Ayaklarımızı Kaydırmaım!..
Soru:' ın rızasına yürüyen bir insanın
tökezlememeye ve düşmemeye çok dikkat ederek aşması gereken kayma noktaları nelerdir? Bazı kaygan zeminlerde sürçsek ve hatta düşsek bile kalkıp yolumuza devam edebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Evetkulluk yolunda yürüyenlerin ayaklarının kayabileceği bazı tehlikeli noktalar vardır ve biz bu kaygan zeminlere “mezelle-i akdâm” deriz. İnsanın sürçmesine ve düşmesine sebep olabilecek
onu muvakkaten de olsa yolundan edebilecek bu kaygan zeminleri bir çerçeve içinde ifade etmek oldukça zordur. Çünkü
tarih boyunca
çok güçlü ve çalımlı bir edayla yola çıkan ama daha birkaç adım ilerlemeden üzerine bastığı bir nohut tanesinden dolayı tepetaklak giden ve hiç beklemediği bir virajdan uçuruma yuvarlanan binlerce insan olmuştur. Bazen küçük bir çakıl taşıyla tökezleyip yere kapaklanan insanoğlunun
kayacağı zaman ve zemini tahmin etmesi de her zaman mümkün olmayabilir.
Üstad Hazretlerivicdan mekanizmasını ve latîfeleri izah ettiği bir yerde “Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazât ve lâtifeler vermiş ki
bazıları dünyayı yutsa tok olmaz.” diyor; başın bir batman taşı kaldırmasına mukabil gözün bir saçı dahi kaldıramadığı gibi
bazı latîfelerin de saç kadar bir ağırlığa
küçük bir gaflet ve dalâlete dayanamayacağını anlatıyor. Mesela
fıtratımıza öyle acayip bir ihtiyaç ve muhabbet istidadı konmuş ki
dünya ve içindekiler onu doyuramıyor; o ihtiyaç ve o muhabbet
bâkî Cennetten ve saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeye razı olmuyor;
' tan başka hiçbir şeyle huzuru bulamıyor. Zannediyorum
“Milletimizin imanını selâmette görürsem
Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken
gönlüm gül-gülistan olur.” diyen Bediüzzaman hazretleri
hissedilmesi ve dile getirilmesi çok zor olan bu duyguyu da öyle bir latîfenin kendisinde inkişaf etmesi neticesinde seslendiriyor. Bu tür latîfeleri keşfettiği için de bizleri teyakkuza çağırıyor
“Madem öyledir
hazer et
dikkatle bas
batmaktan kork. Bir lokma
bir kelime
bir dane
bir lem' a
bir işarette
bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma.” diyor.
Demek kiharam bir lokma
yalan bir kelime
yasak bir bakış veya gayr-i meşrû bir dokunuş birer kayma noktası oluyor ve bazı latîfelerin sönmesine
hatta ölmesine sebebiyet verebiliyor. İnsan başlangıçta hiç de önemsemediği bu küçük inhiraflar yüzünden zamanla yoldan çıkıyor
kendi kimliğinden uzaklaşıyor
değer ölçülerine karşı yabancılaşıyor ve her an düşebileceği bir kaygan zemine girmiş oluyor; bazen sürçüyor
bazen düşüyor
bazen de yüzüstü kapaklanıyor ve bir daha da belini doğrultamıyor. Hep iki büklüm ve kambur olarak yürümeye mahkum oluyor.
Bediüzzaman Hazretleri' nin"Hücumât-ı Sitte" diyerek ele aldığı en tehlikeli şeytânî tuzaklar da birer mezelle-i akdâmdır. Hubb-u câh
korku
tamâ
ırkçılık
enaniyet ve tenperverlik gibi kapanlara yakalanarak latîfelerini öldüren insanların sayısı da hiç az değildir. Makam arzusu
tanınma tutkusu ve şöhret düşkünlüğü demek olan hubb-u câh az çok hemen her insanda vardır ve başta ehl-i dünya olmak üzere pek çokları için öldürücü bir kayma noktasıdır. Kimseden korkmamanın yegâne çaresinin
korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmak olduğunu bilmeyenler için de havf bir ölüm çukurudur. Bir şeyi hırsla istemek
açgözlülük ve doymazlık manalarına gelen tamâ ise
bazı şer odaklarının mü' minleri bile kendi menfur emellerine alet etmek için kullandıkları
gazâb-ı ilahîyi celb eden ve hayat-ı ebediyeyi bitiren bir tuzaktır. Devlet-i Âliye' nin de sonunu hazırlayan sebeplerden biri olan ırkçılık
insanın en zayıf ve fenalığa en açık damarını teşkil eden enaniyet (benlik) ve hak erlerini bile dört duvar arasına hapseden tenperverlik (rahata düşkünlük) gibi hastalıklar da ayakları kaydıran tehlike noktalarıdır.
Şeytandan gelen bu hücum oklarıisabet ettiği insanları ciddi şekilde yaralayan
yatağa düşüren ve hatta öldüren birer virüs gibidir. Mesela
tamâ hissi
tûl-i emelden
uzun yaşama arzusundan ve bitmeyen isteklerden kaynaklanır; ona yakalanan bir kimse
hiç ölmeyecekmiş gibi hayata bağlanır; gözü asla doymaz
onu da ister
öbürünü de. Bu isteklerini elde etmek için o kapı bu kapı deyip sürünüp dururken hiç farkına varmadan çürür gider. Mesela
tenperverlik ve rahata düşkünlük insanı haneperest yapar. Aslında aile ve yuva dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen
onu evvelen ve bizzat maksud bir iş şeklinde algılayıp bir haneperestlik duygusu içine girme de çok hatarlı bir kayma noktasıdır. “Ya yuvamdan olursam; amaaan ya ailemi kaybedersem;
korusun
ya çocuklarımdan cüdâ düşersem” gibi mülahazalar insanın mukavemet sistemini kıran
onu bütün tehliklere açık hâle getiren düşüncelerdir.
Hususiyle de günümüz insanları için en kaygan zeminlerden birisi enaniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlamaher şeyi şahsî takdir ve tercihlerine bağlama.. umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına
daha doğrusu daralttığı vicdanına göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma.. dolayısıyla dünya kadar himmet ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma.. işte
bütün bunlar
iyi bir mü' min olma yollarında buzlanma hasıl eden ve zincirleme kazalara sebebiyet veren faktörlerdir ve hepsi de bir yönüyle sefahet sebebidir. Biz sefaheti
daha ziyade yeme-içme
zevke-sefaya düşkün olma
sadece cismânî arzular arkasında koşma ve bohemce yaşama gibi şeylere bağlasak ve buna rahat düşkünlüğü desek de
o şekilde bir bencilliğe girme
enaniyet davası gütme de bir ruh sefaletidir. Bu hastalığa yakalanan bir insanın gönlündeki mücadele azim ve karalılığının tahtına enaniyeti tatmin duygusu gelip oturur. İ' la-yı kelimetullah sevdasının
dini dünyaya duyurma tutkusunun yerini
tanınma ve bilinme isteği alır. Karşılık beklemeden dine ve millete hizmet etme mülahazası dünyevî beklenti hücumlarına ve şahsî çıkar düşüncesine mağlup olur. Böyle bir bitiş sürecine giren insanın da artık hiç kimseye faydası olmaz.