5 sonuçtan 1 ile 5 arası

Konu: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    Yirmidördüncü Mektub
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    يَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
    Sual: Eâzim-i Esmâ-i Ilâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri sefkatperverane terbiye ve maslahatkârane tedbir ve muhabbetdarane taltif, nasil ve ne suretle, müdhis ve muvahhis olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve mesakkat ile tevfik edilebilir? Haydi insan saadet-i ebediyeye gittigi için, mevt yolunda geçtigini hos görelim; fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan escar ve nebatat enva'lari ve çiçekleri ve vücuda lâyik ve hayata âsik ve bekaya müstak olan hayvanat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini birakmayarak ifnalarinda ve gayet sür'atle onlara göz açtirmayarak îdamlarinda ve onlara nefes aldirmayarak mesakkatle çalistirmalarinda ve hiçbirini rahatta birakmayarak musibetlerle tagyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarinda hangi sefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerlesebilir?
    Elcevap: Dâî ve muktazîyi gösteren bes remiz ile ve gayeleri ve faideleri gösteren bes isaretle su suali halleden çok genis ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzmaya uzaktan uzaga baktirmaga çalisacagiz.
    BIRINCI MAKAM: Bes remizdir.
    Birinci Remiz: Yirmialtinci Söz'ün hâtimelerinde denildigi gibi; nasilki bir mâhir san'atkâr kiymetdar bir elbiseyi murassa' ve münakkas surette yapmak için, bir miskin adami lâyik oldugu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'at ve meharetini göstermek için; o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kisaltir, uzatir; o adami da oturtur, kaldirir, muhtelif vaziyetler verir. Su miskin adamin hiç bir hakki var midir ki, o san'atkâra desin: "Beni güzellestiren bu elbiseye neden ilisip tebdil ve tagyir
    sh: » (M: 304)
    ediyorsun ve beni kaldirip oturtup, mesakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?"
    Aynen öyle de: Sâni'-i Zülcelâl herbir nevi mevcudatin mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukus-u esmâsiyla kemalât-i san'atini göstermek için; herbir sey'e hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasini giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakislar yapar; cilve-i esmâsini gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyik bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal bir lezzet, bir feyz veriyor.
    مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ sirrina mazhar olan o Sâni'-i Zülcelâl'e karsi hiçbir sey'in hakki var midir ki, desin: "Bana zahmet veriyorsun. Benim istirahatimi bozuyorsun." Hâsâ! Evet mevcudatin hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud'a karsi haklari yoktur ve hak dava edemezler; belki haklari, daima sükür ve hamd ile, verdigi vücud mertebelerinin hakkini eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattir, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattir. Imkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadik?" Sekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar olduklari için haklari Fâtirina sükrandir. Nebatat niçin hayvan olmadim deyip sekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar oldugu için hakki sükrandir. Hayvan ise niçin insan olmadim diye sikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kiymetdar bir ruh cevheri ona verildigi için, onun üstündeki hakki, sükrandir. Ve hâkeza kiyas et.
    Ey insan-i müstekî! Sen madum kalmadin, vücud nimetini giydin, hayati tattin, camid kalmadin, hayvan olmadin, Islâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadin, sihhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
    Ey nankör! Daha sen nerede hak kazaniyorsun ki, Cenâb-i Hakk'in sana verdigi mahz-i nimet olan vücud mertebelerine mukabil sükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmedigi ve sen lâyik olmadigin yüksek nimetlerin sana verilmediginden bâtil bir hirsla Cenâb-i Hak'tan sekva ediyorsun ve küfran-i nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare basina çikmak gibi âlî derecatli bir mertebeye çiksin, büyük makam bulsun,
    sh: » (M: 305)
    her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene sükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yüksegine çikamadim" diye sekva ederek aglayip sizlasin. Ne kadar haksizlik eder ve ne kadar küfran-i nimete düser, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.
    Ey kanaatsiz hirsli ve iktisadsiz israfli ve haksiz sekvali gafil insan! Kat'iyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir sükrandir; hirs, hasaretli bir küfrandir. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdir. Israf ise, nimete çirkin ve zararli bir istihfaftir. Eger aklin varsa, kanaata alis ve rizaya çalis. Tahammül etmezsen "Ya Sabûr" de ve sabir iste; hakkina razi ol, tesekki etme. Kimden kime sekva ettigini bil, sus. Her halde sekva etmek istersen; nefsini Cenab-i Hakk'a sekva et, çünki kusur ondadir.
    Ikinci Remiz: Onsekizinci Mektub'un âhirki mes'elesinin âhirinde denildigi gibi, Hâlik-i Zülcelâl hayret-nüma, dehset-engiz bir surette bir faaliyet-i Rububiyetiyle, mevcudati mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiginin bir hikmeti budur: Nasilki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir istiha, bir istiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki; herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardir; belki herbir faaliyet, bir çesit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Mâdem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle isaret eder. Ve mâdem Kemâl-i Mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ül Vücud, zât ve sifât ve ef'alinde, bütün enva'-i kemalâta câmi'dir; elbette o Zât-i Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyik bir tarzda ve istigna-i zâtîsine ve gina-i mutlakina muvafik bir surette ve kemâl-i mutlakina ve tenezzüh-ü zâtîsine münasib bir sekilde; hadsiz bir sefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardir. Elbette o sefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir sevk-i mukaddes vardir. Ve o sevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardir. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabiri caiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardir. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatinin istidadlari kuvveden fiile çikmasindan ve tekemmül etmesinden nes'et eden, o mahlukatin memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-i Rahman ve Rahîm'e ait, tabiri caiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-i mukaddes vardir ki; hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza
    sh: » (M: 306)
    ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tagyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz tagyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firaki iktiza ediyor.
    Bir zaman, hikmet-i beseriyenin masnuatin gayelerine dair gösterdigi faideler nazarimda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesoflarin ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düser veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Hâlik'a "mûcib-i bizzât" der.
    Iste o zaman rahmet-i Ilâhiye, Hakîm ismini imdadima gönderdi; bana da masnuatin büyük gayelerini gösterdi. Yani herbir masnu' öyle bir mektub-u Rabbanîdir ki, umum zîsuur onu mütalaa eder. Su gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san'attaki hârikalar inkisaf etti, o gaye kâfi gelmemeye basladi. Daha çok büyük diger bir gaye gösterildi. Yani: Herbir masnu'un en mühim gayeleri Sâniine bakar; onun kemalât-i san'atini ve nukus-u esmâsini ve murassaat-i hikmetini ve hedaya-yi rahmetini, onun nazarina arzetmek ve cemâl ve kemâline bir âyine olmaktir, bildim. Su gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san'at ve icad-i esyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür'atli tagyir ve tebdildeki mu'cizat-i kudret ve suunat-i Rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye basladi. Belki su gaye kadar büyük bir muktazî ve dâî dahi lâzimdir bildim. Iste o vakit, su Ikinci Remiz'deki muktazîler ve gelecek isaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: "Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ve seyelan-i esya o kadar manidardir ki; o faaliyet ile Sâni'-i Hakîm, enva'-i kâinati konusturuyor." Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudlari ve hareketleri, onlarin o konusmalarindaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-i tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatin ve enva'inin sessizce bir konusmasi ve konusturmasidir.
    Üçüncü Remiz: Esya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i sehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenadan, âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarinda esyadaki cemâl ve kemâl; esmâ-i Ilâhiyeye aittir ve onlarin nukus ve cilveleridir. Mâdem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakislari teceddüd eder, tazelenir, güzellesir. Ademe ve fenaya gitmiyor;
    sh: » (M: 307)
    belki yalniz itibarî taayyünleri degisir ve medar-i hüsn ve cemâl ve mazhar-i feyz ve kemal olan hakikatlari ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler. Zîruh olmayanlar, dogrudan dogruya onlardaki hüsn ve cemâl esmâ-i Ilâhiyeye aittir, seref onlaradir, medih onlarin hesabina geçer, güzellik onlarindir, muhabbet onlara gider, o âyinelerin degismesiyle onlara bir zarar îras etmez. Eger zîruh ise, zevil-ukûlden degilse, onlarin zeval ve firaki, bir adem ve fena degil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatin dagdagasindan kurtulup, kazandiklari vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarina devrederek; onlarin o ervah-i bâkiyeleri dahi birer esmâ-i Ilâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyik bir saadete gider. Eger o zîruhlar zevil-ukûlden ise; zâten saadet-i ebediyeye ve maddî ve manevî kemalâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni'-i Hakîm'in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diger menzillerine, baska memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak degil, belki kemalâta kavusmaktir.
    Elhasil: Mâdem Sâni'-i Zülcelâl vardir ve bâkîdir ve sifât ve esmâsi daimî ve sermedîdirler; elbette o esmânin cilveleri ve nakislari, bir manevî beka içinde teceddüd eder; tahrib ve fena, îdam ve zeval degildirler. Malûmdur ki insan insaniyet cihetiyle ekser mevcudatla alâkadardir. Onlarin saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile ve bilhassa nev'-i beserle ve bilhassa sevdigi ve istihsan ettigi ehl-i kemalin âlâmiyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mes'ud olur. Hattâ sefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatini, onlarin saadeti için feda eder. Iste her mü'min derecesine göre, nur-u Kur'an ve sirr-i îman ile, bütün mevcudatin saadetleriyle ve bekalariyla ve hiçlikten kurtulmalariyla ve kiymetdar mektubat-i Rabbaniye olmalariyla mes'ud olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Eger ehl-i dalalet ise; kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatin helâketiyle ve fenasiyla ve zâhirî idamlariyla, zîruh ise âlâmlariyla müteellim olur. Yani onun küfrü, onun dünyasina adem doldurur, onun basina bosaltir; daha Cehennem'e gitmeden Cehennem'e gider.
    Dördüncü Remiz: Çok yerlerde dedigimiz gibi, bir padisahin sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve



    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    sh: » (M: 308)
    sifatlardan nes'et eden muhtelif ayri ayri devair-i teskilâti oldugu gibi; Cenâb-i Hakk'in esmâ-i hüsnâsinin hadd ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyati vardir. Mahlukatin tenevvü'leri ve ihtilaflari, o tecelliyatin tenevvü'lerinden ileri geliyor. Iste her kemâl ve cemâl sahibi, fitraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sirrinca; o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî olduklari için, daimî bir surette Zât-i Akdes hesabina tezahür isterler; yani nakislarini görmek isterler; yani kendi nakislarinin âyinelerinde cilve-i cemallerini ve in'ikas-i kemallerini görmek ve göstermek isterler; yani kâinat kitab-i kebirini ve mevcudatin muhtelif mektubatini ânen fe-ânen tazelendirmek; yani yeniden yeniye manidar yazmak; yani bir tek sahifede ayri ayri binler mektubati yazmak ve herbir mektubu, Zât-i Mukaddes ve Müsemma-yi Akdes'in nazar-i suhuduna izhar etmekle beraber; bütün zîsuurun nazar-i mütalaasina göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikata isaret eden su hakikatli siire bak:

    Kitab-i âlemin yapraklari, enva'-i na-ma'dud
    Huruf ile kelimati dahi, efrad-i na-mahdud
    Yazilmis destgâh-i Levh-i Mahfuz-i hakikatta
    Mücessem lafz-i manidardir, âlemde her mevcud.

    تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا *مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ
    Besinci Remiz: Iki nüktedir.
    Birinci Nükte: Mâdem Cenâb-i Hak var, hersey var. Mâdem Cenâb-i Vâcib-ül Vücud'a intisab var, hersey için bütün esya var. Çünki Vâcib-ül Vücud'a nisbetle herbir mevcud, bütün mevcudata, vahdet sirriyla bir irtibat peyda eder. Demek; Vâcib-ül Vücud'a intisabini bilen veya intisabi bilinen herbir mevcud, sirr-i vahdetle, Vâcib-ül Vücud'a mensub bütün mevcudatla münasebetdar olur. Demek herbir sey, o intisab noktasinda hadsiz envar-i vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-i seyyale yasamak, hadsiz envar-i vücuda medardir. Eger o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki o halde alâkadar olabilecegi herbir mevcuda karsi bir firaki ve bir iftiraki ve bir zevali vardir. Demek kendi sahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da (intisabsiz); evvelki noktasindaki o intisabdaki bir an yasamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat
    sh: » (M: 309)
    demisler ki: "Bir ân-i seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtir." Yani: "Vücud-u Vâcib'e nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtir." Hem bu sir içindir ki, ehl-i tahkik demisler: "Envar-i vücud ise Vâcib-ül Vücud'u tanimakladir." Yani: "O halde kâinat, envar-i vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zîsuurlar ile dolu görünür. Eger onsuz olsa adem zulümatlari, firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamin nazarinda bos ve hâlî bir vahsetgâh suretinde görünür." Evet nasilki bir agaç meyvelerinin herbirisi, agacin basindaki bütün meyvelere karsi birer nisbeti var ve o nisbetle birer kardesi, arkadasi mevcud oldugundan, onlarin adedince ârizî vücudlari vardir. Ne vakit o meyve agacin basindan kesilse, herbir meyveye karsi bir firak ve zeval hasil olur. Herbir meyve onun için madum hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem ona hasil oluyor. Öyle de: Kudret-i Ehad-i Samed'e intisab noktasinda hersey için bütün esya var. Eger intisab olmazsa, her sey için esya adedince haricî ademler var. Iste su remizden, îmanin azamet-i envarina bak ve dalaletin dehsetli zulümatini gör. Demek îman, su remizde beyan edilen hakikat-i âliye-i nefs-ül emriyenin ünvanidir ve îman ile ondan istifade edebilir. Eger îman olmazsa nasilki kör, sagir, dilsiz, akilsiz adama hersey madumdur; öyle de imansiza hersey madumdur, zulümatlidir.
    Ikinci Nükte: Dünyanin ve esyanin üç tane yüzü var.
    Birinci Yüzü: Esmâ-i Ilâhiyeye bakar, onlarin âyineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var.
    Ikinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlasi hükmündedir. Bu yüzde bâki semereler ve meyveler yetistirmek var; bekaya hizmet eder, fâni seyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval degil, belki hayat ve beka cilveleri var.
    Üçüncü Yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki; fânilerin ve ehl-i hevesatin masukasi ve ehl-i suurun ticaretgâhi ve vazifedarlarin meydan-i imtihanlaridir. Iste bu üçüncü yüzündeki fena ve zeval, mevt ve ademin acilarina ve yaralarina merhem için o üçüncü yüzün iç yüzündeki beka ve hayat cilveleri var.
    Elhasil: Su mevcudat-i seyyale, su mahlukat-i seyyare, Vâcib-ül Vücud'un envar-i icad ve vücudunu tazelendirmek için
    sh: » (M: 310)
    müteharrik âyineler ve degisen mazharlardir.
    IKINCI MAKAM:
    Bir mukaddime, bes isarettir. Mukaddime iki mebhastir.
    Birinci Mebhas: Bu gelecek bes isarette, suunat-i Rububiyeti rasad etmek için; birer sönük, küçük dürbin nev'inden birer temsil yazilacak. Bu temsiller; suunat-i Rububiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz fakat baktirabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen remizlerde, Zât-i Akdes'in suunatina münasib olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir.
    Meselâ: Lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malûm manalari, suunat-i Mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer ünvan-i mülahazadir, birer mirsad-i tefekkürdür. Hem dahi su temsiller; muhit, azîm bir kanun-u Rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle, Rububiyetin suunatinda o kanunun hakikatini isbat ediyor. Meselâ bir çiçek vücuddan gider, binler vücud birakarak öyle gider denilmis. Onunla azîm bir kanun-u Rububiyeti gösteriyor ki; bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta bu kanun-u Rububiyet cereyan ediyor.
    Evet Hâlik-i Rahîm, bir kusun tüylü libasini hangi kanunla degistiriyor, tazelendiriyor; o Sâni'-i Hakîm ayni kanunla, her sene Küre-i Arz'in libasini tecdid eder. Hem o ayni kanunla, her asirda dünyanin seklini tebdil eder. Hem ayni kanunla, kiyamet vaktinde kâinatin suretini tagyir edip degistirir.
    Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; ayni kanunla Küre-i Arz'i meczub ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i semsiyeyi gezdiriyor.
    Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratin zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, ayni kanunla senin bagini her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Ayni kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
    Hem o Sâni'-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sinegi ihya eder; ayni kanunla su önümüzdeki çinar agacini her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz'i yine o baharda ihya eder ve ayni kanunla hasirde mahlukati da ihya eder. Su sirra isareten


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    sh: » (M: 311)
    مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
    Kur'an ferman eder. Ve hâkeza... Kiyas et.
    Bunlar gibi çok kavanin-i Rububiyet vardir ki, zerreden tâ mecmu'-u âleme kadar cereyan ediyor. Iste faaliyet-i Rububiyetin içindeki su kanunlarin azametine bak ve genisligine dikkat et ve içindeki sirr-i vahdeti gör; herbir kanun bir bürhan-i vahdet oldugunu bil. Evet su çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber; hem vâhid, hem muhit oldugu için; Sâni'in vahdaniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat'î bir surette isbat ederler. Iste ekser Sözlerde ekser temsilât, böyle kanunlarin uçlarini birer cüz'î misal ile göstermekle; müddeada, ayni kanunun vücuduna isaret eder. Mâdem temsil ile kanunun tahakkuku gösteriliyor, bürhan-i mantikî gibi yakînî bir surette müddeayi isbat eder. Demek Sözlerdeki ekser temsiller; birer bürhan-i yakînî, birer hüccet-i katia hükmündedir.

    Ikinci Mebhas: Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikati'nda denildigi gibi, bir agacin ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardir; her bir meyvenin, herbir çiçegin o kadar gayeleri, hikmetleri vardir. Ve o hikmetler üç kisimdir. Bir kismi Sânia bakar, esmâsinin nakislarini gösterir. Bir kismi zîsuurlara bakar ki, onlarin nazarlarinda kiymetdar mektubat ve manidar kelimattir. Bir kismi kendi nefsine ve hayatina ve bekasina bakar ve insana faideli ise insanin menfaatine göre hikmetleri vardir. Iste herbir mevcudun böyle kesretli gayeleri bulundugunu bir vakit düsünürken, hatirima Arabî tarzda ve gelecek "Bes Isaret"in esasatina nota hükmünde olarak, küllî gayelere isaret eden su fikralar gelmistir.


    وَهذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيَّةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِتَجَدُّدِ
    تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ اِيجَادِهِ سُبْحَانَهُ
    بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ * اَوَّلاً مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ
    وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ
    وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ
    وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ
    sh: » (M: 312)

    الْمُقْتَضِيَاتِ اْلاَسْمَائِيَّةِ*
    وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ
    Iste bu bes fikrada, gelecekte bahsedecegimiz isaratin esasati var. Evet herbir mevcud (hususan zîhayat olanlarin) bes tabaka ayri ayri hikmetleri ve gayeleri var. Nasilki meyvedar bir agaç, birbirinin üstündeki dallari semere verir; öyle de: Herbir zîhayatin, bes tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var.
    Ey insan-i fâni! Senin cüz'î bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatini, meyvedar bir secere-i bâkiyeye inkilab etmesini ve bes isarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen, hakikî îmani elde et. Yoksa bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sikisip çürüyeceksin.
    Birinci Isaret:
    فَاَوَّلاً: بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمِيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ fikrasi ifade ediyor ki: Bir mevcud vücuddan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenaya gider; fakat ifade ettigi manalar bâki kalir, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin nümuneleri olan elvah-i mahfuzada ve elvah-i mahfuzanin nümuneleri olan kuvve-i hâfizalarda kalir. Demek bir vücud-u sûrî kaybeder, yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanir. Meselâ: Nasilki bir sahifenin tab'ina medar olan matbaa hurufatina bir vaziyet ve bir tertib verilir ve bir sahifenin tab'ina medar olur; ve o sahife ise suretini ve hüviyetini, basilan müteaddid yapraklara verip ve manalarini çok akillara nesrettikten sonra o matbaa hurufatinin vaziyeti ve tertibi de degistirilir. Çünki daha ona lüzum kalmadi, hem baska sahifelerin tab'i lâzim geliyor. Iste aynen bunun gibi, su mevcudat-i Arziye hususan nebatiye, kalem-i kader-i Ilâhî onlara bir tertib, bir vaziyet verir; bahar sahifesinde kudret onlari icad eder ve güzel manalarini ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i
    sh: » (M: 313)
    misal gibi âlem-i gaybin defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki; o vaziyet degissin, tâ yeni gelecek diger bahar sahifesi yazilsin, onlar dahi manalarini ifade etsinler.
    Ikinci Isaret:
    وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ Bu fikra isaret eder ki: Herbir sey -cüz'î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-i hayati adedince suretleri birakip, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-i hayatiye denilen sergüzest-i hayatiyeleri yazilir ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur. Nasilki meselâ bir çiçek vücuddan gider, fakat yüzer tohumcuklarini ve tohumcuklarda mahiyetini vücudda birakmakla beraber; küçük elvah-i mahfuzada ve elvah-i mahfuzanin küçük nümuneleri olan hâfizalarda binler suretini birakip, zîsuurlara etvar-i hayatiyla ifade ettigi tesbihat-i Rabbaniye ve nukus-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de: Yeryüzünün saksisinda güzel masnuatla münakkas olan bahar mevsimi, bir çiçektir; zâhiren zeval bulur, ademe gider, fakat onun tohumlari adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince nesrettigi hüviyet-i misaliye ve mevcudati adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücudda birakip sonra bizden saklanir. Hem o giden baharin arkadaslari olan sair baharlara yer bosaltir, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar, zâhirî bir vücudu çikarir; manen bin vücud giyer.
    Üçüncü Isaret:
    وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ اْلاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ fikrasi ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadir, âhiret pazarina münasib olan mahsulâti yetistirir. Çok Sözlerde isbat etmisiz: Nasilki cin ve insin amelleri âhiret pazarina gönderiliyor. Öyle de: Dünyanin sair mevcudati dahi, âhiret hesabina çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetistiriyorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki: "Onun içindir." Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-i hasrin etrafinda dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu ederler ki, dünya maceralarini tahattur
    sh: » (M: 314)
    etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceralarin levhalarini ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi; o levhalari, o vak'alari müsahede etseler çok mütelezziz olurlar. Mâdem öyledir, herhalde dâr-i lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-i Cennet'te,
    عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ isaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceralarin muhaveresi ve dünyevî hâdisatin manzaralari Cennet'te bulunacaktir. Iste bu güzel mevcudatin bir an görünmesiyle kaybolmasi ve birbiri arkasindan gelip geçmesi, menazir-i sermediyeyi teskil etmek için, bir fabrika destgâhlari hükmünde görünüyor. Meselâ: Nasilki ehl-i medeniyet, fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr birakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alip, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-i maziyi zaman-i halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar. Aynen öyle de: Su mevcudat-i bahariye ve dünyeviyede kisa bir hayat geçirdikten sonra, onlarin Sâni'-i Hakîm'i âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onlarin etvar-i hayatlarinda gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu'cizat-i Sübhaniyeyi, menazir-i sermediyede kaydetmek, mukteza-yi ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûd'dur.
    Dördüncü Isaret:
    وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلاَنِ التَّسْبِيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضِيَاتِ اْلاَسْمَائِيَّةِ fikrasi ifade ediyor ki: Mevcudat etvar-i hayatiyla, müteaddid enva'-i tesbihat-i Rabbaniyeyi yapiyor. Hem esmâ-i Ilâhiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâti gösteriyor ki... Meselâ: Rahîm ismi sefkat etmek ister, Rezzak ismi rizik vermek iktiza eder, Latif ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmânin birer birer muktezasi vardir. Iste herbir zîhayat hayatiyla ve vücuduyla o esmânin muktezasini göstermekle beraber, cihazati adedince Sâni'-i Hakîm'e tesbihat yapiyorlar. Meselâ: Nasilki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler midesinde dagilir, erir, zâhiren mahvolur; fakat agzindan, midesinden baska bütün hüceyrat-i bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktar-i bedendeki vücudu ve hayati beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor. O taam kendisi de vücud-u nebatîden hayat-i insaniye tabakasina çikiyor, terakki
    sh: » (M: 315)
    ediyor. Aynen öyle de: Su mevcudat zeval perdesinde saklandiklari vakit; onlarin yerinde herbirisinin pek çok tesbihati bâki kalmakla beraber, pek çok esmâ-i Ilâhiyenin de nukuslarini ve mukteziyatini o esmânin ellerine birakir. Yani bir vücud-u bâkiyeye tevdi ederler, öyle giderler. Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücud kalsa; denilir mi ki, ona yazik oldu veyahut abes oldu veyahut su sevimli mahluk neden gitti.. sekva edilebilir mi? Belki onun hakkindaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terketmek lâzim gelir ki; o halde binler zarar olur. Demek Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muariz degiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.
    Besinci Isaret:
    وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ fikrasi ifade ediyor ki: "Mevcudat -hususan zîhayat olanlar- vücud-u sûrîden gittikten sonra bâki çok seyleri birakirlar, öyle giderler..." Ikinci Remizde beyan edildigi gibi, Zât-i Vâcib-ül Vücud'un kudsiyet ve istigna-i kemaline muvafik bir tarzda ve ona lâyik bir surette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir sefkat, gayetsiz bir iftihar, -tabiri caiz ise- mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç, -tabirde hata olmasin- hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-i münezzeh suunat-i Rububiyetinde bulunur ki; onlarin âsâri bilmüsahede görünüyor. Iste o suunat, iktiza ettikleri hayret-nüma faaliyet içinde, mevcudat tebdil ve tagyir ile, zeval ve fena içinde sür'atle sevkediliyor.. mütemadiyen âlem-i sehadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o suunatin cilveleri altinda mahlukat; daimî bir seyr ve seyelan, bir hareket ve cevelan içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarina vaveylâ-i firak ve zevali ve ehl-i hidayetin sem'ine velvele-i zikr ve tesbihi dagitmaktadirlar. Bu sirra binaen herbir mevcud Vâcib-ül Vücud'un bâki suunatinin tezahürüne bâki birer medar olacak manalari, keyfiyetleri, haletleri vücudda birakip öyle gidiyorlar. Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatinda geçirdigi etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin ünvanlari olan Îmam-i Mübin, Kitab-i Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi birakip öyle giderler. Demek her fâni; bir vücudu terkeder, binler bâki vücudlari
    sh: » (M: 316)
    kazanir, kazandirir. Meselâ: Nasilki hârikulâde bir fabrika makinesine âdi bazi maddeler atilir; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur; fakat o fabrikanin inbiklerinde çok kiymetdar kimya maddeleri ve edviyeler teressüb eder. Hem onun kuvvetiyle ve buhariyla o fabrikanin çarklari döner; bir taraftan kumaslari dokumasina, bir kismi kitab tab'ina, bir kismi da seker gibi baska kiymetdar seyleri imal etmesine medar oluyor ve hâkeza... Demek o âdi maddelerin yanmasiyla ve zâhiren mahvolmasiyla, binler seyler vücud buluyor. Demek âdi bir vücud gider, âlî çok vücudlari irsiyet birakir. Iste su halde, o âdi maddeye yazik oldu denilir mi? Fabrika sahibi neden ona acimadi, yandirdi; o sevimli maddeleri mahvetti, sikayet edilir mi? Aynen öyle de
    وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Hâlik-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûd mukteza-yi rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak, kâinat fabrikasina hareket veriyor; herbir vücud-u fâniyi çok bâki vücudlara çekirdek yapar, makasid-i Rabbaniyesine medar eder, suunat-i Sübhaniyesine mazhar kilar, kalem-i kaderine mürekkeb ittihaz eder ve kudretin dokumasina bir mekik yapar ve daha bilmedigimiz pek çok inayat-i galiye ve makasid-i âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinati faaliyete getirir. Zerrati cevelâna, mevcudati seyerana, hayvanati seyelâna, seyyarati deverana getirir, kâinati konusturur; âyâtini ona sessiz söylettirir ve ona yazdirir. Ve mahlukat-i Arziyeyi Rububiyeti noktasinda, havayi emir ve iradesine bir nevi ars ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diger bir ars ve suyu ihsan ve rahmetine baska bir ars ve topragi hifz ve ihyasina bir çesit ars yapmis. O arslardan üçünü, mahlukat-i Arziye üstünde gezdiriyor.
    Kat'iyen bil ki: Bu bes Remiz'de ve bes Isaret'te gösterilen parlak hakikat-i âliye, nur-u Kur'an ile görünür ve îmanin kuvvetiyle sahib olunabilir. Yoksa o hakikat-i bâkiye yerine, gayet müdhis bir zulümat geçer. Ehl-i dalalet için dünya, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir Cehennem hükmüne geçer. Hersey onun için âni bir vücud ile, hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel, zulümat-i ademle memlûdür; yalniz kisacik bir zaman-i halde, bir hazîn nur-u vücud bulabilir. Fakat sirr-i Kur'an ve nur-u iman ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücud görünür; ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.
    sh: » (M: 317)
    Elhasil: Bir Sâir-i Misrî'nin tarzinda deriz:
    Derya olunca nefes
    Parelenince kafes
    Tâ kesilince bu ses
    Çagiririm: Ya Hak! Ya Mevcud! Ya Hayy! Ya Mabud!
    Ya Hakîm! Ya Maksud! Ya Rahîm! Ya Vedûd!..
    Ve bagirarak derim:

    لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ
    Ve îman ederek isbat ederim:

    اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوتِ حَقٌّ وَ الْجَنَّةَ حَقٌ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اِنَّ السَّعَادَةَ اْلاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَ اِنَّ اللّهَ رَحِيمٌ حَكِيمٌ وَدُودٌ وَ اِنَّ الرَّحْمَةَ وَ الْحِكْمَةَ وَ الْمَحَبَّةَ مُحِيطَةٌ بِجَمِيعِ اْلاَشْيَاءِ وَ شُؤُنَاتِهَا
    وَقَالُوا اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ * سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

    اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِين. وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ. مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ. مَحْشَرَ خِلْقَتِهِ. مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ. مَدَارَ حِكْمَتِهِ. مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ. مَزْرَعَ جَنَّتِهِ. مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ. مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ. مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ. فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ
    sh: » (M: 318)

    مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ. مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ. مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ.
    مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ. هَدَايَاءُ جُودِهِ. بَرَاهِينُ لُطْفِهِ. دَلاَئِلُ الْوَحْدَةِ لَطَائِفُ الْحِكْمَةِ. شَوَاهِدُ الرَّحْمَةِ. تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ. تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ. تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ. تَزَيُّنُ اْلاَزْهَارِ. تَبَرُّجُ اْلاَثْمَارِ فِى هذِهِ الْجِنَانِ. تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتُ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ فِى كُلِّ الْحَيْوَانَاتِ وَ اْلاِنْسَانِ . تَعَرُّفُ وَدُودٍ. تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ. تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ0


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    sh: » (M: 319)

    Yirmidördüncü Mektub'un Birinci Zeyli
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحِ بِحَمْدِهِ
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ
    Yani: "Ey insanlar! Duâniz olmazsa ne ehemmiyetiniz var." mealindeki âyetin bes nüktesini dinle:
    BIRINCI NÜKTE: Duâ bir sirr-i azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettigimiz gibi, duâ üç nevidir.
    Birinci nevi duâ: Istidad lisaniyladir ki; bütün hububat, tohumlar lisan-i istidad ile Fâtir-i Hakîm'e duâ ederler ki: "Senin nukus-u esmâni mufassal göstermek için, bize nesv ü nema ver, küçük hakikatimizi sünbülle ve agacin büyük hakikatina çevir."
    Hem su istidad lisaniyla duâ nev'inden birisi de sudur ki: Esbabin içtimai, müsebbebin icadina bir duadir. Yani: Esbab bir vaziyet alir ki, o vaziyet bir lisan-i hal hükmüne geçer ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl'den duâ eder, isterler. Meselâ: Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafinda bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-i duâdir ki: "Bu çekirdegi agaç yap, ya Hâlikimiz!" derler. Çünki o mu'cize-i hârika-i kudret olan agaç; o suursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek içtima'-i esbab bir nevi duâdir.
    Ikinci nevi duâ: Ihtiyac-i fitrî lisaniyladir ki; bütün zîhayatlarin iktidar ve ihtiyarlari dâhilinde olmayan hacetlerini ve matlablarini ummadiklari yerden vakt-i münasibde onlara vermek için, Hâlik-i Rahîm'den bir nevi duâdir. Çünki iktidar ve
    sh: » (M: 320)
    ihtiyarlari haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasibde onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetismiyor; demek o ihsan, duâ neticesidir.
    Elhasil: Bütün kâinattan dergâh-i Ilâhiyeye çikan bir duâdir. Esbab olanlar, müsebbebati Allah'tan isterler.
    Üçüncü nevi duâ: Ihtiyaç dairesinde zîsuurlarin duâsidir ki, bu da iki kisimdir.
    Eger izdirar derecesine gelse veya ihtiyac-i fitrîye tam münasebetdar ise veya lisan-i istidada yakinlasmis ise veya safi, hâlis kalbin lisaniyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakkiyat-i beseriyenin kism-i azami ve kesfiyatlari, bir nevi duâ neticesidir. Havarik-i medeniyet dedikleri seyler ve kesfiyatlarina medar-i iftihar zannettikleri emirler, manevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lisan-i istidad ile istenilmis, onlara verilmistir. Lisan-i istidad ile ve lisan-i ihtiyac-i fitrî ile olan duâlar dahi bir mani olmazsa ve serait dâhilinde ise, daima makbuldürler.
    Ikinci kisim: Meshur duâdir. O da iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek, fiilî bir duâdir. Rizki topraktan degil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapisidir ki, rahmetin kapisi olan topragi saban ile çalar.
    Sair kisimlarin tafsilâtini tayyedip, yalniz kavlî duânin bir-iki sirlarini gelecek iki-üç nüktede söyleyecegiz.
    IKINCI NÜKTE: Duânin tesiri azîmdir. Hususan duâ külliyet kesbederek devam etse; netice vermesi galibdir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki: Sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duâdir. Yani, kâinatin hilkatinden sonra, basta nev'-i beser ve onun basinda âlem-i Islâm ve onun basinda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'in muazzam olan duâsi, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani: Hâlik-i Âlem istikbalde o zâti, nev-i beser namina belki mevcudat hesabina bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-i Ilâhiye isteyecek bilmis; o gelecek duâyi kabul etmis, kâinati halketmis. Mâdem duânin bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs'ati vardir; hiç mümkün müdür ki: Bin üçyüz elli senede, her vakitte, nev-i beserden üçyüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ve hesaba gelmez mübarek zâtlar bil'ittifak Zât-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkinda, rahmet-i uzma-yi Ilâhiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duâlari nasil
    sh: » (M: 321)
    kabul olmasin? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duâlari reddedilsin?
    Mâdem bu kadar külliyet ve vüs'at ve devam kesbedip lisan-i istidad ve ihtiyac-i fitrî derecesine gelmis. Elbette o Zât-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, duâ neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akil olsalar, o makamin hakikatini tamamiyla ihata edemezler.
    Iste ey müslüman! Senin rûz-i mahserde böyle bir sefîin var. Bu sefîin sefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba' et!
    Eger desen: Mâdem o Habibullahtir. Bu kadar salavat ve duâya ne ihtiyaci var?
    Elcevap: O Zât (A.S.M.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-i ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardir ve her nevi musibetleriyle endisedardir. Iste kendi hakkinda meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-i ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-i saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva'-i sekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve duâ ve rahmete lâyiktir ve muhtaçtir.


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 24. MEKTUP

    Eger desen: Bazan kat'î olacak isler için duâ edilir. Meselâ: Husuf ve küsuf namazindaki duâ gibi. Hem bazan hiç olmayacak seyler için duâ edilir?
    Elcevap: Baska Sözler'de izah edildigi gibi, duâ bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrini duâ ile ilân eder. Zâhirî maksadlar ise; o duânin ve o ibadet-i duâiyenin vakitleridir, hakikî faideleri degil. Ibadetin faidesi, âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hasil olmazsa, "O duâ kabul olmadi" denilmez. Belki "Daha duânin vakti bitmedi" denilir.

    Hem hiç mümkün müdür ki: Bütün ehl-i îmanin, bütün zamanlarda, mütemadiyen kemâl-i hulûs ve istiyak ve duâ ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin ve bütün kâinatin sehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerim-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak; bütün onlarin o duâsini kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücud bulmasin?
    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Duâ-yi kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya ayni matlubu ile makbul olur veyahud daha evlâsi verilir.
    sh: » (M: 322)
    Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-i Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kiz evlâdini veriyor. "Duâsi kabul olunmadi" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem bazan kendi dünyasinin saadeti için duâ eder. Duâsi âhiret için kabul olunur. "Duâsi reddedildi" denilmez, belki "Daha enfa' bir surette kabul edildi" denilir. Ve hâkeza... Mâdem Cenâb-i Hak Hakîm'dir; biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzik, sitmasi için sulfato verir. "Tabib beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ve fîzârini dinledi, isitti, cevap da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.
    DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Duânin en güzel, en latif, en leziz, en hazir meyvesi, neticesi sudur ki: Duâ eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetistirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli hersey'e yetisir. Bu büyük dünya haninda o yalniz degil; bir Kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatini yerine getirebilir ve onun hadsiz düsmanlarini def'edebilir bir zâtin huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir insirah duyup, dünya kadar agir bir yükü üzerinden atip
    َالْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der.
    BESINCI NÜKTE: Duâ, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanin neticesidir. Çünki duâ eden adam, duâsi ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük islerime ittila'i var ve bilir, en uzak maksadlarimi yapabilir, benim her halimi görür, sesimi isitir. Öyle ise; bütün mevcudatin bütün seslerini isitiyor ki, benim sesimi de isitiyor. Bütün o seyleri o yapiyor ki, en küçük islerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. Iste duânin verdigi hâlis tevhidin genisligine ve gösterdigi nur-u îmanin halâvet ve safîligine bak,
    قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ sirrini anla ve
    وَ قَالَ رَبُّكُمُ ادْْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanini dinle.
    اَكَرْ نَهْ خَواهِى دَادِ , نَهْ دَادِى خَواهِ.
    denildigi gibi: Eger vermek
    sh: » (M: 323)
    istemeseydi, istemek vermezdi.

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَللّهُمَّ صَلِّىعَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ سَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ. وَ الْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
    sh: » (M: 324)

    Yirmidördüncü Mektub'un Ikinci Zeyli
    (Mi'râc-i Nebevî hakkindadir)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
    وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

    (Mevlid-i Nebevînin Mi'râciye kisminda bes nükteyi beyan edecegiz.)
    BIRINCI NÜKTE: Cennet'ten getirilen Burak'a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir ask macerasini beyan ediyor. O zât ehl-i velayet oldugu ve rivayete bina ettigi için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor.
    Hakikat su olmak gerektir ki: Âlem-i bekanin mahluklari, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in nuruyla pek alâkadardirlar. Çünki onun getirdigi nur iledir ki; Cennet ve dâr-i âhiret, cin ve ins ile senlenecek. Eger o olmasaydi, o saadet-i ebediye olmazdi ve Cennet'in her nevi mahlukatindan istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cennet'i senlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacakti. Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalinda beyan edildigi gibi: Nasilki bülbülün güle karsi dâsitâne-i aski; taife-i hayvanatin, taife-i nebatata derece-i aska balig olan ihtiyacat-i sedide-i asknümayi, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatin erzaklarini tasiyan kafile-i nebatata karsi ilân etmek için, bir hatib-i Rabbanî olarak, basta bülbül-ü gül ve her nev'den bir
    sh: » (M: 325)
    nevi bülbül intihab edilmis ve onlarin nagamati dahi, nebatatin en güzellerinin baslarinda hos-âmedî nev'inden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir lamadir.
    Aynen bunun gibi: Sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn olan Zât-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a karsi, nasilki melâike nev'inden Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlik ediyor; melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'a inkiyad ve itaatini ve sirr-i sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i Cennet'in, hattâ Cennet'in hayvanat kisminin dahi, o zâta karsi alâkalari, bindigi Burak'in hissiyat-i âsikanesiyle ifade edilmistir.
    IKINCI NÜKTE: Mi'râc-i Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenâb-i Hakk'in Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karsi muhabbet-i münezzehesi, "Sana âsik olmusum" tabiriyle ifade edilmis. Su tabirat, Vâcib-ül Vücud'un kudsiyetine ve istigna-i zâtîsine, mana-yi örfî ile münasib düsmüyor. Mâdem Süleyman Efendi'nin mevlidi, ragbet-i âmmeye mazhariyeti delaletiyle; o zât ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattir, elbette irae ettigi mâna sahihtir. Mâna da budur ki:
    Zât-i Vâcib-ül Vücud'un hadsiz cemâl ve kemâli vardir. Çünki bütün kâinatin aksamina inkisam etmis olan cemâl ve kemâlin bütün enva'i, onun cemâl ve kemâlinin emareleri, isaretleri, âyetleridir. Iste her halde cemâl ve kemâl sahibi, bilbedahe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-i Zülcelâl dahi cemâlini pekçok sever. Hem kendine lâyik bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin suaati olan esmâsini dahi sever. Mâdem esmâsini sever, elbette esmâsinin cemâlini gösteren san'atini sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine olan masnuatini dahi sever. Mâdem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsina isaret eden mahlukatinin mehasinini sever. Bu bes nevi muhabbete, Kur'an-i Hakîm âyâtiyla isaret ediyor.
    Iste Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mâdem masnuat içinde en mükemmel ferddir ve mahlukat içinde en mümtaz sahsiyettir.
    Hem san'at-i Ilâhiyeyi, bir velvele-i zikr ve tesbih ile teshir ediyor ve istihsan ediyor.
    Hem esma-i Ilâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini, lisan-i Kur'an ile açmistir.
    sh: » (M: 326)
    Hem kâinatin âyât-i tekviniyesinin, Sâni'inin kemâline delaletlerini, parlak ve kat'î bir surette lisan-i Kur'anla beyan ediyor.
    Hem küllî ubudiyetiyle, Rububiyet-i Ilâhiyeye âyinedarlik ediyor.
    Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i Ilâhiyeye bir mazhar-i etemm olmustur.
    Elbette bunun için denilebilir ki: Cemil-i Zülcelâl, kendi cemalini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîsuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever.
    Hem kendi esmâsini sevmesiyle, o esmânin en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.
    Hem san'atini sevdigi için, elbette onun san'atini en yüksek bir sada ile bütün kâinatta nesreden ve semavatin kulagini çinlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve ona ittiba' edenleri de sever.
    Hem masnuatini sevdigi için, o masnuatin en mükemmeli olan zîhayati ve zîhayatin en mükemmeli olan zîsuuru ve zîsuurun en efdali olan insanlari ve insanlarin bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i elbette daha ziyade sever.
    Hem kendi mahlukatinin mehasin-i ahlâkiyelerini sevdigi için, mehasin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i sever ve derecata göre, ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-i Hakk'in rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinati ihata etmis.
    Iste o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr bes vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur ki, "Habibullah" lâkabi ona verilmis.
    Iste bu en yüksek makam-i mahbubiyeti, Süleyman Efendi "Ben sana âsik olmusum" tabiriyle beyan etmistir. Su tabir, bir mirsad-i tefekkürdür, gayet uzaktan uzaga bu hakikata bir isarettir. Bununla beraber mâdem bu tabir, se'n-i Rububiyete münasib olmayan manayi hayale getiriyor; en iyisi, su tabir yerine: "Ben senden razi olmusum" denilmeli.
    sh: » (M: 327)
    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Mi'râciyedeki maceralar, malûmumuz olan mânalarla, o kudsî ve nezih hakikatlari ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-i mülahazadir, birer mirsad-i tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaika birer isarettir ve îmanin bir kisim hakaikina birer ihtardir ve kabil-i tabir olmayan bazi mânalara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan mânalar ile bir macera degil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatlari alamayiz; belki kalbimizle heyecanli bir zevk-i îmanî ve nuranî bir nes'e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasil Cenâb Hakk'in zât ve sifâtinda nazîr ve sebih ve misli yoktur; öyle de suunat-i Rububiyetinde misli yoktur. Sifâti nasil mahlukat sifâtina benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise su tabirati, mütesabihat nev'inden tutup deriz ki: Zât-i Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istigna-i zâtîsine ve kemâl-i mutlakina muvafik bir surette, muhabbeti gibi bazi suunati var ki, Mi'râciye macerasiyla onu ihtar ediyor. Mi'râc-i Nebeviyeye dair Otuzbirinci Söz, hakaik-i Mi'raciyeyi usûl-ü îmaniye dairesinde izah etmistir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz.
    DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "Yetmis bin perde arkasinda Cenâb-i Hakk'i görmüs" tabiri, bu'diyet-i mekâni ifade ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud mekândan münezzehtir, hersey'e herseyden daha yakindir. Bu ne demektir?
    Elcevap: Otuzbirinci Söz'de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmistir. Burada yalniz su kadar deriz ki:
    Cenâb-i Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzagiz. Nasilki Günes, elimizdeki âyine vasitasiyla bize gayet yakindir ve yerde herbir seffaf sey, kendine bir nevi ars ve bir çesit menzil olur. Eger Günes'in suuru olsaydi, bizimle âyinemiz vasitasiyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzagiz. Bilâ-tesbih velâ-temsil; Sems-i Ezelî, her sey'e herseyden daha yakindir. Çünki Vâcib-ül Vücud'dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir sey ona perde olamaz. Fakat hersey nihayet derecede ondan uzaktir.
    Iste Mi'râcin uzun mesafesiyle,
    وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettigi mesafesizligin sirriyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-i vâhidde yerine gelmesi sirri, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem
    sh: » (M: 328)
    Aleyhissalâtü Vesselâm'in Mi'râci, onun seyr ve sülûkudur, onun ünvan-i velayetidir. Ehl-i velayet nasilki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kirk günden tâ kirk seneye kadar bir terakki ile, derecat-i îmaniyenin hakkalyakîn derecesine çikiyor.
    Öyle de: Bütün evliyanin sultani olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; degil yalniz kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyla, hem letaifiyle, kirk seneye mukabil kirk dakikada, velayetinin kerâmet-i kübrasi olan Mi'râci ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i îmaniyenin en yüksek mertebelerine gitmis, Mi'rac merdiveniyle Ars'a çikmis, "Kab-i Kavseyn" makaminda, hakaik-i îmaniyenin en büyügü olan Îman-i Billâh ve Îman-i Bil'âhireti aynelyakîn gözüyle müsahede etmis, Cennet'e girmis, saadet-i ebediyeyi görmüs, o Mi'râcin kapisiyla açtigi cadde-i kübrayi açik birakmis, bütün evliya-yi ümmeti seyr ve sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi'râcin gölgesi içinde gidiyorlar.
    BESINCI NÜKTE: Mevlid-i Nebevî ile Mi'râciyenin okunmasi, gayet nâfi' ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i Islâmiyedir. Belki hayat-i içtimaiye-i Islâmiyenin, gayet latif ve parlak ve tatli bir medar-i sohbetidir. Belki hakaik-i îmaniyenin ihtari için, en hos ve sirin bir derstir. Belki îmanin envarini ve muhabbetullah ve ask-i Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasitadir. Cenâb-i Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenâb-i Hak rahmet etsin, yerlerini Cennet-ül Firdevs yapsin, âmîn...

    Hâtime
    Mâdem su kâinatin Hâliki, her nev'de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi' halkedip, o nev'in medar-i fahri ve kemali yapar. Elbette esmâsindaki ism-i azam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmâsinda bir ism-i azam oldugu gibi, masnuatinda da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata müntesir kemâlâti o ferdde cem'edip, kendine medar-i nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktir. Çünki enva'-i kâinatin en mükemmeli zîhayattir. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîsuurdan olacaktir. Çünki zîhayatin enva'i içinde en mükemmeli zîsuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktir. Çünki zîsuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandir. Ve insanlar içinde her halde o ferd Muhammed Aley-
    sh: » (M: 329)
    hissalâtü Vesselâm olacaktir. Çünki zaman-i Âdem'den simdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât Küre-i Arz'in yarisini ve nev'-i beserin besten birisini, saltanat-i maneviyesi altina alarak, bin üçyüz elli sene kemal-i hasmetle saltanat-i maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva'-i hakaikte bir "Üstad-i Küll" hükmüne geçmis. Dost ve düsmanin ittifakiyla, ahlâk-i hasenenin en yüksek derecesine sahib olmus. Bidayet-i emrinde, tek basiyla bütün dünyaya meydan okumus. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanlarin vird-i zebani olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'i göstermis bir zât, elbette o ferd-i mümtazdir, ondan baskasi olamaz. Bu âlemin hem çekirdegi, hem meyvesi odur.
    عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا
    Iste böyle bir zâtin mevlid ve mi'râcini dinlemek, yani terakkiyatinin mebde' ve müntehasini isitmek, yani tarihçe-i hayat-i maneviyesini bilmek, o zâti kendine reis ve seyyid ve imam ve sefi' telakki eden mü'minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, nes'eli, hayirli bir müsamere-i ulviye-i diniye oldugunu anla...
    Ya Rab! Habib-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) hürmetine ve ism-i azam hakkina, su risaleyi nesredenlerin ve rüfekasinin kalblerini, envar-i imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-i Kur'aniyeye nasir eyle ve onlara sirat-i müstakimde istikamet ver. Âmîn.

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Said Nursî
    * * *


    Seni çok Özledim Annem

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •