Mademki aşk bütün kapıları açan kudretli bir anahtar-dır ve gündemde aşk vardır ve dahi gündemimiz aşka dairdir; öyleyse dem bu demdir, gönüller sultanını an-manın tam yeridir.
“- Çünkü o; bu anahtarın sahibiydi…”
“- Çünkü o; bu anahtarla açtı bütün kilitli kapıları…”
“- Çünkü o; gönül sarayının sultanı, aşk tahtının vari-siydi…”
“- Çünkü o; aşktan gayri her şeye gönlünü mühürle-mişti…”
Elbette Mevlâna’dan söz ediyorum… İnsanların büyük çoğunluğu nedense; Mevlâna’yı Konya’da bir türbeden ibaret sandılar. Hâlbuki o:
“- Kabrimizi yeryüzünde aramayın, sevenlerin gönlün-dedir bizim türbemiz” demişti…
Duydular ama dinlemediler… Kondurdular Konya’nın orta yerine bir sanduka etrafında dolanıp durdular…
Haksız mıyım dostlar? Böyle değil mi? Konya deyince akla önce Mevlânâ sonra Şems-i Tebrizî gelmez mi?.. Oysa kalp gözüyle bakıp, gönül diliyle soranlara hep:
“- Evvelâ şems, ahiran şems, illâki şems, vallahi şems” demekteymiş Mevlâna…
“Çünkü eğer kıblesi aşk ise o’nun
Mihmandarı şems’tir aşka giden yolun…”
Ne var ki Şems; gezginci bir sevdalıdır. Çok kalmaz bir yerde, dolanır durur belde belde… İşte günlerden bir gün yine, gidesi tutmuş Şems’in… Yolcularken onu, şöyle demiş Mevlâna Celâleddin:
“Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendin,
ayrılık atına eğer vurdun inadına;
ama bizi unutma, hatırla ama…
sana temiz dostlar, iyi dostlar, bağdaş dostlar
yeryüzünde de var, gökyüzünde de var;
eski dostla ettiğin yemini hatırla ama…
Sen her gece ay değirmisini
başına yastık edince yollarda;
dizimde yattığın geceleri hatırla ama…
Sen ey, Hüsrev’i kendine kul,
şirin gibi bir nice güzeli esir eden,
aşkının ateşiyle tıpkı ferhat gibi;
benim ayrılık dağını delmede olduğumu, hatırla ama…
Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında
bir aşk ovasını görmüştün hani;
safran dallarıyla, ağustos gülleriyle sarmaş dolaş;
bunu unutma, hatırla ama…
Ey sevgili, dinim aşktır benim
senin yüzünü gördüm göreli
benim dinim senin yüzünde övünür;
ey sevgili bunu unutma, hatırla ama…”
Böyle der ve yolcular Şems-i Tebrizî’yi… Aradan hayli bir zaman geçer. Bir gün, hiç umulmadık bir anda, Şems-i Tebrizî yine çıkar gelir. Mevlâna sitemle karışık bir coşkuyla karşılar onu. Ve derki:
“Demedim mi?
Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im?
Bir gün kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer gene ben’im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma?
Demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben’im asıl?
Onu süsleyen, bezeyen ben’im demedim mi?..
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yere gitme sakın?
Senin duru denizin ben’im demedim mi?..
Kuşlar gibi uzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben’im?
Senin kolun kanadın ben’im demedim mi?..
Demedim mi yolunu vururlar senin?
Demedim mi soğuturlar seni?
Oysa senin ateşin ben’im,
sıcaklığın ben’im demedim mi?..
Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin,
yani beni kaybedersin demedim mi?
Söyle, bunları sana hep demedim mi?..”
Evet, sevgili dostlar… Mevlâna ile Şems’in halleri böy-le… Onlar böyle de bizler ne âlemdeyiz diye soracak olursanız eğer, söyleyecek o kadar çok söz var ki; “ne-reden başlasak acep” diye düşünüyorum doğrusu…
Görmesini bilen –kimi buğulu, kimi pırıltılı, kimi hüzün-lü, kimi yaşlı ve kimi de yollar da kalmış- gözlerde ara-yış var…
Duymasını bilen kulaklar esen yelde ki fısıltılara kulak kabartmış… Martıların davetkâr çığlıklarındaki coşkuyu, hazzı yaşıyor…
Mühürlenmemiş olan kalpler hızla çarpıyor… Damarlar-da dolaşan kan dörtnala koşturuyor…
Bütün bunların hepsi aşk olsun diye oluyor…
Onun için ben derim ki, bir yerden başlamak lazım; aşk için, aşk adına, aşka dair…
Herkes aşka dair neyi varsa dökmeli ortaya ve paylaş-malı tüm insanlarla…
Gören gözlere,
işiten kulaklara,
mühürlenmemiş kalplere
aşk’olsun efendim…
Aşk’olsun
ve dahi
aşkımız daim olsun…
Hoşça kalın,
dostça kalın,
aşkla yaşayın…
14 Şubat 2007 - Maltepe
alıntı