Dikkat, günah normalleşiyor!
Geçtiğimiz günlerde bir sohbet esnasındaydı; anne, delikanlılık çağındaki oğlundan dert yanıyordu:
— Oğlum zamanını televizyon karşısında, bilgisayar başında geçiriyor. Onu ikaz ediyorum: “Oğlum, müstehcen sözler, günahı tasvir eden manzaralarla dolu olan bu tür şeyleri seyretme, günah işlemiş olursun. Hem, ömrünü boşa harcamak da israftır, günahtır. Ömrünün hesabını vereceksin” diyorum, ama kulak asmıyor. Zaman zaman bana cevap yetiştiriyor ve diyor ki: “Aman anne! Elalem neler yapıyor. Ben ne yapıyorum ki? Sadece televizyon seyrediyorum.”
Bunun benzerini sadece gençler değil, belki yetişkinler de söylüyor yahut içinden geçiriyor. Ahir zamanda Müslüman olmanın, günahla, kötülükle mücadele etmenin zorluğunu en yakınlarımızdan nefsimize kadar her yerde yaşıyoruz.
Peygamber Efendimizin kıyamet alâmetleri hakkındaki hadisi şeriflerinde haber verdiği zamanları idrak ediyoruz. Günahların alabildiğine yaygınlaştığı, haramların helâl sayılarak alenî işlendiği günlerdeyiz. Etrafımıza baktığımızda, Allah’ın çirkin görüp insana yakıştırmadığı pek çok ‘fahşa’ ve ‘münker’in normalmiş gibi işlendiğine şahit oluyoruz.
Böyle bir zamanda yaşamanın en büyük fitnesi olarak, biz de tesir altında kalıyoruz. En azından günahlara karşı hissetmemiz gereken nefret duygusu aşınıyor. Bir Müslüman’a yakışan duygu hali, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek olduğu halde, kalplerimizde Allah’ın buğz ettiği çirkinliklere karşı hissetmemiz gereken tiksinti ve nefreti hissedemez hale geliyoruz.
Lâğım işçilerinin burunlarının kötü kokuya alışması gibi bizim de kötü davranışlara karşı tepkimiz azalıyor. Yavaş yavaş gözümüz her çirkinliğe ve hayâsızlığa alışıyor. Kalplerimizi gaflet bürüyor, sanki iman şuurumuz ve takva hissimiz, davranışlarımız üzerindeki tesirini yitiriyor.
Herkes günahkâr olsa da…
Bize ne oluyor?
Her ne kadar büyük günahları bilerek, isteyerek işlemesek bile, artık alışkanlık peyda ettiğimiz türden günahlar gözümüzde küçülüyor. Belki de nefsimiz, etrafımızda işlenmekte olan günahlara bakıp kendi günahlarını küçük görüyor. Hatta başkasının günahı onun için bir perde, bir bahane, bir sığınakmış gibi kendisine paye çıkarıyor.
“Canım, ben ne yapıyorum ki? Elalem daha neler neler yapıyor. Benimkisi o kadar da önemli bir günah değil ki!” demeye başlıyor.
Sanki -hâşâ- Allah’ın melekleri büyük günahları yazmaktan yorulacak da bizimkini küçük görüp yazmaya değer bulmayacakmış gibi bir gaflet istilâ ediyor kalbimizi… Yahut “Allah’ın cehenneminde bize yer kalmayacak da bu sayede kurtulacakmışız” zannediyoruz.
Belki de şeytan bizi Allah’ın rahmetiyle kandırıyor.
“Allah merhametlidir. Bak, bir sürü insan her türlü günahı işlediği halde onlara bol rızık veriyor. Nasıl olsa seni de affeder.” diye aldatıyor.
Evet, doğrusu Mevlamız çok affedicidir, tövbe edenleri affetmeyi sever. Bize günahımız sebebiyle ümitsizliğe düşmememizi bildiriyor. Ne kadar günahımız olsa da tövbe edersek bağışlayacağını bildiriyor. Ama öte yandan Rabbimiz, Resulü vasıtasıyla gönderdiği vahyinde, hiç ummadığımız şeylerden hesaba çekileceğimizi de haber veriyor. Bir gün amel defterleri elimize verildiğinde: “Bu nasıl bir kitap, büyük küçük demeyip her şeyi kaydetmiş.” diyeceğimizi de hatırlatıyor.
Affedilme garantisi mi var?
Hesap gününün, aldırmazlık içinde günah işleyenler için çok sıkıntılı geçeceğini bildiren pek çok ayeti kerime var. Hatta Rabbimiz, o gün hakkında kullandığı bir ifadede “Abusen kamtarira” diyerek onu sanki asık yüzlü, ciddi ve kolay memnun olmayan bir kimseye benzetiyor. (İnsan: 10)
Böyleyken, bizler sanki Rabbimizin bizi kolayca bağışlayacağına garantimiz varmış gibi rehavet içindeyiz. Allah’ın affını asıl hak edenlerin, günahlarını büyük görüp pişmanlık duyan, Allah’tan çok korkan, samimî müminler olduğunu unutuyoruz.
Tüylerimizi diken diken eden bir hadisi şerifinde, Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Mü'min günahını şöyle görür: ‘O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buharî, Da'avât 4
Sahabei Kiram’dan her biri, kendisi hakkında endişe taşıyordu, “Acaba biz mümin miyiz, iman üzere ölecek miyiz?” diye. Cennetle müjdelenmiş olanları bile buna güvenmiyorlar, “Bende nifak alameti görüyor musun?” diye birbirlerine soruyorlardı.
Cehennemliklere mi özenelim!
Peki, biz ne yapıyoruz? Günahlarımızı küçük görürken, neyle mukayese ediyoruz? Yoksa Allah’ın katında hiçbir kıymet taşımayan, bu yüzden de Allah’ın bu dünyada kendi hallerine terk ettiği kişilerin hallerine bakıp kendimizi onlarla mı mukayese ediyoruz? Herhâlde,
“Onlar gülüp eğlenerek, sevinç ve gurur içinde günah işledikleri halde, başlarına bir şey gelmediğine göre, bize de bir şey olmaz” zannediyoruz…
Oysa Rabbimiz bir kısım insanlar hakkında Tövbe suresi 55. ayetinde buyuruyor ki: “Onların malları, evlâtları sakın seni imrendirmesin. Bu, Allah'ın onları dünya hayatında bu gibi şeylerle azaba uğratmasından ve canlarının kâfir olarak çıkmasını murat etmiş olmasından başka bir şey değildir.”
Öyleyse Müslümanlar kendinden emin bir şekilde günah işleyip gururlanarak dolaşanların haline aldanmamalıdır. Bunun Allah’ın rahmetinden kaynaklandığını sanmamalıdır.
Her ne kadar hiç kimse için Allah’ın rahmetinden ümit kesilmezse de Allah’ın haramlarını helâl sayarak ve alenî bir şekilde işleyenler, eğer bundan tövbe etmeden ölecek olurlarsa bu dünyada korkusuzca günah işlemenin karşılığını, çok büyük korkularla yüz yüze kalarak ödeyeceklerdir. Öyleyse korkusuzca günah işleyenlerin hali bizi asla günah konusunda gevşekliğe sürüklememelidir.
Elbette Müslümanlar kaçınamadıkları günahları sebebiyle şiddetli bir ümitsizliğe de düşmemelidir. Günümüz dünyasında haram kazançlar, batıl sözler, tehlikeli münasebetler, pek çoğumuzu çepeçevre kuşatmıştır. Bilhassa gençler için günahlara kapılmak son derece kolayken, sakınmak ise hayli zordur.
Suçluluk hissi ve vesvese
Günah işlemek, mümin bir insanın ruhunda hiç kuşkusuz bir çelişkiye sebep olur. Bilhassa iman ettiği halde günaha götüren yollara karşı çekingen olmayan mümin, sık sık hataya ve günaha sürüklenecek, bundan dolayı da kalben sürekli suçluluk duyacaktır. Zaten Resûlullah (s.a.v.) günahı; “kalbe sıkıntı veren ve diğer insanların öğrenmesinin hoşa gitmeyeceği iş ve davranış” şeklinde tanımlamaktadır.
Kişiyi tövbeye ve tevazuyla kulluk etmeye yönelttiği takdirde faydalı olacak bu suçluluk hissi de bazen şeytanın vesvesesine sebep olabilir. Bilhassa tövbeyi erteleyen, günahın pasını giderecek salih amellere yönelemeyen müminler, bu suçluluk hissiyle ümitsizliğe düşüp Allah’ın huzurundan uzaklaşabilirler.
Günahın zararı nasıl giderilir?
Bazen de kişi bu sıkıntıdan kurtulmak için günahını unutmak ister, kendisini dünya meşgalelerine vurur, hatta yeni yeni günahlar işler. Peygamber Efendimiz buna işaretle, günahın şarap içmek gibi sarhoşluk verdiğini, yani kişiyi gaflete ve umursamazlığa sürüklediğini bildirmektedir. Çünkü günahın kalpte bıraktığı iz, verdiği zarar, zamanla kalbi duygusuzlaştırır. Zaten günahın asıl zararı da budur.
Bu sebepledir ki Resulullah (s.a.v): “Bir günah işlediğiniz zaman, onu yok edecek bir hayır amel yapın.” buyurmaktadır. Nitekim Peygamberimiz kendisine başvurup, “Ben günah işledim” diyen kişiye “Annene iyilik yap. O da yoksa teyzene iyilik yap” diye tavsiyede bulunmuştur. Abdest almanın, beş vakit namaz kılmanın, nafile namaz kılmanın, günah kirlerini gidereceğini bildiren hadisi şerifler vardır.
Bu hadisi şerifler bize şunu düşündürmektedir: Demek ki insan günah sebebiyle kendisi hakkında fena düşüncelere ve vesveselere kapıldığı zaman, hemen bir iyilik veya ibadet yapmalıdır ki kalbine iyiliğin sevinci ile birlikte yeni bir ümit doğsun. Böylece günah Allah ile kul arasına giren bir ümitsizlik perdesine sebep olmasın.
Yine İslâm’da günahını itiraf etmek tavsiye edilmez. Aksine Peygamberimiz “Allah’ın örttüğü bir günahı açığa vurmamak gerektiğini” bildirmiştir. Kişi günahını açığa vurdukça bunu benimser, arsızlaşır. Öyleyse tamamen vazgeçebileceğini zannetmese bile kişi en azından günahını gizli tutmalıdır ki, bir gün olup vazgeçmeyi ümit edebilsin.
Tövbeyi asla ertelememeli
Bunun yanında, Müslümanlar tövbeyi asla ertelememelidir. Velev ki tövbeye sadık kalmak mümkün olmasa bile yine de tövbe edilmelidir. Hz. Ebu Bekir’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah buyurdular ki: “İstiğfar eden kimse, günde yetmiş kere de tövbesinden dönse günahta ısrar etmiş sayılmaz.”
(Tirmizi, Daavât 119)
Elbette burada kastedilen istiğfar, samimiyetle pişmanlık duyup affedilmeyi istemektir. Kişi samimiyetle pişman ise zayıflığı sebebiyle tekrar günaha dönüyor olsa da Allah affeder. Ancak kişinin günahını ehemmiyetsiz görerek devam ederken, dilinin ucuyla “tövbe, estağfirullah” deyip geçmesi, gerçek manada tövbe değildir.
Bilhassa bile bile ve isteyerek haram lokma ve kul hakkı yemeye devam etmek, kişinin tövbesinin kabul olmasına mani olabilir. Çünkü haram lokma ile beslenen vücut, salih ameller işlemeye yönelemez. Maneviyatı zayıfladığı için buna kuvvet bulamaz. Ayrıca Allahu Teâlâ kul haklarını affetmeyeceğini, bunların bizzat hak sahiplerine ödenmesi icap ettiğini bildirmektedir.
Bununla birlikte, yine de kişinin tövbeden yüz çevirmesindense tövbe ve istiğfara devam etmesinden fayda umulur. Ne de olsa insan inandığı ve diliyle söylediği sözden etkilenir. Diliyle affedilmeyi talep etmeye devam eden kişinin, sonunda affedilmek için hatadan vazgeçmeye azmetmesi umulur. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz, hiçbir şart koşmadan tövbe ve istiğfar etmemizi tembih etmektedir.
Kulluğun ifadesi; İstiğfar
Esasen kusursuz günahsız kul yoktur. Günahlardan kaçınmaya en fazla titizlenen kişilerin bile zayıf oldukları bir konu olabilir. Hadisi şerifte: “İnsanoğlunun her biri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tövbekâr olanlarıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 50) buyrulmuştur.
Hem Peygamberimiz günahsız olup kendimizi beğenmemizdense hatalarımızdan dolayı tevazuyla istiğfar etmemizi daha hayırlı görmüştür. Peygamber Efendimiz “kendisinin de günde yetmiş defa istiğfar ettiğini” bildirmiştir. Günah işlemediği, hatalarının da bağışlandığı müjdelenmiş olduğu halde, o da kendine göre ufak tefek gaflet sayılabilecek anları için yahut tevazusundan ve kulluk edebinin bir icabı olarak çokça istiğfar etmiştir.
Zaten istiğfar, Allah ile kul arasındaki en kuvvetli bağdır. Bütün ibadetlerin özü ve manası olan boyun eğme, sığınma ve yalvarmanın en iyi ifadesi istiğfarda mevcuttur. Mümkün olsa da hiçbir günah işlemeden yaşamayı başarabilsek bile kulluğumuzun kifayetsizliği başlı başına bir istiğfar sebebidir.
HATİCE KÜBRA ERGİN
GÜLİSTAN DERGİSİ