2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Güllerin efendisi ve osmanlı

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 18.904, Level: 87
    Points: 18.904, Level: 87
    Level completed: 11%,
    Points required for next Level: 446
    Level completed: 11%, Points required for next Level: 446
    Overall activity: 7,0%
    Overall activity: 7,0%
    Achievements
    yagmurdamlasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Sitemizin Ninesi
    Üyelik tarihi
    Jan 2009
    Mesajlar
    2.304
    Points
    18.904
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    19

    Standart Güllerin efendisi ve osmanlı

    Değer verene, elbette değer verilecekti. Korumaya çalışan,
    korunacaktı. Seven, sevilecek; muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı.
    Evet, Peygamber seni çok seviyordu. Çünkü sen de O'nu çok
    seviyordun. O ve O'na ait her şeye derin bir muhabbet besliyordun.
    Asırlar süren ömrünce de bunu hemen her fırsatta göstermiştin.
    Daha gencecik iken, O'nun getirdiği kitaba saygısızlık olur
    diyerek, bütün bir gece, Kur'an'ın bulunduğu odada ayaklarını
    uzatıp yatmamıştın.


    Tarih boyunca onlarca devletin, kapısına gelip gelip hüsran içinde
    geri döndüğü İstanbul'u, sırf O'nun müjdesine ermek için
    fethetmiştin. Bu güzel beldeyi alınca, "Kendinize bir saray
    yaptırmayacak mısınız?" diye sorduklarında, "O güzel Peygamberin
    mihmandarını bulup, ona bir türbe yaptırmadan kendime bir saray
    yaptırmaya haya ederim." demiştin.


    Senin fikrinde hep O, güzeller güzeli olduğu gibi, zikrinde de,
    faaliyetlerinde de hep O vardı. O'nun yüzyıllar evvel verdiği
    müjdeyi gerçekleştirme şevkiyle İstanbul'a yüklendiğinde,
    Boğaz'ı tutmak için Rumeli yakasına bir kale inşa etmen
    gerektiğinde, kale duvarlarını, Kufi hatla Muhammed yazarak inşa
    etmiştin. Sen bu anlamlı davranışınla, Diyar-ı Rum denen
    toprakları, O mübarek isimle mühürleyerek Diyar-ı İslâm haline
    getirmiştin.


    Ülkeyi yönetme vazifesi sana verildiğinde, vazifenin bilincinde
    olarak ilk önce Yüce Peygamber'in mihmandarı Eba Eyyube'l-Ensari'nin
    huzuruna gitmiş, ceddin Osman Bey'in kılıcını O'nun huzurunda
    kuşanmıştın. Aslında imkân olsa, sen ey güzel Osmanlı, gider, o
    mübarek kılıcı Sevgililer Sevgilisi'nin huzurunda, Medine'de,
    Ravzayı Mutahhara'da kuşanırdın; ama halkın selâmeti için
    fedakârlık yapmaya, başkaları için yaşamaya mecburdun ve
    İstanbul'dan da ayrılamazdın. Bu sebepledir ki sen, Hicaz
    topraklarına hiç gidemedin. Oralara hiç yüz süremedin. Seni
    oralarda, hep rüyalarda, yakazalarda gördüler. Ve Sen hep oraların
    hicranıyla yandın.


    Sen: "Ben senin bastığın yerlerin hadimiyim." demiştin. Bunu
    söylerken samimiyetini gösterme adına da, Kâbe'nin avlusunu
    süpürttüğün tavus tüylerinden birini tacına takmıştın.
    Bununla da yetinmemiş, O'nun mübarek ayak izini, "N'ola başımda
    taçım gibi taşısam daim.." diyerek, sorguç gibi tacının üzerine
    koydurmuştun.


    Her işinde o güzel Rasûl'ün işaretini beklemiştin. Kıbrıs
    fethedilip bunun şükrünü eda etme adına bir cami yaptırmak
    istediğinde, camiyi inşa edeceğin yeri bile O söylemişti sana. Ama
    sen de O'na karşı son derece saygılıydın. Sultan Ahmet Camii'ne,
    altıncı minareyi, O'nun mescidine yedincisini ekletmeden yaptırmayı
    saygısızlık addetmiştin.


    Mısır'ı fethettiğin zaman, Kutsal Emanetler ile Hicaz Emiri sana
    bağlılığını bildirdiğinde, gözlere sürme bu emanetlerin
    başında, kesintisiz Kur'ân okumayı başlatmış, bu iş için otuz
    dokuz hafız görevlendirmiş, kırkıncı hafız olarak da kendini
    vazifeli kılmıştın.


    O gözlere sürme Sakal-ı Şerifleri, cam ampullere bir bir
    koydurarak, Güzeller Güzeli'nin bu mübarek hilyelerini her insan
    görsün diyerek, dünyanın dört bir yanına dağıtmıştın.


    Sadece mübarek sakallar mı? Sen O'na ait her şeye düşkündün. Hz.
    Peygamber'in Kâb Bin Züheyr'e hediye ettiği mübarek hırkası,
    dönüp dolaşıp senin ülkene geldiğinde, heyecanlanmış, onu
    muhafaza etmek için hemen bir cami yaptırmıştın. Hırka-ı
    Şerif'in adıyla anılacak bu camide korunacak olan Peygamber
    Hırkası, bundan böyle halka buradan sergilenecek, sen muhafaza
    edecektin.


    Sen O'nun adına da müştaktın. Bu nedenledir ki her yerde O'nun
    adını anmış, O'nun türkülerini söylemiştin. Çocuklarını bile
    O'nun adıyla uyutmuş, O'nun adıyla büyütmüştün. Çocuklarına
    hep O'nun ve sevdiklerinin adlarını vermiştin. Tarihte kaç sülâle
    vardır senin kadar Peygamber adını nesillerine çok koyan. Sen
    çevreni Ahmetlerle, Mahmutlarla, Mehmetlerle süslemiştin.


    Topkapı Sarayı avlusunda, o Güzeller Güzeli'nin sancağını
    selâmlamadan hiçbir sefere çıkmamıştın.


    Avrupa'da O'nu alaya alan bir oyun sergilendiğinde, hasta halinle bile
    kükremiş ve: "Tiz o oyunu kaldırın, yoksa tüm Âlem-i İslam'ı
    aleyhinize ayaklandırırım." diyerek vefanın en güzel örneğini
    sergilemiştin.


    O'nun beldesinden demiryolu hattı geçirirken, bu mübarek toprakları
    gürültüye boğmamak için, tren raylarına keçe döşetmiştin.


    O'nun ümmetidir diyerek, her sene Sürre Alayları ile, Hicaz
    bölgesinin halkına altın ve mücevher dağıtmıştın. Sürre
    Alayları'na o kadar çok önem veriyordun ki, kervanların
    İstanbul'dan ayrılma zamanı geldiğinde, bütün işlerini bir yana
    koyuyor, onları uğurlamak için bizzat yollara çıkıyordun. Sürre
    Alayları'nı uğurlama vazifesinden seni en ağır hastalıklar bile
    alıkoyamıyordu. I. Abdülhamid'in hastalığının en ağır
    döneminde, Sürre Alayı'nın çıkış gününü bir gün öncesine
    aldırarak onları uğurlama törenine katıldığını, tören
    bitiminde de daha Topkapı Sarayı avlusundan ayrılamadan bir köşeye
    yığılarak Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu hatırlıyor ve sendeki
    vazife şuurunun hassasiyeti karşısında hayretler içinde
    kalıyoruz.


    Sen, O'nu sevdiğin gibi; O'nun sevdiklerini de seviyordun. O neye
    düşkünse, sen de ona düşkündün. O, Âlemlerin Rahmeti, Medine'de
    yüzünü Kudüs'e dönüp namaz kılarken; gönlünün asıl kıblesi
    olan mekânı özlediği gibi, buraları da özlememesi
    düşünülemezdi. Sen de orayı ve orasıyla ilgili her şeyi çok
    seviyordun. Her sene bu kutsal evin örtüsünü İstanbul'da bizzat
    altın yaldızlarla hazırlatıyor, Sürre Alayları ile oralara
    gönderiyordun. Bir önceki örtüyü de, "'ın evine tam bir sene
    dokundu." diyerek, kutsal sayıyor, en değer verdiğin mekânların
    başköşesine özenle asıyordun. Bugün hangi Selâtin Camiine
    girsek, duvarlarında senin eserin bir mübarek bez görüyor ve senin
    O'na muhabbetin karşısında iki büklüm oluyoruz, ey Osmanlı!


    Sadece örtü mü? Hayır değil. Sen oraların taşına bile
    hayrandın. Kâbe'nin köşesinde duran Hacerü'l-Esved'i, sırf
    Peygamber öptü diye korumuş, etrafını altınla kaplatmıştın. Bu
    kaplama esnasında taşın küçük bir parçası kırılmıştı. Sen
    o taş parçasını eller üzerinde dualarla İstanbul'a kadar
    getirtmiş, camilerinin ve türbelerinin kapılarına koydurmuştun.
    Bugün Kanunî Sultan Süleyman'ın Türbesi ve Sokullu Camii'nin
    kapısının üzerine bakıp da kara bir taşı, altın çerçeveler
    içinde orada görünce, hayran olduğun değerlere sahip
    çıkamadığımızı görüyor ve utancımızdan yerin dibine
    geçiyoruz.


    O'na duyduğun sevgiyle coşarak, O'nun çizdiği yoldan bir nebze
    olsun ayrılmadın. Medine'de diğer din mensupları ile diyaloğu
    kollayan hoşgörü Peygamberinin has bir ümmeti olarak, sen de dinler
    arası hoşgörüde tarihin şahit olmadığı manzaraları meydana
    getirmiştin. Bugün, yaşlılar için yaptırdığın Darü'l-Aceze'de
    yan yana duran cami, kilise ve havrayı görüyor ve seni anlayamamış
    olmanın ızdırabını duyuyoruz.


    Evet, sen çok müşfiktin, sen çok vefalıydın, sen o Güzeller
    Güzeli Peygamberimiz'i en iyi anlayanlardandın. Sen O'nu çok sevdin
    ve bu anlattıklarımız gibi daha nice güzelliği O'nun adına
    sergiledin. Başta da söylediğimiz gibi, değer verene elbette değer
    verilecekti. Korumaya çalışan, korunacaktı. Seven, sevilecek;
    muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı. Elbette ki, O da seni
    unutmadı, seni çok sevdi. Ve ne zaman ki sen O'nun o ağızlara tat,
    güzel adını anarak O'nu çağırdın, O, hemen senin yanında oldu.


    Örnek mi istiyorsun, hani sen zorlu İstanbul surlarına tüm
    gücünle yüklendiğinde, Ulubatlı'n surların en yükseğine
    tırmanmış ve burçlara sancağı dikmişti. Kanlar içinde,
    gözlerini ötelere açmak üzere iken; tebessüm ediyordu. Sen, ona
    neden tebessüm ettiğini sormuştun. O da sana, Peygamberimiz'i az
    önce surlarda gezerken gördüğünü söylemişti. O Güzeller
    Güzeli, o gün seni yalnız bırakmamıştı.


    Mısır seferine çıkmıştın. Yazın sıcağında, dünyada hemen
    hiçbir canlının göze alamayacağı bir şeye girişmiştin.
    Kavurucu Sina çölünü geçmek... Hem de dev bir ordu ile. Çölün
    ortalarında Peygamber'i önünde sana yol gösterirken görmüştün.
    Öyle saygılıydın ki; hemen atından inmiş, kavurucu kumları
    yürüyerek katetmeye başlamıştın. Sen attan inersin de ordun durur
    mu, kalabalık ordunun tamamı atından inmiş, ve seni takip etmişti.
    Bu, tarihin durup kulak vereceği bir sahne idi: O, seni oralarda da
    yalnız bırakmamıştı.


    Ya Çanakkale! O bambaşka bir destan idi. Dünyaya altı yüz sene
    huzur ve adalet dağıtmış iken, bir zaman sonra zaafa
    düşmüştün. Hastalanmış ve elden ayaktan kesilmiştin. Sen
    güçlü iken, köşe bucak saklanacak yer arayanlar, senin bu durumun
    karşısında meydanlarda ileri geri konuşmaya başlamıştı. En
    büyük arzuları da seni bitirmek ve dünyayı arzu ettikleri gibi
    paylaşıp tüketmekti. Ve onlar senin üzerine üşüştüler. Bu
    senin varlık ve yokluk savaşındı. Düşmanın bu üstün güçleri
    kapına dayanmıştı. Ya ölecek, ya da öldürecektin. Çanakkale
    sırtlarında sıkıştığın bir anda yürekten bir haykırışla
    yardım istemiştin O'ndan, "Yetiş, Ya Muhammed kitabın gidiyor!"
    demiştin. Sen çağırırdın da O hiç durur muydu? Sen O'nun
    getirdiği din adına bu sırtlarda can verirken, O'nun gönlü hiç
    razı olabilir miydi Medinelerde kalmaya? Zaten Ravzayı Mutahhara'nın
    türbedârına da öyle dememiş miydi rüyasında; "Ben şimdi
    Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim... Çok zor durumda olan asker
    evlâtlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara
    yardım ediyorum."


    İşte dinine yüzyıllarca kol kanat gerdiğin Yüce Rasûl'ün sana
    düşkünlüğü.


    Ne mutlu sana Ey Osmanlı! Ne mutlu senin ahlâkî seciyeni anlayarak
    sana gerçek torun olabilenlere. Ne mutlu sevdiklerini sevenlere, ve
    yine ne mutlu düşkün olduklarına düşkün olabilenlere.




    Yuvasız Kuşa Bile Dal Verip Yuva Kurduran Rabbim...Hakkımızda En Hayırlısı Neyse Bizlere de Onu Nasip Eyle. AMİN..


  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: Güllerin efendisi ve osmanlı

    Allah c.c razı olsun
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

Benzer Konular

  1. Gel ey, güllerin efendisi!..
    By Admin in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 11.08.09, 12:43
  2. Güllerin efendisi
    By Konyevi Nisa in forum Sevgi Defteri
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 17.05.09, 14:00
  3. Gel Ey Güllerin Efendisi
    By İslam-Gülü in forum Sevgi Defteri
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 11.09.08, 16:17

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •