sh: » (M: 216)
سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ
[Suaat-i Marifet-ün Nebi namindaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve su sözde icmalen isaret ettigimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmisim. Hem onda Kur'an-i Hakîm'in vücuh-u i'cazi icmalen zikredilmis. Yine "Lemaat" naminda Türkçe bir risalede ve Yirmibesinci Söz'de Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugunu icmalen beyan ve kirk vücuh-u i'cazina isaret etmisim. O kirk vecihte, yalniz nazimda olan belâgati, "Isarat-ül I'caz" namindaki bir tefsir-i arabîde kirk sahife içinde yazmisim. Eger ihtiyacin varsa su üç kitaba müracaat edebilirsin.]
ONDÖRDÜNCÜ RESHA: Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-i Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i Ilahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki, baska bürhana hacet birakmiyor. Biz de onun tarifine ve medar-i tenkid olmus bir-iki lem'a-i i'cazina isaret ederiz.
Iste Rabbimizi bize tarif eden Kur'an-i Hakîm; su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi.. su sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i Ilahiyenin kessafi.. su sutur-u hâdisatin altinda muzmer hakaikin miftahi.. su âlem-i sehadet perdesi arkasindaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-i Rahmaniye ve hitabat-i ezeliyenin hazinesi.. su âlem-i maneviye-i Islâmiyenin günesi, temeli, hendesesi.. âlem-i uhreviyenin haritasi.. zât ve sifât ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhan-i nâtiki, tercüman-i sâtii.. su âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürsid ve hâdîsi.. hem
sh: » (M: 217)
bir kitab-i hikmet ve seriat, hem bir kitab-i dua ve ubudiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir ve marifet gibi; bütün hacat-i maneviyesine karsi birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve mesarib olan evliya ve siddikînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin mesreblerine lâyik birer risale ibraz eden bir kütübhâne-i mukaddesedir.»
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratindaki lem'a-i i'caza bak ki: Kur'an hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i davet oldugundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblagdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil... Zira zikrin se'ni; tekrar ile tenvirdir. Duanin se'ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin se'ni; tekrar ile te'kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur'ani okumaga muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasid-i Kur'aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Hasir ve Kissa-i Musa gibi bazi maksadlar tekrar edilmis. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazisina her saatبِسْمِ اللَّه gibi ve hâkeza... Demek tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istihayi tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esasidir ve su âlem-i Islâmiyet'in temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Te'kid için terdad lâzimdir. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir. Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerlestirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzimdir. Bununla beraber sureten tekrardir, fakat manen herbir âyetin çok manalari, çok faideleri, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. Hem Kur'anin, mesail-i kevniyenin bazisinda ibham ve icmali ise; irsadî bir lem'a-i i'cazdir. Ehl-i ilhadin tevehhüm ettikleri gibi medar-i tenkid olamaz ve sebeb-i kusur degildir.
Eger desen: "Acaba neden Kur'an-i Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettigi gibi etmiyor? Bazi mesaili mücmel birakir,
sh: » (M: 218)
Bazisini nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avami taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu sasirmis onun için... Hem, geçmis derslerden ve Sözlerden elbette anlamissin ki: Kur'an-i Hakîm, su kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sifât ve esma-i Ilâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-i kâinatin maânîsini anlattirip, tâ Hâlikini tanittirsin. Demek mevcudata kendileri için degil, belki mûcidleri için bakiyor. Hem umuma hitab ediyor. Ilm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakiyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mâdemki Kur'an-i Hakîm, mevcudati delil yapiyor, bürhan yapiyor. Delil zâhirî olmak, nazar-i umuma çabuk anlasilmak gerektir. Hem mâdemki Kur'an-i Mürsid, bütün tabakat-i besere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdir. Elbette irsad ister ki; lüzumsuz seyleri ibham ile icmal etsin ve dakik seyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düsürmemek için zâhirî nazarlarinda bedihî olan seyleri, lüzumsuz belki zararli bir surette tagyir etmemektir.
Meselâ Günese der: "Döner bir siracdir, bir lâmbadir." Zira Günesten, Günes için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamin zenberegi ve nizamin merkezi oldugundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti oldugundan bahsediyor. Evet der: وَاَلشَّمْسُ َتجْرِى "Günes döner." Bu döner tabiriyle; kis yaz, gece gündüzün deveranindaki muntazam tasarrufat-i kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder.
Iste bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meshud olan intizama tesir etmez.
Hem der: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Su sirac tabiriyle; âlemi bir kasir suretinde, içinde olan esya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimat oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile rahmet ve ihsan-i Hâliki ifham eder.
Simdi bak su sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: "Günes, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan firlamis olan seyyarati etrafinda döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti
sh: » (M: 219)
böyledir söyledir." Muvahhis bir dehsetten, müdhis bir hayretten baska, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kiyasen bâtinen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kiymette oldugunu anlarsin. Onun sasaa-i suriyesine aldanip, Kur'anin gayet mu'ciznüma beyanina karsi hürmetsizlik etme!..
IHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Resha'nin Alti Katresi, bahusus Dördüncü Katre'nin Alti Nüktesi; Kur'an-i Hakîm'in kirk kadar enva'-i i'cazindan onbesini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. Istersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizat bulursun.
اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينَا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِنُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَاَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ *
اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
Said Nursi
sh: » (M: 220)
SAKK-I KAMER
MU'CIZESINE DAIRDIR
(Ondokuzuncu ve Otuzbirinci Sözlerin Zeyli)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan insikak-i Kamer'i, evham-i faside ile inhisafa ugratmak isteyen feylesoflar ve onlarin muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eger insikak-i Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beserin nakletmesi lâzim gelirdi?"
Elcevap: Insikak-i Kamer dava-yi nübüvvete delil olmak için o davayi isiten ve inkâr eden hazir bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiginden; hem ihtilaf-i metali' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mani esbabin vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediginden ve hususî kaldigindan ve tarassudat-i semaviye pek az oldugundan; bütün etraf-i âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzim degildir. Sakk-i Kamer yüzünden bu evham bulutlarini dagitacak çok noktalardan simdilik "Bes Nokta"yi dinle...
BIRINCI NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarin gayet sedid derecede inadlari, tarihen malûm ve meshur oldugu halde; Kur'an-i Hakîm'in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle su vak'ayi umum âleme ihbar ettigi halde; Kur'ani inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, su âyetin tekzibine, yani ihbar ettigi su vakianin inkârina agiz açmamislar. Eger o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vaki bir hâdise olmasa idi; su sözü serriste ederek, gayet dehsetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i davasina hücum göstereceklerdi. Halbuki su vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarin adem-i vukuuna dair hiçbir seyini nakletmemislerdir.
sh: » (M: 221)
Yalniz وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin beyan ettigi gibi, tarihçe menkul olan sudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demisler ve "Bize sihir gösterdi. Eger sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüslerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmis." demisler. Sonra sabahleyin Yemen ve baska taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkinda (Hâsâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.
IKINCI NOKTA: Sa'd-i Taftazanî gibi eâzim-i muhakkikînin ekseri demisler ki: «Insikak-i Kamer; parmaklarindan su akmasi umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandigi kuru diregin müfarakat-i Ahmediye'den (A.S.M.) aglamasi umum cemaatin isitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmistir ki, kizbe ittifaklari muhaldir. Hâle gibi meshur bir kuyruklu yildizin bin sene evvel çikmasi gibi mütevatirdir. Görmedigimiz Serendib Adasi'nin vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir.» demisler. Iste böyle gayet kat'î ve suhudî mesailde teskikat-i vehmiye yapmak, akilsizliktir. Yalniz muhal olmamak kâfidir. Halbuki sakk-i Kamer, bir volkanla insikak eden bir dag gibi mümkündür.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dava-yi nübüvvetin isbati için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için degildir. Öyle ise dava-yi nübüvveti isitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzimdir. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal'in hikmetine münafî oldugu gibi, sirr-i teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapi açmak, ihtiyari elinden almamak" sirr-i teklif iktiza ediyor. Eger Fâtir-i Hakîm insikak-i Kamer'i, feylesoflarin hevesatina göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle biraksa idi ve beserin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-i semaviye gibi; ya dava-yi nübüvvete delil olmazdi, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdi veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu'cize olacakti ki; akli icbar edecek, aklin ihtiyarini elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Siddik gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalip, sirr-i teklif zayi' olacakti. Iste bu sir içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-i metali', sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi
sh: » (M: 222)
veyahut tarihlere geçirilmedi.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Su hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku buldugundan etraf-i âlemde elbette görülmeyecek. Bazi efrada görünse de, gözüne inanmayacak. Inandirsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.
Bazi kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmis" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmisler. "Su mu'cize-i bâhireyi kiymetten düsürmek niyetiyle, belki bir münafik ilhak etmis" demisler.
Hem meselâ o vakit, cehalet sisiyle muhat Ingiltere, Ispanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah oldugu gibi, baska yerlerde baska esbab-i maniaya binaen elbette görülmeyecek. Simdi bu akilsiz muterize bak, diyor ki: "Ingiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamin tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamis." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin basina!.
BESINCI NOKTA: Insikak-i Kamer, kendi kendine bazi esbaba binaen vuku bulmus, tesadüfî, tabiî bir hâdise degil ki; âdi ve tabiî kanunlarina tatbik edilsin. Belki Sems ve Kamer'in Hâlik-i Hakîm'i, Resulünün risaletini tasdik ve davasini tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmistir. Sirr-i irsad ve sirr-i teklif ve hikmet-i risaletin iktizasiyla, hikmet-i rububiyetin istedigi insanlara ilzam-i hüccet için gösterilmistir. O sirr-i hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yi nübüvveti henüz isitmedikleri aktar-i zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-i metali' haysiyetiyle; bazi memleketin kameri daha çikmamasi ve bazilarin günesleri çikmasi ve bir kisminin sabahi olmasi ve bir kisminin günesi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mani pekçok esbaba binaen gösterilmemis. Eger umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya isaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çikacakti. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklin ihtiyari kalmazdi. Iman ise, aklin ihtiyariyladir. Sirr-i teklif zayi' olurdu. Eger sirf bir hâdise-i semaviye olarak gösterilse idi; risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdi.
sh: » (M: 223)
Elhasil: Sakk-i Kamer'in imkâninda sübhe kalmadi. Kat'î isbat edildi. Simdi, vukuuna delalet eden çok bürhanlarindan altisina (Hâsiye) isaret ederiz. Söyle ki:
Ehl-i adalet olan sahabelerin, vukuuna icmai.. ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,
وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifaki.. ve ehl-i rivayet-i sadika bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi.. ve ehl-i kesif ve ilham bütün evliya ve siddikînin sehadeti.. ve ilm-i Kelâm'in meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarin ve mütebahhir ülemanin tasdiki.. ve nass-i kat'î ile dalalet üzerine icma'lari vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayi telakki-i bilkabul etmesi; günes gibi insikak-i Kamer'i isbat eder.
Elhasil: Buraya kadar tahkik namina ve hasmi ilzam hesabina idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namina ve iman hesabinadir. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
Semâ-yi Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-i Nübüvvet, nasilki mahbubiyet derecesine çikan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzmasi ve mu'cize-i kübrasi olan Mi'rac ile, yani bir cism-i Arzi semavatta gezdirmekle semavatin sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bagli, semaya asili olan Kamer'i, bir Arzlinin isaretiyle iki parça ederek Arz'in sekenesine, o Arzlinin risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-i Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açilmis iki nurani kanadi gibi; Risâlet ve velayet gibi iki nurani kanadiyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmus; tâ Kab-i Kavseyn'e çikmis, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz'a medar-i fahr olmustur...
عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
______________________________ __
(Hâsiye): Yani, alti defa icma' suretinde, vukuuna dair alti hüccet vardir. Bu makam çok izaha lâyik iken, maatteessüf kisa kalmistir.
sh: » (M: 224)
Mu'cizat-i Ahmediyye (A.S.M.) Zeylinin Bir Parçasidir
(Risâlet-i Ahmediyye (A.S.M.) delâili hakkinda olup, Mi'rac Risâlesinin Üçüncü Esasinin nihayetindeki üç mühim müskilden birinci müskile ait suâle, muhtasar bir fihriste sûretinde verilen cevaptir.)
Suâl: Su Mi'rac-i azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'a mahsustur?
Elcevab: Su birinci müskiliniz, Otuzüç Adet Sözler'de tafsilen halledilmistir. Yalniz surada Zât-i Ahmediye'nin (A.S.M.) kemalâtina ve delail-i nübüvvetine ve o mi'rac-i azama en elyak o olduguna icmalî isaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Söyle ki:
Evvelâ: Tevrat, Incil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz olduklari halde, su zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört isarî besaretleri çikarip "Risale-i Hamîdiye"de göstermistir.
Sâniyen: Tarihçe sabit, Sik ve Satih gibi meshur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduguna beyanatlari gibi çok besaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmistir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ'be'deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yi Faris'in saray-i meshuresi olan Eyvan'i insikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meshurdur.
Râbian: Bir orduya parmagindan gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru diregin, minberin naklinden dolayi müfarakat-i Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek aglamasi; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassi ile, Sakk-i Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatiyla bine balig mu'cizatla serfiraz oldugunu tarih ve siyer gösteriyor.
sh: » (M: 225)
Hâmisen: Dost ve düsmanin ittifakiyla ahlâk-i hasenenin sahsinda en yüksek derecede ve bütün muamelâtinin sehadetiyle secaya-yi sâmiye, vazifesinde ve tebligatinda en âlî bir derecede ve Din-i Islâmdaki mehasin-i ahlâkin sehadetiyle, seriatinda en âlî hisal-i hamîde, en mükemmel derecede bulunduguna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz'ün Ikinci Isaretinde isaret edildigi gibi: Uluhiyet, mukteza-yi hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en azamî bir derecede Zât-i Ahmediye (A.S.M.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermistir. Hem Hâlik-i Âlem'in nihayet kemaldeki cemalini bir vasita ile göstermek, mukteza-yi hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o Zâttir.
Hem Sâni'-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'ati üzerine enzar-i dikkati celb etmek, teshir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllik eden, yine bilmüsahede o Zâttir.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatinda vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en azam î bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttir.
Hem Sahib-i Âlem'in nihayet derecede âsârindaki cemalin isaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yi hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en sasaali bir surette âyinedarlik eden ve gösteren ve sevip ve baskasina sevdiren yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su saray-i âlemin Sâni'i, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kiymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teshir istemesi ve onlarla kemalâtini tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teshir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su kâinatin Sâni'i, su kâinati enva'-i acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapmasi ve zîsuur mahlukatina seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yi hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarini,
sh: » (M: 226)
kiymetlerini, ehl-i temasa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur'an-i Hakîm vasitasiyla rehberlik eden, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su kâinatin Hâkim-i Hakîm'i, su kâinatin tahavvülâtindaki maksad ve gayeyi tazammun eden tilsim-i muglakini ve mevcudatin "Nereden? Nereye? Ve ne olduklari?" olan su üç sual-i müskilin muammasini bir elçi vasitasiyla umum zîsuurlara açtirmak istemesine mukabil, en vâzih bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-i Kur'aniye vasitasiyla o tilsimi açan ve o muammayi halleden, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem su âlemin Sâni'-i Zülcelal'i, bütün güzel masnuatiyla kendini zîsuur olanlara tanittirmak ve kiymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîsuur olanlara marziyati ve arzu-yu Ilahiyelerini bir elçi vasitasiyla bildirmesini istemesine mukabil, en a'lâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasitasiyla o marziyat ve arzulari beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o Zâttir.
Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiginden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiginden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela oldugundan, bir rehber vasitasiyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede, en eblag bir surette, Kur'an vasitasiyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o Zâttir.
Iste mevcudatin en esrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en esref olan zîsuur ve zîsuur içinde en esref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmis vezaifi en azamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o mi'rac-i azîm ile Kab-i Kavseyn'e çikacak, saadet-i ebediye kapisini çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanin hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktir.
Sâbian: Bilmüsahede su masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardir. Ve bilbedahe söyle tahsinat ve tezyinat, onlarin Sâniinde gayet siddetli bir irade-i tahsin ve kasd-i tezyin var oldugunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atina karsi kuvvetli bir ragbet ve
sh: » (M: 227)
kudsî bir muhabbet oldugunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letaif-i san'ati birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve baska masnuattaki güzellikleri "Mâsâallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atini çok seven Sâniin nazarinda en ziyade mahbub, o olacaktir.
Iste masnuati yaldizlayan mezaya ve mehasine ve mevcudati isiklandiran letaif ve kemalâta karsi: "Sübhanallah, Mâsâallah, Allahü Ekber" diyerek semavati çinlattiran ve Kur'anin nagamatiyla kâinati velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teshir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüsahede o Zâttir.
Iste böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sirrinca bütün ümmetin isledigi hasenatin bir misli, onun kefe-i mizaninda bulunan ve umum ümmetinin salavati, onun manevî kemalâtina imdad veren ve Risaletinde gördügü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i Ilahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül Münteha'ya, Ars'a ve Kab-i Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-i hak, nefs-i hakikat ve mahz-i hikmettir. (Hâsiye)
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi
_______________________
(Hâsiye): En mühim bir ceride-i Islâmiyede, umum âlem-i Islâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-i içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, seriat-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu asagida yazilan Arabî fikranin aynini kendi lisanlariyla söylemisler. O Arabî ceridenin naklettigi Arabî ifadeyi aynen yaziyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altina ilâve ediyoruz. Nur Çesmesi'nin âhirinde yazilan ecnebi feylesoflardan kirküç tanesinin beyanati, bu iki kahraman feylesofun beyanatiyla kirkbes tane sahid-i sadik oluyor. اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düsmanlar dahi onu tasdik etsin."
Arabî ceridenin beyanati:
sh: » (M: 228)
وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ
عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ قَيِيَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُؤْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ 1927أ
[اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ (ع ص م) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَائِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ]
وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ :[لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ (ع ص م) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَائِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ (ع ص م) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ (يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا...
Tercümesinin bir hülâsasi:
Evet garb ulemasi ve feylesoflari itiraf ve ikrar etmisler ki: "Islâmiyetin kanunlari, yüksek bir tarzda âlemin islahina kâfidir."
Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandigi o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demis ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beseriyete intisabiyla bütün beseriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmî olmasiyla beraber, onüç asir evvel öyle bir seriat getirmis ki; biz Avrupalilar iki bin sene sonra onun kiymetine ve hakikatine yetissek, en mes'ud, en saadetli oluruz."
Ikincisi veyahut Nur Çesmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kirkbesincisi olan
sh: » (M: 229)
Bernard ShaW demis:
"Dîn-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-i takdire çikmasinin sebebi: Gayet acib ve saglam bir hayati temin etmesidir. Bana açilan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayri ayri hayatin etvarlarini ve çesitlerini hazmettiriyor. Yani, islah ve istihale tarzinda tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanin ayri ayri bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Besere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskâridir. Ve halaskârlik nami, ona verilmek lâzimdir."
Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzinda bir adam simdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müskilâtini halledip, bu yeni karmakarisik âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatin husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar sedid ihtiyaci var oldugunu herkes anlar!"
sh: » (M: 230)
AYET-ÜL KÜBRA RISALESININ
RISALET-I AHMEDIYEDEN BAHSEDEN
ONALTINCI MERTEBESI
(Makam Münasebetiyle Buraya Ilhak Edilmistir.)
Sonra o dünya seyyahi, kendi aklina dedi ki: Mâdem bu kâinatin mevcudatiyla mâlikimi ve hâlikimi ariyorum. Elbette her seyden evvel bu mevcudatin en meshuru ve a'dasinin tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandani ve en namdar hâkimi ve sözce en yüksegi ve akilca en parlagi ve ondört asri faziletiyle ve Kur'aniyla isiklandiran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'i ziyaret etmek ve aradigimi ondan sormak için Asr-i Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, akliyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asir, hakikaten o Zât ile, bir saadet-i beseriye asri olmus. Çünki en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdigi nur vasitasiyla, kisa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemis.
Hem kendi aklina dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde Zâtin (A.S.M.) bir derece kiymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratinin dogrulugunu bilmeliyiz, sonra hâlikimizi ondan sormaliyiz diyerek taharriye basladi. Buldugu hadsiz kat'î delillerden, burada, yalniz dokuz külliyetine birer kisa isaret edilecek!
Birincisi: Bu Zâtta (A.S.M.) -hattâ düsmanlarinin tasdikiyle dahi- bütün güzel huylarin ve hasletlerin bulunmasi ve وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatiyla, bir parmaginin isaretiyle Kamer iki parça olmasi ve bir avucu ile, a'dasinin ordusuna attigi az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmalari ve susuz kalmis kendi ordusuna, bes parmagindan kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'î ile ve bir kismi tevatür ile, yüzer mu'cizatin onun elinde zâhir olmasidir. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kismi, Ondokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-i Ahmediye (A.S.M.) namindaki hârika ve kerametli bir risalede kat'î delilleriyle beraber beyan edildiginden onlari ona havale ederek dedi ki:
sh: » (M: 231)
Bu kadar ahlâk-i hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-i bahiresi bulunan bir Zât (A.S.M.) elbette en dogru sözlüdür. Ahlâksizlarin isi olan hileye, yalana, yanlisa tenezzül etmesi kabil degil.
Ikincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermani bulundugu ve o fermani her asirda üçyüz milyondan ziyade insanlarin kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'an-i Azîmüssan'in yedi vecihle hârika olmasidir. Ve bu Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugu ve kâinat hâlikinin sözü bulundugu kuvvetli delilleriyle beraber, "Yirmibesinci Söz - Mu'cizat-i Kur'aniye" namlarindaki ve Risale-i Nur'un bir günesi olan meshur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanin tercümani ve teblig edicisi bir Zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hiyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..
Üçüncüsü: O Zât (A.S.M.), öyle bir seriat ve bir Islâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çikmis ki, onlarin ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmus ve ne de bulunur. Çünki ümmî bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o seriat; ondört asri ve nev'-i beserin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere, müdakkikane, hadsiz kanunlariyla idare etmesi emsal kabul etmez.
Hem ümmî bir Zâtin (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çikan Islâmiyet; her asirda üçyüz milyon insanin rehberi ve mercii ve akillarinin muallimi ve mürsidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarinin medar-i inkisafati ve maden-i terakkiyati olmasi cihetiyle misli olamaz ve olamamis.
Hem dininde bulunan bütün ibadatin bütün enva'inda en ileri olmasi ve herkesten ziyade takvada bulunmasi ve Allah'tan korkmasi ve fevkalâde daimî mücahedat ve dagdagalar içinde, tam tamina ubudiyetin en ince esrarina kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasiyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayi birlestirerek yapmasi; elbette misli görülmez ve görülmemis.
Hem binler dua ve münacatlarindan Cevsen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetisememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli
sh: » (M: 232)
yoktur. Risale-i Münacat'in basinda, Cevsen-ül Kebir'in doksandokuz fikrasindan bir fikrasinin kisacik bir mealinin beyan edildigi yere bakan adam, Cevsen'in dahi misli yoktur diyecek.
Hem teblig-i risalette ve nâsi hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermis ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucasi ona siddetli adâvet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telas, bir korkaklik göstermemesi ve tek basiyla bütün dünyaya meydan okumasi ve basa da çikarmasi ve Islâmiyeti dünyanin basina geçirmesi isbat eder ki; teblig ve davette dahi misli olmamis ve olamaz.
Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkisaf ve cihani isiklandiran bir ulvî itikad tasimis ki; o zamanin hükümrani olan bütün efkâri ve akideleri ve hükemanin hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muariz ve muhalif ve münkir olduklari halde; onun ne yakînine, ne itikadina, ne itimadina, ne itminanina hiçbir sübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden basta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanindan feyz almalari ve onu en yüksek derecede bulmalari, bilbedahe gösterir ki; imani dahi emsalsizdir.
Iste böyle emsalsiz bir seriat ve misilsiz bir Islâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladi ve akli dahi tasdik etti.
Dördüncüsü: Enbiyalarin icma'i, nasilki vücud ve vahdaniyet-i Ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zâtin dogruluguna ve risaletine gayet saglam bir sehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'in dogruluklarina ve peygamber olmalarina medar olan ne kadar kudsî sifatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o Zâtta (A.S.M.) en ileride oldugu tarihçe musaddaktir. Demek onlar, nasilki lisan-i kal ile; Tevrat, Incil ve Zebur ve suhuflarinda bu Zâtin (A.S.M.) gelecegini haber verip insanlara besaret vermisler ki, kütüb-ü mukaddesenin o besaretli isaratindan yirmiden fazla ve pek zâhir bir kismi, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmis. Öyle de, lisan-i halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâti tasdik edip, davasini imza ediyorlar. Ve lisan-i kal ve icma' ile vahdaniyete
sh: » (M: 233)
delalet ettikleri gibi, lisan-i hal ile ve ittifakla bu zâtin sadikiyetine sehadet ediyorlar diye anladi.
Besincisi: Bu Zâtin düsturlariyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasindan gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, kesfiyata, müsahedata yetisen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadlari olan bu zâtin sadikiyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla sehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdigi haberlerin bir kismini nur-u velayetle müsahede etmeleri ve umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadlari olan bu Zâtin derece-i hakkaniyet ve sadikiyetini günes gibi gösterdigini gördü.
Altincisi: Bu zâtin ümmiligiyle beraber getirdigi hakaik-i kudsiye ve ihtira ettigi ulûm-u âliye ve kesfettigi marifet-i Ilahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetisen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve siddikîn-i muhakkikîn ve dâhî-i hükema-i mü'minîn, bu Zâtin üss-ül esas davasi olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlariyla bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-i azamin hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduguna ittifakla sehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadikiyetidir. Meselâ: Risale-i Nur, yüz parçasiyla, bu Zâtin sadakatinin bir tek bürhanidir.
Yedincisi: Âl ve ashab naminda ve nev'-i beserin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meshuru ve en muhterem ve en namdari ve en dindar ve en keskin nazarli taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu Zâtin bütün gizli ve asikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftis ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtin dünyada en sadik ve en yüksek ve en hakli ve hakikatli olduguna ittifak ile ve icma' ile ve sarsilmaz tasdikleri ve kuvvetli imanlari, günesin ziyasina delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladi.
Sekizincisi: Bu kâinat, nasilki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temasagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkasina delalet eder. Öyle de; kâinatin hilkatindeki makasid-i Ilahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtindaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtindaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kiymetini ve içindeki
sh: » (M: 234)
mevcudatin kemalâtini ilân edecek ve o kitab-i kebirin manalarini ifade edecek bir yüksek dellâl, bir dogru kessaf, bir muhakkik üstad, bir sadik muallim istedigi ve iktiza ettigi ve herhalde bulunmasina delalet ettigi cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtin hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlikinin en yüksek ve sadik bir memuru olduguna sehadet ettigini bildi.
Dokuzuncusu: Mâdem bu san'atli ve hikmetli masnuatiyla kendi hünerlerini ve san'atkârliginin kemalâtini teshir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlukatiyla kendini tanittirmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kiymetli hesabsiz nimetleriyle kendine tesekkür ve hamd ettirmek ve bu sefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iase ile, hattâ agizlarin en ince zevklerini ve istihalarin her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it'amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karsi minnetdarane, mütesekkirane ve perestiskârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafi gibi, azametli ve hasmetli tasarrufat ve icraat ve dehsetli ve hikmetli faaliyet ve hallakiyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karsi iman ve teslim ve inkiyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiligi ve iyileri himaye, fenaligi ve fenalari izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancilari imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasinda birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtin yaninda en sevgili mahluku ve en dogru abdi ve onun mezkûr maksadlarina tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatin tilsimini ve muammasini hall ve kesfeden ve daima o Hâlikinin namina hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakiyet isteyen ve onun tarafindan imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureysî (A.S.M.) denilen bu Zât olacak!..
Hem aklina dedi: Mâdem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtin sidkina sehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem'in medar-i serefi ve bu âlemin medar-i iftiharidir. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Seref-i Benî-Âdem" denilmesi pek lâyiktir ve onun elinde bulunan ferman-i Rahman olan Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan'in hasmet-i saltanat-i maneviyesinin nisf-i arzi istilasi ve sahsî kemalâti ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlikimiz hakkinda en mühim söz onundur.
Iste gel bak! Bu hârika zâtin yüzer zâhir ve bâhir kat'î
sh: » (M: 235)
mu'cizelerinin kuvvetine.. ve dinindeki binler âlî ve esasli hakikatlarina istinaden, bütün davalarinin esasi ve bütün hayatinin gayesi, Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sifâtina ve esmasina delalet ve sehadet ve o Vâcib-ül Vücud'u isbat ve ilân ve i'lam etmektir.
Demek bu kâinatin manevî günesi ve Hâlikimizin en parlak bir bürhani bu Habibullah denilen zâttir ki; onun sehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:
Birincisi: "Eger perde-i gayb açilsa yakînim ziyadelesmeyecek" diyen Imam-i Ali (Radiyallahü Anh) ve yerde iken ars-i azami ve Israfil'in azamet-i heykelini temasa eden Gavs-i Azam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi' ve Âl-i Muhammed namiyla söhretsiar-i âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma' ile tasdikleridir.
Ikincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-i içtimaiyeden ve efkâr-i siyasiyeden hâlî ve kitabsiz ve fetret asrinin karanliklarinda bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatli ve hayat-i içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, sarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namiyla dünyada namdar olan cemaat-i meshurenin ittifakla can ve mallarini, peder ve asiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asirda binlerle efradi bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalisan, ümmetinde yetisen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasinin cemaat-i uzmasinin tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
Demek bu Zâtin vahdaniyete sehadeti sahsî ve cüz'î degil, belki umumî ve küllî ve sarsilmaz ve bütün seytanlar toplansa karsisina hiçbir cihetle çikamaz bir sehadettir diye hükmetti. Iste Asr-i Saadette akliyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldigi derse bir kisa isaret olarak, Birinci Makam'in onaltinci mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ
sh: » (M: 236)
وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَةِ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
denilmistir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْباَقِى
Said Nursi