BESINCI NÜKTE: Duâ, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanin neticesidir. Çünki duâ eden adam, duâsi ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük islerime ittila'i var ve bilir, en uzak maksadlarimi yapabilir, benim her halimi görür, sesimi isitir. Öyle ise; bütün mevcudatin bütün seslerini isitiyor ki, benim sesimi de isitiyor. Bütün o seyleri o yapiyor ki, en küçük islerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. Iste duânin verdigi hâlis tevhidin genisligine ve gösterdigi nur-u îmanin halâvet ve safîligine bak,
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ sirrini anla ve
وَ قَالَ رَبُّكُمُ ادْْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanini dinle.
اَكَرْ نَهْ خَواهِى دَادِ , نَهْ دَادِى خَواهِ.
denildigi gibi: Eger vermek
sh: » (M: 323)
istemeseydi, istemek vermezdi.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّىعَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ سَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ. وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
sh: » (M: 324)
Yirmidördüncü Mektub'un Ikinci Zeyli
(Mi'râc-i Nebevî hakkindadir)
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
(Mevlid-i Nebevînin Mi'râciye kisminda bes nükteyi beyan edecegiz.)
BIRINCI NÜKTE: Cennet'ten getirilen Burak'a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir ask macerasini beyan ediyor. O zât ehl-i velayet oldugu ve rivayete bina ettigi için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor.
Hakikat su olmak gerektir ki: Âlem-i bekanin mahluklari, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nuruyla pek alâkadardirlar. Çünki onun getirdigi nur iledir ki; Cennet ve dâr-i âhiret, cin ve ins ile senlenecek. Eger o olmasaydi, o saadet-i ebediye olmazdi ve Cennet'in her nevi mahlukatindan istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cennet'i senlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacakti. Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalinda beyan edildigi gibi: Nasilki bülbülün güle karsi dâsitâne-i aski; taife-i hayvanatin, taife-i nebatata derece-i aska balig olan ihtiyacat-i sedide-i asknümayi, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatin erzaklarini tasiyan kafile-i nebatata karsi ilân etmek için, bir hatib-i Rabbanî olarak, basta bülbül-ü gül ve her nev'den bir
sh: » (M: 325)
nevi bülbül intihab edilmis ve onlarin nagamati dahi, nebatatin en güzellerinin baslarinda hos-âmedî nev'inden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir
lamadir.
Aynen bunun gibi: Sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn olan Zât-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a karsi, nasilki melâike nev'inden Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlik ediyor; melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'a inkiyad ve itaatini ve sirr-i sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i Cennet'in, hattâ Cennet'in hayvanat kisminin dahi, o zâta karsi alâkalari, bindigi Burak'in hissiyat-i âsikanesiyle ifade edilmistir.
IKINCI NÜKTE: Mi'râc-i Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenâb-i Hakk'in Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karsi muhabbet-i münezzehesi, "Sana âsik olmusum" tabiriyle ifade edilmis. Su tabirat, Vâcib-ül Vücud'un kudsiyetine ve istigna-i zâtîsine, mana-yi örfî ile münasib düsmüyor. Mâdem Süleyman Efendi'nin mevlidi, ragbet-i âmmeye mazhariyeti delaletiyle; o zât ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattir, elbette irae ettigi mâna sahihtir. Mâna da budur ki:
Zât-i Vâcib-ül Vücud'un hadsiz cemâl ve kemâli vardir. Çünki bütün kâinatin aksamina inkisam etmis olan cemâl ve kemâlin bütün enva'i, onun cemâl ve kemâlinin emareleri, isaretleri, âyetleridir. Iste her halde cemâl ve kemâl sahibi, bilbedahe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-i Zülcelâl dahi cemâlini pekçok sever. Hem kendine lâyik bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin suaati olan esmâsini dahi sever. Mâdem esmâsini sever, elbette esmâsinin cemâlini gösteren san'atini sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine olan masnuatini dahi sever. Mâdem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsina isaret eden mahlukatinin mehasinini sever. Bu bes nevi muhabbete, Kur'an-i Hakîm âyâtiyla isaret ediyor.
Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mâdem masnuat içinde en mükemmel ferddir ve mahlukat içinde en mümtaz sahsiyettir.
Hem san'at-i Ilâhiyeyi, bir velvele-i zikr ve tesbih ile teshir ediyor ve istihsan ediyor.
Hem esma-i Ilâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini, lisan-i Kur'an ile açmistir.
sh: » (M: 326)
Hem kâinatin âyât-i tekviniyesinin, Sâni'inin kemâline delaletlerini, parlak ve kat'î bir surette lisan-i Kur'anla beyan ediyor.
Hem küllî ubudiyetiyle, Rububiyet-i Ilâhiyeye âyinedarlik ediyor.
Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i Ilâhiyeye bir mazhar-i etemm olmustur.
Elbette bunun için denilebilir ki: Cemil-i Zülcelâl, kendi cemalini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîsuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever.
Hem kendi esmâsini sevmesiyle, o esmânin en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.
Hem san'atini sevdigi için, elbette onun san'atini en yüksek bir sada ile bütün kâinatta nesreden ve semavatin kulagini çinlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve ona ittiba' edenleri de sever.
Hem masnuatini sevdigi için, o masnuatin en mükemmeli olan zîhayati ve zîhayatin en mükemmeli olan zîsuuru ve zîsuurun en efdali olan insanlari ve insanlarin bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i elbette daha ziyade sever.
Hem kendi mahlukatinin mehasin-i ahlâkiyelerini sevdigi için, mehasin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve derecata göre, ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-i Hakk'in rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinati ihata etmis.
Iste o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr bes vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur ki, "Habibullah" lâkabi ona verilmis.
Iste bu en yüksek makam-i mahbubiyeti, Süleyman Efendi "Ben sana âsik olmusum" tabiriyle beyan etmistir. Su tabir, bir mirsad-i tefekkürdür, gayet uzaktan uzaga bu hakikata bir isarettir. Bununla beraber mâdem bu tabir, se'n-i Rububiyete münasib olmayan manayi hayale getiriyor; en iyisi, su tabir yerine: "Ben senden razi olmusum" denilmeli.
sh: » (M: 327)
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Mi'râciyedeki maceralar, malûmumuz olan mânalarla, o kudsî ve nezih hakikatlari ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-i mülahazadir, birer mirsad-i tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaika birer isarettir ve îmanin bir kisim hakaikina birer ihtardir ve kabil-i tabir olmayan bazi mânalara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan mânalar ile bir macera degil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatlari alamayiz; belki kalbimizle heyecanli bir zevk-i îmanî ve nuranî bir nes'e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasil Cenâb Hakk'in zât ve sifâtinda nazîr ve sebih ve misli yoktur; öyle de suunat-i Rububiyetinde misli yoktur. Sifâti nasil mahlukat sifâtina benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise su tabirati, mütesabihat nev'inden tutup deriz ki: Zât-i Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istigna-i zâtîsine ve kemâl-i mutlakina muvafik bir surette, muhabbeti gibi bazi suunati var ki, Mi'râciye macerasiyla onu ihtar ediyor. Mi'râc-i Nebeviyeye dair Otuzbirinci Söz, hakaik-i Mi'raciyeyi usûl-ü îmaniye dairesinde izah etmistir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "Yetmis bin perde arkasinda Cenâb-i Hakk'i görmüs" tabiri, bu'diyet-i mekâni ifade ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud mekândan münezzehtir, hersey'e herseyden daha yakindir. Bu ne demektir?
Elcevap: Otuzbirinci Söz'de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmistir. Burada yalniz su kadar deriz ki:
Cenâb-i Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzagiz. Nasilki Günes, elimizdeki âyine vasitasiyla bize gayet yakindir ve yerde herbir seffaf sey, kendine bir nevi ars ve bir çesit menzil olur. Eger Günes'in suuru olsaydi, bizimle âyinemiz vasitasiyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzagiz. Bilâ-tesbih velâ-temsil; Sems-i Ezelî, her sey'e herseyden daha yakindir. Çünki Vâcib-ül Vücud'dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir sey ona perde olamaz. Fakat hersey nihayet derecede ondan uzaktir.
Iste Mi'râcin uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettigi mesafesizligin sirriyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-i vâhidde yerine gelmesi sirri, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem
sh: » (M: 328)
Aleyhissalâtü Vesselâm'in Mi'râci, onun seyr ve sülûkudur, onun ünvan-i velayetidir. Ehl-i velayet nasilki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kirk günden tâ kirk seneye kadar bir terakki ile, derecat-i îmaniyenin hakkalyakîn derecesine çikiyor.
Öyle de: Bütün evliyanin sultani olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; degil yalniz kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyla, hem letaifiyle, kirk seneye mukabil kirk dakikada, velayetinin kerâmet-i kübrasi olan Mi'râci ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i îmaniyenin en yüksek mertebelerine gitmis, Mi'rac merdiveniyle Ars'a çikmis, "Kab-i Kavseyn" makaminda, hakaik-i îmaniyenin en büyügü olan Îman-i Billâh ve Îman-i Bil'âhireti aynelyakîn gözüyle müsahede etmis, Cennet'e girmis, saadet-i ebediyeyi görmüs, o Mi'râcin kapisiyla açtigi cadde-i kübrayi açik birakmis, bütün evliya-yi ümmeti seyr ve sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi'râcin gölgesi içinde gidiyorlar.
BESINCI NÜKTE: Mevlid-i Nebevî ile Mi'râciyenin okunmasi, gayet nâfi' ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i Islâmiyedir. Belki hayat-i içtimaiye-i Islâmiyenin, gayet latif ve parlak ve tatli bir medar-i sohbetidir. Belki hakaik-i îmaniyenin ihtari için, en hos ve sirin bir derstir. Belki îmanin envarini ve muhabbetullah ve ask-i Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasitadir. Cenâb-i Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenâb-i Hak rahmet etsin, yerlerini Cennet-ül Firdevs yapsin, âmîn...
Hâtime
Mâdem su kâinatin Hâliki, her nev'de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi' halkedip, o nev'in medar-i fahri ve kemali yapar. Elbette esmâsindaki ism-i azam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmâsinda bir ism-i azam oldugu gibi, masnuatinda da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata müntesir kemâlâti o ferdde cem'edip, kendine medar-i nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktir. Çünki enva'-i kâinatin en mükemmeli zîhayattir. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîsuurdan olacaktir. Çünki zîhayatin enva'i içinde en mükemmeli zîsuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktir. Çünki zîsuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandir. Ve insanlar içinde her halde o ferd Muhammed Aley-
sh: » (M: 329)
hissalâtü Vesselâm olacaktir. Çünki zaman-i Âdem'den simdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât Küre-i Arz'in yarisini ve nev'-i beserin besten birisini, saltanat-i maneviyesi altina alarak, bin üçyüz elli sene kemal-i hasmetle saltanat-i maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva'-i hakaikte bir "Üstad-i Küll" hükmüne geçmis. Dost ve düsmanin ittifakiyla, ahlâk-i hasenenin en yüksek derecesine sahib olmus. Bidayet-i emrinde, tek basiyla bütün dünyaya meydan okumus. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanlarin vird-i zebani olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'i göstermis bir zât, elbette o ferd-i mümtazdir, ondan baskasi olamaz. Bu âlemin hem çekirdegi, hem meyvesi odur.
عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا
Iste böyle bir zâtin mevlid ve mi'râcini dinlemek, yani terakkiyatinin mebde' ve müntehasini isitmek, yani tarihçe-i hayat-i maneviyesini bilmek, o zâti kendine reis ve seyyid ve imam ve sefi' telakki eden mü'minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, nes'eli, hayirli bir müsamere-i ulviye-i diniye oldugunu anla...
Ya Rab! Habib-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) hürmetine ve ism-i azam hakkina, su risaleyi nesredenlerin ve rüfekasinin kalblerini, envar-i imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-i Kur'aniyeye nasir eyle ve onlara sirat-i müstakimde istikamet ver. Âmîn.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
* * *