.
    Sekizinci Nükte: Ramazan-i Serif, insanin hayat-i sahsiyesine baktigi cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki:
    Insana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir ve tibben bir himyedir ki: Insanin nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayesa hareket ettikçe, hem sahsin maddî hayatina tibben zarar verdigi gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen seye saldirmak, âdeta manevî hayatini da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkesane dizginini eline alir. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-i Serifte oruç vasitasiyla bir nevi perhize alisir; riyazete çalisir ve emir dinlemeyi ögrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazimdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastaliklari celbetmez. Ve emir vasitasiyla helâli terkettigi cihetle, haramdan çekinmek için akil ve seriattan gelen emri dinlemege kabiliyet peyda eder. Hayat-i maneviyeyi bozmamaga çalisir.
    Hem insanin ekseriyet-i mutlakasi açliga çok defa mübtela
    sh: » (M: 431)
    olur. Sabir ve tahammül için bir idman veren açlik, riyazete muhtaçtir. Ramazan-i Serifteki oruç onbes saat, sahursuz ise yirmidört saat devam eden bir müddet-i açliga sabir ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandir. Demek, beserin musibetini ikilestiren sabirsizligin ve tahammülsüzlügün bir ilâci da oruçtur.
    Hem o mide fabrikasinin çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-i insaniye var. Nefis, eger muvakkat bir ayin gündüz zamaninda ta'til-i esgal etmezse; o fabrikanin hademelerinin ve o cihazatin hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle mesgul eder, tahakkümü altinda birakir. O sair cihazat-i insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarinin gürültüsü ve dumanlariyla müsevves eder. Nazar-i dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandir ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmege kendilerini alistirmislar. Fakat Ramazan-i Serif orucuyla o fabrikanin hademeleri anlarlar ki; sirf o fabrika için yaratilmamislar. Ve sair cihazat, o fabrikanin süflî eglencelerine bedel, Ramazan-i Serifte melekî ve ruhanî eglencelerde telezzüz ederler, nazarlarini onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-i Serifte mü'minler, derecatina göre ayri ayri nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akil, sir gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasitasiyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardir. Midenin aglamasina ragmen, onlar masumane gülüyorlar.
    Dokuzuncu Nükte: Ramazan-i Serifin orucu, dogrudan dogruya nefsin mevhum Rububiyetini kirmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti sudur ki:
    Nefis Rabbisini tanimak istemiyor, firavunane kendi Rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalir. Fakat açlikla o damari kirilir. Iste Ramazan-i Serifteki oruç dogrudan dogruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kirar. Aczini, za'fini, fakrini gösterir. Abd oldugunu bildirir.
    Hadîsin rivayetlerinde vardir ki: Cenab-i Hak nefse demis ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demis: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermis, Cehennem'e atmis, yine sormus. Yine demis: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabi vermis, enaniyetten
    sh: » (M: 432)
    vazgeçmemis. Sonra açlik ile azab vermis, yani aç birakmis. Yine sormus: "Men ene vema ente?" Nefis demis:
    اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim."

    اَللّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
    سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ *وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ *وَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ


    Seni çok Özledim Annem

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    Itizar: Su ikinci kisim, kirk dakikada sür'atle yazilmasindan, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de hasta oldugumuzdan, elbette içinde müsevvesiyet ve kusur bulunacaktir. Nazar-i müsamaha ile bakmalarini ihvanlarimizdan bekleriz. Münasib gördüklerini tashih edebilirler.
    sh: » (M: 433)

    Üçüncü Risale olan Üçüncü Kisim
    [Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in ikiyüz aksam-i i'caziyesinden naksî bir kismini gösterecek bir tarzda, Kur'an-i Azîmüssan'i, Hâfiz Osman hattiyla taayyün eden ve Âyet-i Müdayene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i Ihlas vâhid-i kiyasî tutulan satirlari muhafaza etmekle beraber, o naks-i i'cazi göstermek tarzinda bir Kur'an yazmaga dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur'andaki kardeslerimin nazarlarina arzedip mesveret etmek ve onlarin fikirlerini istimzac etmek ve beni ikaz etmek için su kismi yazdim, onlara müracaat ediyorum. Su üçüncü kisim "Dokuz Mes'ele"dir.]
    Birinci Mes'ele: Kur'an-i Azîmüssan'in enva'-i i'cazi kirka balig oldugu, I'caz-i Kur'an namindaki Yirmibesinci Söz'de bürhanlariyla isbat edilmis. Bazi enva'i tafsilen, bir kismi icmalen muannidlere karsi dahi gösterilmis.
    Hem Kur'anin i'cazi, tabakat-i insaniyede kirk tabakaya karsi ayri ayri i'cazini gösterdigi, Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Isaretinde beyan edilmis ve o tabakatin on kisminin ayri ayri hisse-i i'caziyelerini isbat etmis. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif mesrebler ashabina ve ulûm-u mütenevvianin ayri ayri ashablarina ayri ayri i'cazini gösterdigini, onlarin ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur'an hak Kelâmullah oldugunu, îman-i tahkikîleri göstermisler. Demek herbiri, ayri ayri bir tarzda bir vech-i i'cazini görmüsler. Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettigi i'caz ile, ehl-i ask bir velinin müsahede ettigi cemâl-i i'caz bir olmadigi gibi; muhtelif mesaribe göre cemâl-i i'cazin cilveleri degisir. Bir Ilm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imaminin gördügü vech-i i'caz ile füruat-i seriattaki bir müçtehidin gördügü vech-i i'caz bir degil ve hâkeza... Bunlarin tafsilen ayri ayri vücuh-u i'cazini göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardir, ihata edemiyor; nazarim kisadir, göremiyor. Onun için yalniz on tabaka beyan edilmis, mütebâkisi icmalen isaret edilmis. Simdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-i Ahmediye Risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmisti.
    sh: » (M: 434)
    Birinci Tabaka: "Kulakli tabaka" tabir ettigimiz âmî avam; yalniz kulak ile Kur'ani dinler, kulak vasitasiyla i'cazini anlar. Yani der: "Bu isittigim Kur'an, baska kitablara benzemez. Ya bütününün altinda olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumunun altindaki sik ise kimse diyemez ve dememis, seytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkindedir." Iste bu kadar icmal ile Onsekizinci Isaret'te yazilmisti. Sonra onu izah için Yirmialtinci Mektub'un "Hüccet-ül Kur'an Alâ Hizb-is Seytan" namindaki Birinci Mebhasi, o tabakanin i'cazdaki fehmini tasvir ve isbat eder.
    Ikinci Tabaka: Gözlü tabakasidir. Yani: Âmi avamdan veyahut akli gözüne inmis maddiyyunlar tabakasina karsi, Kur'anin göz ile görünecek bir isaret-i i'caziyesi bulundugu, Onsekizinci Isaret'te dava edilmis. Ve o davayi tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzum vardi. Simdi anladigimiz mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyatina isaret edilmisti. Simdi o hikmetin sirri anlasildi ve te'hiri daha evlâ olduguna kat'î kanaatimiz geldi. Simdi o tabakanin fehmini ve zevkini teshil etmek için; kirk vücuh-u i'cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur'ani yazdirdik ki o yüzü göstersin.
    (Bu üçüncü kismin mütebâki mes'eleleri ile Dördüncü Kisim tevafukata dair oldugu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazilmamislardir. Yalniz Dördüncü Kisma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazilmistir.)
    IHTAR: Lafz-i Resuldeki nükte-i azîmenin beyaninda yüzaltmis âyet yazildi. Isbu âyetlerin hasiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini isbat ve tekmil ettiginden, çok manidar oldugu için, muhtelif âyâti hifzetmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur'anî oldugu gibi; Kur'an kelimesindeki nükte-i azîmenin beyaninda, altmisdokuz âyât-i azîmenin derece-i belâgati pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvîdir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur'anî olarak ihvana tavsiye edilir. Yalniz Kur'an kelimesi, yedi silsile-i Kur'anda mevcud olup, umum o kelimeyi tutmus, hariç iki kalmis. O iki de kiraet manasinda oldugundan; o huruc, nükteye kuvvet vermistir. Resul lafzi ise o kelime ile en ziyade münasebetdar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih oldugundan, o iki sureden
    sh: » (M: 435)
    çikan silsilelere hasrettigimizden, hariç kalan Resul lafzi simdilik dercedilmemistir. Vakit müsaade etse, bundaki esrar yazilacaktir insâallah.
    Üçüncü Nükte: "Dört Nükte"dir.
    Birinci Nükte: Lafzullah, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz alti defa zikredilmistir. Bismillah'takilerle beraber Lafz-i Rahman, yüz ellidokuz defa; Lafz-i Rahîm, ikiyüz yirmi; Lafz-i Gafûr, altmisbir; Lafz-i Rab, sekizyüz kirkalti; Lafz-i Hakîm, seksenalti; Lafz-i Alîm, yüzyirmialti; Lafz-i Kadîr, otuzbir; Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû, yirmialti defa zikredilmistir. (Hâsiye) Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. Ezcümle: Lafzullah ve Rab'dan sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafûr ve Hakîm ile beraber Lafzullah, Kur'an âyetlerinin nisfidir. Hem Lafzullah ve Allah lafzi yerinde zikredilen Lafz-i Rab ile beraber, yine nisfidir. Çendan Rab lafzi sekizyüz kirkalti defa zikredilmis, fakat dikkat edilse, besyüz küsuru Allah lafzi yerinde zikredilmis, ikiyüz küsuru öyle degildir.
    Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû adediyle beraber yine nisfidir. Fark yalniz dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu'-u âyâtin nisfidir. Fark dokuzdur. Lafz-i Celâl'in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalniz simdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.
    Ikinci Nükte: Sureler itibariyledir. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukati vardir.
    Sure-i Bakara'da, âyâtin adediyle Lafz-i Celâl'in adedi birdir. Fark dörttür ki, Allah lafzi yerinde dört Hû lafzi var. Meselâ: Lâ Ilâhe Illâ Hû'daki Hû gibi. Onunla muvafakat tamam olur. Âl-i Imran'da yine âyâtiyla Lafz-i Celâl tevafuktadir, müsavidirler. Yalniz Lafz-i Celâl, ikiyüz dokuzdur, âyet ikiyüzdür. Fark dokuzdur. Böyle meziyyat-i kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez, takribî tevafukat kâfidir. Sure-i Nisa, Maide, En'am üçünün mecmu'-u âyetleri, mecmuundaki Lafz-i Celâl'in
    __________________________
    (Hâsiye): Kur'andaki âyâtin mecmu'-u adedi, altibin altiyüz altmisalti olmasi.. ve su geçen seksendokuzuncu sahifede, mezkûr Esmâ-i Hüsnânin adedi, alti rakamiyla alâkadar bulunmasi ehemmiyetli bir sirra isaret ediyor. Simdilik mühmel kaldi.

    sh: » (M: 436)
    adedine tevafuktadir. Âyetlerin adedi dörtyüz altmisdört, Lafz-i Celâ'in adedi dörtyüz altmisbir; Bismillah'taki Lafzullah ile beraber tam tevafuktadir. Hem meselâ: Bastaki bes surenin Lafz-i Celâ adedi; Sure-i A'raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud'daki Lafz-i Celâl adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki bes, evvelki besin nisfidir. Sonra gelen Sure-i Yûsuf, Ra'd, Ibrahim, Hicr, Nahl surelerindeki Lafz-i Celâl adedi, o nisfin nisfidir. Sonra Sure-i Isra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya,Hacc; (Hâsiye) o nisfin nisfinin nisfidir. Sonra gelen beser beser, takriben o nisbetle gidiyor; yalniz bazi küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-i hitabîde zarar vermez. Meselâ: Bir kisim yüz yirmibir, bir kismi yüz yirmibes, bir kismi yüz ellidört, bir kismi yüz ellidokuzdur. Sonra Sure-i Zuhruf'tan baslayan bes sure; o nisf-i nisf-i nisfin nisfina iniyor. Sure-i Necm'den baslayan bes; o nisf-i nisf-i nisf-i nisfin nisfidir; fakat takribîdir. Küçük küsuratin farklari, böyle makamat-i hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük besler içinde, üç beslerin yalniz üçer aded Lafz-i Celâl'i var. Iste bu vaziyet gösteriyor ki: Lafz-i Celâl'in adedine tesadüf karismamis, bir hikmet ve intizam ile adedleri tayin edilmis.
    Lafzullah'in Üçüncü Nüktesi: Sahifeler nisbetine bakar. Söyle ki:
    Bir sahifede olan Lafz-i Celâl adedi, o sahifenin sag yüzü ve o yüze karsiki sahifeye ve bazan soldaki karsiki sahife ve karsinin arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur'aniyemde bu tevafuku tedkik ettim. Ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da isaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazan nisif veyahud sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizami ihsas eden bir vaziyeti vardir.
    Dördüncü Nükte: Sahife-i vâhiddeki tevafukattir. Kardeslerimle üç-dört ayri ayri nüshalari mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduguna kanaatimiz geldi. Yalniz, matbaa müstensihleri baska maksadlari takib ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsizlik düsmüs. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu'-u Kur'anda ikibin sekizyüz alti Lafz-i Celâl'in ade-
    __________________________
    (Hâsiye): Bu beser taksimat üzere bir sir inkisaf etmisti. Hiçbirimizin haberi olmadan suradaki alti sure kaydolmus. Süphemiz kalmadi ki; gaibden, ihtiyarimizin haricinde altincisi girmis; tâ bu nisfiyet sirr-i mühimmi kaybolmasin.

    sh: » (M: 437)
    dinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir su'le-i i'caz parliyor. Çünki fikr-i beser, bu pek genis sahifeyi ihata edemez ve karisamaz. Tesadüfün ise, bu manidar ve hikmetdar vaziyete eli ulasamaz.
    Dördüncü Nükte'yi bir derece göstermek için, yeni bir Mushaf yazdiriyoruz ki; en müntesir Mushaflarin ayni sahife, ayni satirlarini muhafaza etmekle beraber, san'atkârlarin lâkaydligi te'siriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatin hakikî intizami insâallah gösterilecektir.. ve gösterildi.

    اَللّهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْآنِ مَادَارَ الْقَمَرَانِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ


    Seni çok Özledim Annem

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    sh: » (M: 438)

    Besinci Risale olan Besinci Kisim
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ...الخ âyet-i pür-envarinin çok envar-i esrarindan bir nurunu, Ramazan-i Serif'te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Söyle ki:
    Üveys-i Karanî'nin:

    اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ * وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ * وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ * الخ
    ...

    münacat-i meshuresi nev'inden, bütün mevcudat-i zevilhayat, Cenâb-i Hakk'a karsi ayni münacati ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin isigi, birer ism-i Ilâhî oldugunu bana kanaat verecek bir vakia-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Söyle ki:
    Birbirine sarili çok yaprakli bir gül goncasi gibi, su âlem binler perde perde içinde sarili, birbiri altinda sakli âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açildikça, diger bir âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur'un arkasindaki

    اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ ُلجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ
    âyeti tasvir ettigi gibi; bir zulümat, bir vahset, bir dehset karanligi içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i Ilâhînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp isiklandiriyordu. Hangi perde akla karsi açilmissa, hayale karsi baska bir âlem fakat gafletle karanlikli bir âlem görünüyorken, günes gibi bir ism-i Ilâhî tecelli eder, bastan basa o âlemi tenvir eder ve hâkeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:
    Hayvanat âlemini gördügüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve siddetli açliklariyla beraber za'f ve aczleri, o âlemi bana çok karanlikli ve hazîn gösterdi. Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda (yani
    sh: » (M: 439)
    mânasinda) bir sems-i tâban gibi tulû' etti; o âlemi bastan basa rahmet ziyasiyla yaldizladi.
    Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavrularin za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çirpindiklari, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlik içinde diger bir âlemi gördüm. Birden Rahîm ismi sefkat burcunda tulû' etti, o kadar güzel ve sirin bir surette o âlemi isiklandirdi ki; sekva ve rikkat ve hüzünden gelen yas damlalarini, ferah ve sürura ve sükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
    Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açildi, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlikli, o kadar zulümatli, dehsetli gördüm ki; dehsetimden feryad ettim, "Eyvah!" dedim. Çünki gördüm ki: Insanlardaki ebede uzanip giden arzulari, emelleri ve kâinati ihata eden tasavvurat ve efkârlari ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidadlari ve hadsiz makasida ve metalibe müteveccih fakr ve ihtiyacatlari ve za'f ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldiklari hadsiz musibet ve a'dâlariyla beraber; gayet kisa bir ömür, gayet dagdagali bir hayat, gayet perisan bir maiset içinde, kalbe en elîm ve en müdhis halet olan mütemadî zeval ve firak belasi içinde, ehl-i gaflet için zulümat-i ebedî kapisi suretinde görülen kabre ve mezaristana bakiyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atiliyorlar. Iste bu âlemi bu zulümat içinde gördügüm anda, kalb ve ruh ve aklimla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-i vücudum feryad ile aglamaya hazir iken; birden Cenâb-i Hakk'in Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda (yani mânasinda), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, isiklandirdilar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açip, o karanlikli insan dünyasina nurlar serptiler.
    Sonra muazzam bir perde daha açildi, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlikli kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehsetli bir âlem gösterdi. Yetmis defa top güllesinden daha sür'atli bir hareketle, yirmibesbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dagilmaga ve parçalanmaga müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yasli Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasinda seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahsetli bir karanlik içinde göründü.
    sh: » (M: 440)
    Basim döndü, gözüm karardi. Birden Hâlik-i Arz ve Semavat'in Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs- Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üs -Semsi Vel-Kamer isimleri; Rahmet, Azamet, Rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandirdilar ki; o halette bana Küre-i Arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hos, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmis bir sekilde gördüm.
    Elhasil: Binbir ism-i Ilâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir günes hükmünde ve sirr-i ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra kalb, her zulümat arkasinda ayri ayri bir nuru gördügü için, seyahata istihasi açiliyordu. Hayale binip, semaya çikmak istedi. O vakit, gayet genis bir perde daha açildi. Kalb, semavat âlemine girdi gördü ki: O nuranî tebessüm eden suretinde görülen yildizlar, Küre-i Arz'dan daha büyük ve ondan daha sür'atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu sasirtsa, baskasiyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki, kâinatin ödü patlayip âlemi dagitacak. Nur degil, ates saçarlar; tebessümle degil, vahsetle bana baktilar. Hadsiz büyük, genis hâlî, bos, dehset, hayret zulümati içinde semavati gördüm. Geldigime bin pisman oldum. Birden

    رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ * رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَ الرُّوحِ

    un esmâ-i hüsnâsi,
    وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ * وَ سَخَّرَ الشّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mâna cihetiyle, karanlik üstüne çökmüs olan yildizlar, o envar-i azîmeden birer lem'a alip, yildizlar adedince elektrik lâmbalari yakilmis gibi, o âlem-i semavat nurlandi. O bos ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melâikelerle, ruhanîlerle doldu, senlendi. Sultan-i Ezel ve Ebed'in hadsiz ordularindan bir ordu hükmünde hareket eden günesler ve yildizlar, bir manevra-i ulvî yapiyorlar tarzinda, o Sultan-i Zülcelâl'in hasmetini ve sasaa-i Rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydi bütün zerratimla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatin lisanlariyla diyecektim, hem umum onlarin namina dedim:
    sh: » (M: 441)

    اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ


    Seni çok Özledim Annem

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    âyetini okudum; döndüm, indim, ayildim; "Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur'an" dedim.
    sh: » (M: 442)


    Altinci Risale olan Altinci Kisim
    [Kur'an-i Hakîm'in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazilmistir.]
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

    وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ
    Su Altinci Kisim, ins ve cin seytanlarinin alti desiselerini insâallah akîm birakir ve hücum yollarinin altisini seddeder.
    Birinci Desise: Seytan-i ins, seytan-i cinnîden aldigi derse binaen; hizb-ül Kur'anin fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasitasiyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Söyle ki:
    Insanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hirs-i söhret ve hodfürusluk ve san ü seref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-i âmmede mevki sahibi olmaga, ehl-i dünyanin her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardir. Hattâ o arzu için, hayatini feda eder derecesinde söhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dagdagalidir; çok ahlâk-i seyyienin de menseidir ve insanlarin da en zaîf damaridir. Yani: Bir insani yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini oksamakla kendine baglar, hem onun ile onu maglub eder. Kardeslerim hakkinda en ziyade korktugum, bunlarin bu zaîf damarindan ehl-i ilhadin istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düsündürüyor. Hakikî olmayan bazi bîçare dostlarimi o suretle çektiler, manen onlari tehlikeye attilar.(Hâsiye)
    Ey kardeslerim ve ey hizmet-i Kur'anda arkadaslarim! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanin hafiyelerine
    ________________________
    (Hâsiye): O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadin cereyanina kuvvet veren ve propagandalarina kapilan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamin, "Kalbim safidir. Üstadimin meslegine sâdiktir." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kilarken karnindaki yeli tutamiyor, çikiyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazin bozuldu" denildigi vakit, o diyor: "Neden namazim bozulsun, kalbim safidir."
    sh: » (M: 443)
    veya ehl-i dalaletin propagandacilarina veya seytanin sakirdlerine deyiniz ki: "Evvelâ riza-yi Ilâhî ve iltifat-i Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdir ki; insanlarin teveccühü ve istihsani, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eger teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. Insanlarin teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in'ikasi ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir sey degildir.. çünki kabir kapisinda söner, bes para etmez!"
    Hubb-u câh hissi eger susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü baska cihete çevirmek lâzimdir. Söyle ki:
    Sevab-i uhrevî için, dualarini kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasinda gelecek temsildeki sirra binaen, belki o hissin mesru bir ciheti bulunur. Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu oldugu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapida haylaz çocuklar ve serseri ahlâksizlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde ve yakininda ecnebilerin eglenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eger güzel bir sada ile sirin bir tarzda Kur'andan bir asir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarlari ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir duâ ile, o adama bir sevab kazandirirlar. Yalniz, haylaz çocuklarin ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hosuna gitmeyecek. Eger o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdigi vakit, süfli ve edebsizce fuhsa ait sarkilari bagirip çagirsa, raksedip ziplasa; o vakit o haylaz çocuklari güldürecek, o serseri ahlâksizlari fuhsiyata tesvik ettigi için hoslarina gidecek ve Islâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradindan, bir nazar-i nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarinda alçak görünecektir.
    Iste aynen bu misal gibi; âlem-i Islâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i îman ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akilli dalkavuklardir. O serseri ahlâksizlar; firenkmesreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise, ecnebilerin nasir-i efkâri olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemâl ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-i dikkat ona çevrilir. Eger Islâmiyetin bir sirr-i esasi olan ihlas ve riza-yi Ilâhî cihetinde, Kur'an-i Hakîm'in ders verdigi ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye
    sh: » (M: 444)
    dair harekât ve a'mal ondan sudûr etse, lisan-i hali mânen âyât-i Kur'aniyeyi okusa; o vakit manen âlem-i Islâmin herbir ferdinin vird-i zebani olan
    اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duâsinda dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalniz hayvanat-i muzirra nev'inden bazi ehl-i dalaletin ve sakalli çocuklar hükmündeki bazi ahmaklarin nazarlarinda kiymeti görünmez. Eger o adam, medar-i seref tanidigi bütün ecdadini ve medar-i iftihar bildigi bütün geçmislerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettigi selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, söhretperverane, bid'akârane islerde ve harekâtta bulunsa; mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i îmanin nazarinda en alçak mevkie düser. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّهِ sirrina göre; ehl-i îman ne kadar âmi ve cahil de olsa, akli derketmedigi halde, kalbi öyle hodfürus adamlari görse; soguk görür, manen nefret eder.
    Iste hubb-u câha meftun ve söhretperestlige mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir cemaatin nazarinda esfel-i sâfilîne düser. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyanci bazi serserilerin nazarinda, muvakkat ve menhus bir mevki kazanir.
    َاْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوّ ٌاِلاَّ اْلمُتَّقِينَ sirrina göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düsman bazi yalanci dostlari bulur.
    Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhi kalbinden çikarmazsa, fakat ihlasi ve riza-yi Ilâhîyi esas tutmak ve hubb-u câhi hedef ittihaz etmemek sartiyla; bir nevi mesru makam-i manevî, hem muhtesem bir makam kazanir ki, o hubb-u câh damarini kemaliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir sey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kiymetdar, zararsiz seyleri bulur. Belki birkaç yilani kendinden kaçirir; ona bedel, çok mübarek mahluklari arkadas bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya isirici yabani esek arilarini kaçirip, mübarek rahmet serbetçileri olan arilari kendine celbeder. Onlarin ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualariyla âb-i kevser gibi feyizler, âlem-i Islâmin etrafindan onun ruhuna içirilir ve
    sh: » (M: 445)
    defter-i a'maline geçirilir.
    Bir zaman, dünyanin bir büyük makamini isgal eden küçük bir insan, söhretperestlik yolunda büyük bir kabahat islemekle, âlem-i Islâmin nazarinda maskara oldugu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; basina vurdum. Iyi sarsti, fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadigim için, o ikazim dahi onu uyandirmadi.
    Ikinci Desise: Insanda en mühim ve esasli bir his, hiss-i havftir. Dessas zalimler, bu korku damarindan çok istifade etmektedirler. Onunla, korkaklari gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanin hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacilari, avamin ve bilhassa ulemanin bu damarindan çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarini tahrik ediyorlar. Meselâ: Nasilki damda bir adami tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlinin nazarinda zararli görünen bir sey'i gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova tâ damin kenarina gelir, bas asagi düsürür, boynu kirilir. Aynen onun gibi; çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli seyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni isirmasin diyerek, yilanin agzina girer.
    Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayiga binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir aksam vakti, Istanbul'dan köprüye geldik. Kayiga binmek lâzim geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb'e gitmege mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum, belki batacagiz!" Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayik var?" Dedi: "Belki bin var." Dedim: "Senede kaç kayik garkolur." Dedi: "Bir-iki tane, bazi sene de hiç batmaz." Dedim: "Sene kaç gündür?" Dedi: "Üçyüzaltmis gündür." Dedim: "Senin vehmine ilisen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmis bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan degil, hayvan da olamaz!" Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yasamayi tahmin ediyorsun?" Dedi: "Ben ihtiyarim, belki on sene daha yasamam ihtimali vardir." Dedim: "Ecel gizli oldugundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altiyüz günde hergün vefatin muhtemel. Iste kayik gibi üçyüzbinden bir ihtimal degil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve agla, vasiyet et!" dedim. Akli basina geldi, titreyerek kayiga bindirdim. Kayik içinde ona dedim: "Cenâb-i Hak havf damarini hifz-i hayat için vermis, hayati tahrib için degil! Ve hayati agir ve müskil ve elîm ve azab yapmak için vermemistir.
    sh: » (M: 446)
    Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ bes-alti ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf mesru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kirk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdir, hayati azaba çevirir."
    Iste ey kardeslerim! Eger ehl-i ilhadin dalkavuklari, sizi korkutmak ile kudsî cihad-i manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: "Biz hizb-ül Kur'aniz.
    اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sirriyla, Kur'anin kal'asindayiz.
    حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ etrafimizda çevrilmis muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, su kisa hayat-i fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-i ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarimizla sevkedemezsiniz!" Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'aniyede arkadasimiz ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadimiz ve ustabasimiz olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüs? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüs ki, biz de görecegiz ve o görmek ihtimali ile telas edecegiz? Bu kardesimizin binler uhrevî dostlari ve kardesleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-i içtimaiyesine tesirli bir surette karistigi halde, onun yüzünden bir kardesinin zarar gördügünü isitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardi. Simdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hâdisesinde çendan onu da karistirdilar, bazi dostlarini da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mes'ele baskalari tarafindan çikmis. Onun dostlari, onun yüzünden degil, onun düsmanlari yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarini da kurtardi. Buna binaen; bin degil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçirmak, sizin gibi seytanlarin hatirina gelmemeli!" deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarinin agzina vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:
    "Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal degil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklimiz varsa, korkup, onu birakip kaçmayacagiz!" Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüs ve görülüyor ki: Büyük kardesine veyahut üstadina tehlike zamaninda ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onlarin basinda patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmis ve alçak nazariyla


    Seni çok Özledim Annem

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    sh: » (M: 447)
    bakilmis. Hem cesedi ölmüs, hem ruhu zillet içinde manen ölmüs. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünki derler: "Bunlar mâdem kendilerine sâdik ve müsfik üstadlarina hain çiktilar; elbette çok alçaktirlar, merhamete degil tahkire lâyiktirlar."

    Mâdem hakikat budur. Hem mâdem bir zalim ve vicdansiz bir adam, birisini yere atip ayagiyla onun basini kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eger o vahsi zalimin ayagini öpse; o zillet vasitasiyla kalbi basindan evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem basi gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansiz zalime karsi za'f göstermekle, kendisini ezdirmeye tesci' eder. Eger ayagi altindaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarir, cesedi bir sehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayasiz yüzlerine!..
    Bir zaman Ingiliz Devleti, Istanbul Bogazi'nin toplarini tahrib ve Istanbul'u istilâ ettigi hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin baspapazi tarafindan Mesihat-i Islâmiyeden dinî alti sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il Islâmiye'nin âzasi idim. Bana dediler: "Bir cevap ver." Onlar alti suallerine, alti yüz kelime ile cevap istiyorlar. Ben dedim: "Altiyüz kelime ile degil, alti kelime ile de degil, hattâ bir kelime ile dahi degil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünki o devlet, iste görüyorsunuz; ayagini bogazimiza bastigi dakikada, onun papazi magrurane üstümüzde sual sormasina karsi, yüzüne tükürmek lâzim geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demistim. Simdi diyorum:
    Ey kardeslerim! Ingiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettigi bir zamanda, bu tarzda matbaa lisaniyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hifz-i Kur'anî bana kâfi geldigi halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karsi, elbette yüz derece daha kâfidir.
    Hem ey kardeslerim! Çogunuz askerlik etmissiniz. Etmeyenler de elbette isitmislerdir. Isitmeyenler de benden isitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini birakip kaçanlardir. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!."
    قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ mana-yi isarîsiyle gösteri-
    sh: » (M: 448)
    yor ki: "Firar edenler, kaçmalariyla ölümü daha ziyade karsiliyorlar!"
    Üçüncü Desise-i Seytaniye: Tama' yüzünden çoklarini avliyorlar.
    Kur'an-i Hakîm'in âyât ve beyyinatindan istifaza ettigimiz kat'î bürhanlarla çok risalelerde isbat etmisiz ki: "Mesru rizk, iktidar ve ihtiyarin derecesine göre degil; belki acz ve iftikarin nisbetinde geliyor." Bu hakikati gösteren hadsiz isaretler, emareler, deliller vardir. Ezcümle:
    Bir nevi zîhayat ve rizka muhtaç olan escar yerinde durup, onlarin riziklari onlara kosup geliyor. Hayvanat hirs ile riziklarinin pesinde kostuklarindan, agaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.
    Hem hayvanat nev'inden baliklarin en aptal, iktidarsiz ve kum içinde bulundugu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat, sû'-i maisetinden alîz ve zaîf olmasi, gösteriyor ki: Vasita-i rizk; iktidar degil, iftikardir.
    Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavrularin hüsn-ü maiseti ve süt gibi hazine-i rahmetin en latif bir hediyesi, umulmadik bir tarzda onlara za'f ve aczlerine sefkaten ihsan edilmesi ve vahsi canavarlarin dîk-i maisetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rizk-i helâl; acz ve iftikardir, zekâ ve iktidar degildir.
    Hem dünyada, milletler içinde siddet-i hirs ile meshur olan Yahudi Milletinden daha ziyade rizk pesinde kosan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû'-i maisete onlar maruz oluyorlar. Onlarin zenginleri dahi süflî yasiyorlar. Zâten riba gibi gayr-i mesru yollarla kazandiklari mal, rizk-i helâl degil ki mes'elemizi cerhetsin.
    Hem çok ediblerin ve çok ulemanin fakr-i hali ve çok aptallarin servet ve ginasi dahi gösteriyor ki: Celb-i rizkin medari, zekâ ve iktidar degildir; belki acz ve iftikardir, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-i kal ve lisan-i hal ve lisan-i fiil ile bir duâdir.
    Iste bu hakikati ilân eden
    اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ âyeti, bu davamiza o kadar kavî ve metin bir bürhandir ki; bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisaniyla okunuyor. Ve rizk isteyen her
    sh: » (M: 449)
    taife, su âyeti lisan-i hal ile okuyor.
    Mâdem rizk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-i Hak'tir; o hem Rahîm, hem Kerim'dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-i mesru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanini belki bazi mukaddesatini rüsvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i harami kabul eden düsünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.
    Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasini ucuz vermez, pek pahali satar. Bir senelik hayat-i dünyeviyeye bir derece yardim edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-i ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hirs ile gazab-i Ilâhîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rizasini celbe çalisir.
    Ey kardeslerim! Eger ehl-i dünyanin dalkavuklari ve ehl-i dalaletin münafiklari, sizi insaniyetin su zaîf damari olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikati düsünüp, bu fakir kardesinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maastan ziyade sizin hayatinizi idame ve rizkinizi temin eder. Bahusus size verilen o gayr-i mesru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve bosluktur ki; her ay binler maas verilse, yerini dolduramaz.


    Seni çok Özledim Annem

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 29. MEKTUP

    IHTAR: Ehl-i dalalet, Kur'an-i Hakîm'den alip nesrettigimiz hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeye karsi müdafaa ve mukabele elinden gelmedigi için, münafikane ve desisekârane igfal ve hile dâmini (tuzagini) istimal ediyor. Dostlarimi hubb-u câh, tama' ve havf ile aldatmak ve beni bazi isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayirda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.
    Iste bunun içindir ki, ehl-i nifakin hilekârane propagandasina karsi, kardeslerimi sâbik üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def'e çalisiyorum.

    Simdi en mühim bir hücum benim sahsimadir. Diyorlar ki: "Said Kürddür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasina düsüyorsunuz?"
    Iste bilmecburiye böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Seytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisaniyla zikredecegim.
    sh: » (M: 450)
    Dördüncü Desise-i Seytaniye: Seytanin telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatiyla, bana karsi propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri isgal eden bazi mülhidler, kardeslerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâsâallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardir. Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birisiyle tesrik-i mesaî etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?"
    Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben Felillahilhamd müslümanim. Her zamanda, kudsî milletimin üçyüz elli milyon efradi vardir. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualariyla bana yardim eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakasi bulunan üçyüz elli milyon kardesi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeslere bedel, Kürd namini tasiyan ve Kürd unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhebsiz bir meslege girenleri kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum!.. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzim ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmus ve firenklesmis birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için; üçyüz elli milyon hakikî, nuranî menfaatdar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terketsin. Yirmialtinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarini gösterdigimizden ona havale edip, yalniz o Üçüncü Mes'elenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edecegiz. Söyle ki:
    O Türkçülük perdesi altina giren ve hakikaten Türk düsmani olan hamiyet-fürus mülhidlere derim ki: Din-i Islâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmaniyla siddetli ve pek hakikî alâkadarim. Ve bin seneye yakin, Kur'anin bayragini cihanin cihat-i sittesinin etrafinda galibane gezdiren bu vatan evlâdlarina, Islâmiyet hesabina müftehirane ve tarafdarane muhabbetdarim. Sen ise ey hamiyet-fürus sahtekâr! Türk'ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk Milleti, yalniz yirmi ile kirk yasi ortasindaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onlarin menfaati ve onlarin hakkinda hamiyet-i milliyenin iktiza ettigi hizmet, yalniz onlarin gafletini ziyadelestiren ve ahlâksizliklara alistiran ve menhiyata tesci eden firenk-mesrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlikta onlari aglattiracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eger hamiyet-i milliye
    sh: » (M: 451)
    bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise; evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen; ben o Türkçülükten kaçiyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eger zerre miktar hamiyet ve suurun ve insafin varsa, simdiki taksimata bak, cevab ver. Söyle ki:
    Türk Milleti denilen su vatan evlâdi alti kisimdir. Birinci kismi, ehl-i salahat ve takvadir. Ikinci kismi, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kismi, ihtiyarlar sinifidir. Dördüncü kismi, çocuklar taifesidir. Besinci kismi, fakirler ve zaîfler taifesidir. Altinci kismi, gençlerdir. Acaba bütün evvelki bes taife Türk degiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altinci taifeye sarhoscasina bir keyf vermek yolunda, o bes taifeyi incitmek, keyfini kaçirmak, tesellilerini kirmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düsmanlik midir? "Elhükmü lil'ekser" sirrinca, eksere zarar dokunduran düsmandir; dost degildir!
    Senden soruyorum: Birinci kisim olan ehl-i îman ve ehl-i takvanin en büyük menfaati, firenk-mesrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i îmaniyenin nurlariyla saadet-i ebediyeyi düsünüp, müstak ve âsik olduklari tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakikî teselli bulmakta midir? Senin gibi dalalet-pise hamiyet-füruslarin tuttugu meslek; müttaki ehl-i imanin manevî nurlarini söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-i ebedî ve kabri daimî bir firak-i lâyezalî kapisi oldugunu gösteriyor.
    Ikinci kisim olan musibetzede ve hastalarin ve hayatindan me'yus olanlarin menfaati; firenk-mesrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karsi bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarini almak isterler. Ve yakinlastiklari kabir kapisindaki dehseti def'etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok sefkate ve oksamaya ve timar etmeye çok lâyik ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalblerine igne sokuyorsunuz, baslarina tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümidlerini kiriyorsunuz, ye's-i mutlaka düsürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?
    Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teskil ediyor. Bunlar kabre yakinlasiyorlar, ölüme yaklasiyorlar, dünyadan uzaklasiyorlar, âhirete yanasiyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve te-


    Seni çok Özledim Annem

Sayfa 1/3 123 SonSon

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •