***
DIŞARDA
Points: 25.810, Level: 96
Level completed: 46%,
Points required for next Level: 540
Overall activity: 0%
Achievements


Cevap: İSLÂM, Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma‘rifet
C) MA‘RİFET
Tanımak, bilgi, âşinalık, tecrübe ve amelî bilgi mânâlarına gelen bu kelime, tasavvufî bir tâbir olarak Allâh’ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe götürmeyecek derecede sağlam bir ilme sahip olmak demektir. Başka bir ifadeyle ma‘rifet, Hakk’ı tanıma, Rabbânî tecellîleri bilip kavrama, İlâhî hakîkatlere vâkıf olma ve Allâh’ın rızâsına uygun hareket etmeyi bilmektir. Bu, vehbî (Allah vergisi olan) bir basîrettir. Kaynağı kalb, ruh ve sâir letâif yoluyla ilham, keşif ve müşâhededir. “İlim”den epeyce farklı bir mânâ ifade eder. Zira ilmin kaynağı akıl, his organları ve nakildir. Onun için zâhirî ilimler hakkında bilgi sahibi olanlara “âlim” denir de, “ârif” denmez. Sûfî ve velîlere ise hem “âlim”, hem de “ârif” denilir.
İmâm Kuşeyrî (k.s.) hazretleri ma‘rifeti şöyle anlatıyor:
“Âlimlere göre ma‘rifet, ilim mânâsınadır. Onlara göre ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir. Allâh’ı bilen herkes âriftir. Her ârif de âlimdir. Ma‘rifet şu vasıflara sahib olan kişinin sıfatıdır. Bu kişi Hak sabhânehû ve teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hak ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere bulunur... Kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden temizlenerek saf hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimî sûrette kalbi ile i‘tikâf hâlinde olur. Bütün bunların semeresi ve neticesi olarak, Allah Teâlâ’dan güzel bir teveccühe kavuşur. Cenâb-ı Hak onun bütün hallerinde sıdk üzere olmasını hâsıl eder. Böylece o kul kendisini Allah’tan başkasına dâvet eden hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Dolayısıyla halka yabancı, nefsinin âfetlerinden berî ve uzak olur. O her an Allâh’a müteveccihtir. İlâhî kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları, Cenâb-ı Hakk’ın tarifi ile bilir. İşte o zaman böyle kimseye ârif denir. Onun bu hâli ise, ma‘rifet ismini alır.
“Ma‘rifet aynı zamanda sonsuz bir saâdet kaynağıdır. Her şeyin saâdeti kendi yaratılışına uygundur. Yani her şey ne için yaratılmışsa, ondan zevk alır. Göz, güzel şeyleri görmekten, kulak güzel sesleri işitmekten zevk alır. Kalb ise bilmek, tanımak ve tatmak için yaratılmıştır. Bilgilerin en lezzetlisi de, en üstün olanıdır. En mükemmel olanın bilgisi ise, en üstün, en şerefli ve en güzelidir. O bakımdan ma‘rifetullâha vâkıf olmak, en büyük mânevî zevk ve saâdete vesîle olacaktır.” (12)
Kısaca analatılmak gerekirse, ma‘rifet öyle bir şeydir ki; herkesçe bilinenlerin sâhası dışında ve onların ötesinde bir idrâktir... İdrâk-i basît de denilir. [“İdrâk” anlayış, kavrayış demektir. Tasavvufta iki türlü idrâk vardır. Birincisi “idrâk-i basît” ki, Hakk’ın varlığını idrâk etmekle beraber bu idrâkin ve idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmamaktır. İkincisi ise, “idrâk-i mürekkeb”dir. Bu da, Hakk’ın varlığını idrâk etmekle birlikte bu idrâkin ve idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmaktır.] (13) İlim, mübtedîlerin (yolun başındakilerin), ma‘rifet müntehîlerin (sona ulaşanların) nasîbidir; fenâdan önce hâsıl olmaz, fânî’den başkasına müyesser değildir. Fenâ mertebesinde de değişik kademeler olduğundan, müntehîler arasındaki ma‘rifet derecelerinde de farklar bulunur. Bir kimsenin fenâ hâli tam mânâsıyla kemâle ererse, onun ma‘rifeti de tam olarak kemâl bulmuş olur. Fenâ derecesi düşük olanların, hâliyle ma‘rifet dereceleri de düşük olur.(14)
[“Fenâ” lûgaten yokluk, hiçlik demektir. Tasavvufta ise, kulun fiilini görmemesi hâlidir. Kulun kendi şahsî irâde ve arzusuna göre değil, Allâh’ın irâde ve isteğine göre hareket etmesi; kendi irâdesini, Allâh’ın irâdesinde fâni kılması, yok etmesidir. “Fenâ fillâh”, Allah’ta fâni olmak; kulun, beşerî vasıflardan ve kötü arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanmasıdır.]
İmâm-ı A‘zam-ı Kûfî (rh.), bir münâcatında şöyle demiştir:
“Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike ve lâkin arafnâke hakka ma‘rifetike.”
Meâli: “Allâh’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzîh, kemâl sıfatlarla tavsîf ederim. Sana hakkıyla ibâdet edemedik; lâkin, hakîki ma‘rifetle sana karşı irfan sahibi olduk.”
Burada ibâdeti hakkıyla edâ edemeyişin mânâsı açıktır. Ona, lâyıkıyla ibâdet yapılamayacağını herkes bilir. Ma‘rifetin hakkıyla elde edilmesi ise ancak, “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur” (15) ünvânı ile onu anlamaya bağlıdır. Yani bu ifade, Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir yoldan tam olarak tanınamayacağını iyi anladık, demektir. Zira Allâh’ın zâtında ilme, şühûda ve ma‘rifete aslâ yol yoktur. Ayrıca yanlış anlaşılmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk’ı sıradan herkes böyle –Hz. İmâm’ın ma‘rifeti gibi de– tanıyamaz. Ma‘rifet (tanımak) başkadır, ilim (bilmek) başkadır. Herkes ilim sahibi olabilir, ma‘rifet ise yukarıda da ifade edildiği üzere, fenâ mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. (16)
Evet, şerîat hakîkatin kışrı, kabuğu yani dış yüzüdür; hakîkat ise şerîatin lübbü, özü, iç yüzüdür. Şerîatten hakîkate ulaştıran yola tarîkat, şer‘î hükümleri koruyup yerli yerine oturtmaya da ma‘rifet denilmektedir.
Bunlardan birincisi avâma, ikincisi havâssa, üçüncüsü, havâssu’l-havâssa, dördüncüsü de ehassu havâssu’l-havâssa mahsustur. [Avam: halk; havâs: vasıflı kişiler, âlimler; havâssu’l-havâs: üstün vasıflara sahip olan mümtaz ve güzîde ferdler; ehassu havâssu’l-havâs: en üstün vasıflara sahip olan kimseler, ârifler.]
Görüldüğü üzere, bu mefhumlar silsilesini birbirinden ayırmak imkânsız... Çünkü bunlar, birbirlerinin lâzım-ı gayr-i müfârikıdır... Yani, olmazsa olmaz, birbirlerinden ayrılmaz parçalarıdırlar. Ve yine bunlardan her biri, ancak şerîatla tamam olur... Şerîatı mükemmel olmayanın; tarîkat, hakîkat ve ma‘rifeti de olmaz! İnsan, bütün bu yolları ikmâl ettikten sonra şerîatı ifsat edecek olursa; tarîkat, hakîkat ve ma‘rifeti de bozmuş olur. Çünkü; şerîat ağaç, tarîkat o ağacın dalları, hakîkat ile ma‘rifet ise yaprakları ve meyveleri gibidir. Binâenaleyh, ağaç olmayınca; dalları, yaprakları ve meyveleri de olmaz. (17)
Ağaç dikmekten maksat; (ondan çeşitli yönlerden istifade ve bilhassa) meyve elde etmektir. Ağaçlar ayakta kaldıkları müddetçe meyveleri de düşecek (devşirilecek)tir. O ağaçların kökünde (kuruyup) bozulma olduğu zaman, meyveleri de yok olur. O ne büyük ahmaklıktır ki, ağacı kökünden sökerek meyveleri devşirilmeye çalışılır. Halbuki ağaçlar ne kadar bakımlı olursa, meyveleri de o kadar bol ve güzel olur. Her ne kadar meyve gâye değilse de, ağacın bir parçasıdır. (18) O bakımdan tarîkat, hakîkat ve ma‘rifetin sağlıklı olabilmesi için de, öncelikle şerîatin tam ve mükemmel olarak yaşanması gerekir.
alıntı