بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Onbesinci Mektub

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz kardesim!
Senin birinci sualin ki: Sahabeler nazar-i velayetle müfsidleri neden kesfedemediler? Tâ Hulefa-yi Rasidîn'in üçünün sehadetini netice verdi. Halbuki küçük Sahabelere, büyük velilerden daha büyük deniliyor?
Elcevap: Bunda iki makam var.
BIRINCI MAKAM: Dakik bir sirr-i velayetin beyaniyla sual halledilir. Söyle ki:
Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkina ugramayarak, dogrudan dogruya zâhirden hakikata geçip, akrebiyet-i Ilâhiyenin inkisafina bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kisa oldugu halde gayet yüksektir. Hârikalari az, fakat meziyyati çoktur. Kesif ve kerâmet orada az görünür. Hem evliyanin kerâmetleri ise, ekserîsi ihtiyarî degil. Ummadigi yerden, ikrâm-i Ilahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu kesif ve kerâmetlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamaninda, tarîkat berzahindan geçtikleri vakit, âdi beseriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-i âdet hâlâta
sh: » (M: 53)
mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikasiyla ve incizabiyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyina mecbur degildirler. Bir kademde ve bir sohbette zâhirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasilki dün geceki Leyle-i Kadr'e ulasmak için iki yol var:
Biri: Bir sene gezip dolasip, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzim gelir. Su ise, ehl-i sülûkün meslegidir ki, ehl-i tarîkatin çogu bununla gider.
Ikincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gilafindan siyrilip, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr'i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazir görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed degil. Hissiyat-i insaniye ruh derecesine çiktigi vakit, o hazir zaman genislenir. Baskalarina nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazir hükmündedir.
Iste bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadr'e geçmek için, mertebe-i ruha çikip, maziyi hazir derecesinde görmektir. Su sirr-i gamizin esasi akrebiyet-i Ilâhiyenin inkisafidir. Meselâ: Günes bize yakindir; çünki ziyasi, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzagiz. Eger biz nuraniyet noktasinda onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasita ile onu tanisak; ziyasi harareti, heyeti ne oldugunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkisaf eder ve yakinimizda onu taniyip münasebetdar oluruz. Eger biz bu'diyetimiz nokta-i nazarindan ona yakinlasmak ve tanimak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavanin-i fenniye ile fikren semavata çikip semadaki Günesi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasindaki elvan-i seb'ayi uzun uzadiya tedkikat-i fenniye ile anladiktan sonra, birinci adamin kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettigi kurbiyet-i maneviyeyi ancak elde edebiliriz.
Iste su temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velayet, sirr-i akrebiyetin inkisafina bakar. Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esasi üzerine gider. Bir çok meratibde seyr ü sülûke mecbur olur.
IKINCI MAKAM:
O hâdisata sebebiyet veren ve fesadi çeviren birkaç Yahudiden ibaret degildir ki, onlari kesfetmekle fesadin önü alinsin. Çünki pek çok muhtelif milletlerin Islâmiyete girmeleriyle
sh: » (M: 54)
birbirine zid ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karisti. Bahusus bazilarin gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer'in (R.A.) darbeleriyle dehsetli yaralandigindan, seciyeten intikama firsat beklerlerdi. Çünki onlarin hem eski dini ibtal edilmis, hem medar-i serefi olan eski hükûmeti ve saltanati tahrib edilmis. Intikamini, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i Islâmiyeden almaga hissen taraftar bir suret almis. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kisim münafiklar, o halet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmis. Demek o hâdisatin önünü almak, o vakitteki hayat-i içtimaiyeyi ve muhtelif efkâri islahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin kesfedilmesiyle olmazdi.
Eger denilse: Hazret-i Ömer'in (R.A.) minber üstünde, bir aylik mesafede bulunan Sâriye namindaki bir kumandanina
يَا سَارِيَةُ الْجَبَل الْجَبَل deyip, Sâriye'ye isittirip, sevk-ül ceys noktasindan zaferine sebebiyet veren kerâmetkârane kumandasi ne derece keskin nazarli oldugunu gösterdigi halde, neden yanindaki katili Firuz'u o keskin nazar-i velayetiyle görmedi?
Elcevap: Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm'in verdigi cevab ile cevab veririz. (Hâsiye) Yani: Hazret-i Yâkub'dan sorulmus ki: "Ne için Misir'dan gelen gömleginin kokusunu isittin de,

زمِضْرش بُوى بِيراهَنْ شِنِيدِى
جِرَاوَرْ جَاهِ كَنْعَانَشْ نَدِيدِى
بَكُفْتْ اَخْوَالِ مَا بَرْقِ جَهَانَسْتْ
وَمِى بَنِيدَنوُ ويكزدَمْ نِهَانْسْتْ
كَهِى بَرْطَارُمِ اَعْلَى شِينَمْ
كَهِى بَرْ بُشْتِى بَاىِ خُودْ نَبِينَمْ

Sh: » (M: 55)
yakininda bulunan Ken'an Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demis ki: "Bizim halimiz simsekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanir. Bazi vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafi görüyoruz gibi oluruz. Bazi vakitte de ayagimizin üstünü göremiyoruz."
Elhasil: Insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat
وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّهُ sirrinca, mesiet-i Ilâhiye asildir ve kader hâkimdir. Mesiet-i Ilâhiye, mesiet-i insaniyeyi geri verir. اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُhükmünü icra eder. Kader söylese; iktidar-i beser konusmaz, ihtiyar-i cüz'î susar.
Ikinci sualinizin meali: Hazret-i Ali (R.A.) zamaninda baslayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariblere ve o harbde ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap: Cemel Vak'asi denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âise-i Siddika (Radiyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasinda olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Söyle ki:
Hazret-i Ali, adalet-i mahzayi esas edip, Seyheyn zamanindaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmis. Muarizlari ise: Seyheyn zamanindaki safvet-i Islâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla Islâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-i içtimaiye-i Islâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanin tatbikati çok müskil oldugundan, "ehvenüsserri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esasi üzerine içtihad ettiler. Münakasa-i içtihadiye siyasete girdigi için, muharebeyi intaç etmistir. Mâdem sirf Lillah için ve Islâmiyetin menafii için içtihad edilmis ve içtihaddan muharebe tevellüd etmis; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet'tir, ikisi de ehl-i sevabdir diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadi musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak degiller. Çünki içtihad eden hakki bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabi olarak bir sevab alir. Hatasindan mazurdur. Bizde gayet meshur ve sözü hüccet bir zât-i muhakkik Kürdçe demis ki:

ِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ و قِيلْ لَوْ رَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ و هَمْ قَتِيل

sh: » (M: 56)
Yani: Sahabelerin muharebesinde kiyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet'tirler.
Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahi sudur ki:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا âyetin mana-yi isarîsiyle: Bir masumun hakki, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-i Hakk'in nazar-i merhametinde hak haktir, küçügüne büyügüne bakilmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rizasi bulunmadan hayati ve hakki feda edilmez. Hamiyet namina rizasiyla olsa, o baska mes'eledir.
Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkini nazara almaz. Ehvenüsser diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaga çalisir. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.
Iste Imam-i Ali Radiyallahü Anhü, adalet-i mahzayi Seyheyn zamanindaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i Islâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarizlari ise, "Kabil-i tatbik degil, çok müskilâti var." diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmisler. Tarihin gösterdigi sair esbab ise, hakikî sebeb degiller, bahanelerdir.
Eger desen: Hilafet-i Islâmiye noktasinda Imam-i Ali'nin fevkalâde iktidari, hârikulâde zekâsi ve yüksek liyakatiyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizligi nedendir?
Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim baska vazifelere lâyik idi. Eger tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydi, "Sah-i Velayet" ünvan-i manidarini bihakkin kazanamayacakti. Halbuki zâhirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandi ve Üstad-i Küll hükmüne geçti; hattâ kiyamete kadar saltanat-i manevîsi bâki kaldi.
Amma Hazret-i Imam-i Ali'nin Vak'a-i Siffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlariyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatin muharebesidir. Yani: Hazret-i Imam-i Ali, ahkâm-i dini ve hakaik-i
sh: » (M: 57)
Islâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatin bir kisim kanunlarini ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarini onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarlari ise; hayat-i içtimaiye-i Islâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti birakip ruhsati iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsati tercih ettiler, hataya düstüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karsi mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i Islâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabita-i Islâmiyeti, rabita-i milliyetten geri biraktiklarindan, iki cihetle zarar verdiler:
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhis ettiler.
Digeri: Unsuriyet ve milliyet esaslari, adaleti ve hakki takib etmediginden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdasini tercih eder, adalet edemez.

اَْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا

ferman-i kat'îsiyle: Rabita-i diniye yerine rabita-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
Iste Hazret-i Hüseyin rabita-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karsi mücadele etmis, tâ makam-i sehadeti ihraz etmis.
Eger denilse: Bu kadar hakli ve hakikatli oldugu halde, neden muvaffak olmadi? Hem neden kader-i Ilahî ve rahmet-i Ilahiye onlarin feci bir akibete ugramasina müsaade etmis?
Elcevap: Hazret-i Hüseyin'in yakin taraftarlari degil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmis gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karsi bir fikr-i intikam bulunmasi Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarinin safi ve parlak mesleklerine halel verip, maglubiyetlerine sebeb olmus.
Amma kader nokta-i nazarinda feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onlarin hanedanlari ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanati ile manevî saltanatin cem'i
sh: » (M: 58)
gayet müskildir. Onun için onlari dünyadan küstürdü, dünyanin çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karsi alâkalari kalmasin. Onlarin elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-i maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarina merci' oldular.
Üçüncü suâliniz: "O mübarek zâtlarin basina gelen o feci gaddarane muâmelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.
Elcevap: Sâbikan beyan ettigimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarizlari olan Emevîler saltanatinda, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardi:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: "Hükûmetin selâmeti ve asayisin devami için, eshas feda edilir."
Ikincisi: Onlarin saltanati, unsuriyet ve milliyete istinad ettigi için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: "Milletin selâmeti için hersey feda edilir."
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâsimîlere karsi an'anesindeki rekabet damari, Yezid gibi bazilarda bulundugu için, sefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermisti.
Dördüncü bir sebeb de Hazret-i Hüseyin'in taraftarlarinda bulunuyordu ki; Emevîlerin Arab milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradina "memalik" tabir ederek köle nazariyla bakmalari ve gurur-u milliyelerini kirmalari yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin'in cemaatine intikamkârane ve müsevves bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmus, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meshur faciaya sebebiyet vermislerdir.
Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasindan bakildigi vakit; Hazret-i Hüseyin ve akrabasina o facia sebebiyle hasil olan netaic-i uhreviye ve saltanat-i ruhaniye ve terakkiyat-i maneviye o kadar kiymetdardir ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düser. Nasilki bir nefer, bir saat iskence altinda sehid edilse; öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene baskasi çalissa, ancak o mertebeyi bulur. Eger o nefer sehid olduktan sonra ona sorulabilse, "Az bir sey ile pek çok seyler kazandim" diyecektir.
Dördüncü sualinizin meali: Âhirzamanda Hazret-i Isa
sh: » (M: 59)
Aleyhisselâm Deccal'i öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmistir ki: Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kiyamet kopmaz." Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasil umumiyetle küfre giderler?
Elcevap: Hadîs-i sahihte rivayet edilen: "Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'in gelecegini ve Seriat-i Islâmiye ile amel edecegini, Deccal'i öldürecegini" imani zaîf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Söyle ki:
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkindaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizligin iki cereyani kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altinda, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan naminda müdhis bir sahis, ehl-i nifakin basina geçecek, seriat-i Islâmiyenin tahribine çalisacaktir. Ona karsi Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine baglanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin basina geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-i nuranî, o Süfyan'in sahs-i manevîsi olan cereyan-i münafikaneyi öldürüp dagitacaktir.
Ikinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-i Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasitasiyla intisar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasil bir padisahi tanimayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri oldugunu kabul etmeyen vahsi bir adam, herkese, her askere bir nevi padisahlik ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah'i inkâr eden o cereyan efradlari, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onlarin basina geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanin hâdisati nev'inden müdhis hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane sûrî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sinege maglub olan ve bir sinegin kanadini bile icad edemeyen âciz bir insanin uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasina bir maskaralik oldugu malûmdur.
Iste böyle bir sirada, o cereyan pek kuvvetli göründügü bir zamanda, Hazret-i Isa Aleyhisselâm'in sahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî Îsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i Ilâhiyenin semasindan nüzul edecek; hâl-i hazir Hristiyanlik
sh: » (M: 60)
dini o hakikata karsi tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan siyrilacak, hakaik-i Islâmiye ile birlesecek; manen Hristiyanlik bir nevi Islâmiyete inkilab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o Îsevîlik sahs-i manevîsi tâbi' ve Islâmiyet metbu' makaminda kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktir. Dinsizlik cereyanina karsi ayri ayri iken maglub olan Îsevîlik ve Islâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanina galebe edip dagitacak istidadinda iken; âlem-i semavatta cism-i beserîsiyle bulunan sahs-i Îsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyaninin basina geçecegini, bir Muhbir-i Sadik, bir Kadir-i Külli Sey'in va'dine istinad ederek haber vermistir. Mâdem haber vermis, haktir; mâdem Kadir-i Külli Sey' va'detmis, elbette yapacaktir. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazi vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dihye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beser suretine temessül ettiren, hattâ ölmüs evliyalarin çoklarinin ervahlarini cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'i, Îsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, degil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i Îsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak kösesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine söyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak degil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettigi için va'detmis ve va'dettigi için elbette gönderecek.
Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm geldigi vakit, herkes onun hakikî Îsâ oldugunu bilmek lâzim degildir. Onun mukarreb ve havassi, nur-u iman ile onu tanir. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanimayacaktir.
Sual: Rivayetlerde gelmis ki: "Deccal'in bir yalanci Cennet'i var; kendine tâbi' olanlari ona atar. Hem yalanci bir Cehennemi var; tâbi' olmayanlari ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulagini Cennet gibi, bir kulagini da Cehennem gibi yapmis. Azamet-i bedeniyesi bu kadardir, su kadardir..." diye tarifat var?
Elcevap: Deccal'in sahs-i surîsi insan gibidir. Magrur, firavunlasmis, Allah'i unutmus oldugundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namini vermis bir seytan-i ahmaktir ve bir insan-i dessastir. Fakat sahs-i manevîsi olan dinsizlik cereyan-i azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-i
sh: » (M: 61)
müdhise ona isaret eder. Bir vakit Japonya'nin baskumandaninin resmi, bir ayagi Bahr-i Muhit'te, diger ayagi on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asinda tasvir edilmis. O küçük Japon Kumandani'nin bu surette tasviriyle, ordusunun sahs-i manevîsi gösterilmis.
Amma Deccal'in yalanci Cennet'i ise, medeniyetin cazibedar lehviyati ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, simendifer gibi bir vasitadir ki bir basinda ates ocagi bulunur, kendine tâbi' olmayanlari bazan atese atar. O merkebin bir kulagi, yani diger basi Cennet gibi tefris edilmis, tâbi' olanlari oraya oturtur. Zâten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan simendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalanci bir Cennet getirir. Bîçare ehl-i diyanet ve ehl-i Islâm için medeniyet elinde Cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altina atar.
Iste Îsevîligin din-i hakikîsi zuhur ile ve Islâmiyete inkilab etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu nesreder. Fakat yine kiyamet kopmasina yakin tekrar bir dinsizlik cereyani basgösterir, galebe eder ve "El-hükmü lil-ekser" kaidesince, yeryüzünde "Allah Allah" diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz'da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette "Allah Allah" denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut maglub düsen ehl-i hak, kiyamete kadar bâki kalacak; yalniz, kiyametin kopacagi aninda, kiyametin dehsetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanin ruhlari daha evvel kabzedilecek, kiyamet kâfirlerin basina kopacaktir.
Besinci sualinizin meali: Kiyametin hâdisatindan ervah-i bâkiye müteessir olacaklar mi?
Elcevap: Derecatlarina göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-i kahriyede kendilerine göre müteessir olduklari gibi müteessir olurlar. Nasilki bir insan, sicak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akil ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de: Zîsuur olan ervah-i bâkiye, kâinatla alâkadar olduklari için, kâinatin hâdisat-i azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarini; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istigrabkârane, belki bir cihette istibsarkârane teessüratlari bulunmasini, isarat-i Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-i Hakîm, her zaman kiyametin acaibini tehdid suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i
sh: » (M: 62)
insanî ile onu görenler, kiyamete yetisenlerdir. Demek, kabirde cesedleri çürüyen ervahlarin da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var.
Altinci sualinizin meali:
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ Bu âyetin âhirete, Cennet'e, Cehennem'e ve ehillerine sümûlü var mi, yok mu?
Elcevap: Su mes'ele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i kesif ve ehl-i velayetin medâr-i bahsi olmus. Su mes'elede söz onlarindir. Hem de su âyetin çok genisligi ve çok meratibi var. Ehl-i tahkikin bir kism-i ekseri demisler ki: Âlem-i bekaya sümûlü yok. Diger kismi ise: Âni olarak onlar da az bir zamanda, bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenaya gidip gelmis hissetmeyecekler. Amma bazi müfrit fikirli ehl-i kesfin hükmettikleri fena-yi mutlak ise, hakikat degildir. Çünki Zât-i Akdes-i Ilahî mâdem sermedî ve daimîdir; elbette sifâti ve esmâsi dahi sermedî ve daimîdirler. Mâdem sifâti ve esmâsi daimî ve sermedîdirler; elbette onlarin âyineleri ve cilveleri ve nakislari ve mazharlari olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yi mutlaka bizzarure gidemez.
Kur'an-i Hakîm'in feyzinden simdilik iki nokta hatira gelmis, icmalen yazacagiz:
Birincisi: Cenâb-i Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak'tir ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. Isterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i Ilahînin harici yok ki, birsey ona atilsin. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmus bir ünvandir. Hattâ bu mevcudat-i ilmiyeye bazi ehl-i tahkik "a'yân-i sabite" tabir etmisler. Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasini çikarip, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hâlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi birakip, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çikip daire-i ilme girer.
Ikincisi: Çok Sözlerde izah ettigimiz gibi: Hersey, mana-yi ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zâtinda müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu yok. Ve yalniz kendi basiyla kaim bir hakikati
sh: » (M: 63)
yok. Fakat Cenâb-i Hakk'a bakan vecihte ise, yani mana-yi harfiyle olsa, hiç degil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum degil; çünki sermedî bir vücudun gölgesini tasiyor. Hakikati vardir, sabittir, hem yüksektir. Çünki mazhar oldugu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. Hem
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ insanin elini masivadan kesmek için bir kilinçtir ki; o da Cenâb-i Hakk'in hesabina olmayan fâni dünyada, fâni seylere karsi alâkalari kesmek için, hükmü dünyadaki fâniyata bakar. Demek Allah hesabina olsa, mana-yi harfiyle olsa, livechillah olsa; masivaya girmez ki كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kilinciyla basi kesilsin.
Elhasil: Eger Allah için olsa, Allah'i bulsa; gayr kalmaz ki, basi kesilsin. Eger Allah'i bulmazsa ve hesabiyla bakmazsa, hersey gayrdir.
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kilincini istimal etmeli, perdeyi yirtmali, ta Onu bulmali!..

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî