***
DIŞARDA
Points: 42.870, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 4,9%
Achievements


Cevap: arkadaşlar yardım edebilir misiniz
Mezhebin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife'dir. Hicri (80-150) de Kufe'de doğdu. Varlıklı bir aileden gelmiştir. Kendisi ilim tahsili yanında ticaretle de meşgul olmuştur. Ticari hayatı, günlük meseleleri iyi bilmesie, problemleri ve ihtiyaçları yakından tanımasına yardımcı olmuştur.
Ebu Hanife insanların ihtiyaçlarını ve dinin genel ilke ve amaçlarını dikkate alarak ayet ve hadisleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Mezhebin en önemli özelliği, ayet ve hadislerin hükmü ile aklın yorumu arasında makul bir denge kurmaya çalışmıştır. Kur'anın genel ilkeleri yanında örf ve adeti, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir.
Dört bine yakın talebesi vardır. Bunlardan kırk tanesi ictihad yapabilecek seviyeye gelmiştir. İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf en meşhur 2 talebesidir. Mezhep genellikle, Türkiye, Balkanlar, Türkistan, Hindistan, Pakistan'da yaygındır. Ebu Hanife, ehl-i rey veya ehl-i ırak fıkhının temsilcisidir.
İMAM - AZAM
Hanefi mezhebinin en büyük imamı olan Ebu Hanife Hazretlerinin ismi Numandır. Lakabı İmam-ı Azam, künyesi Ebu Hanifedir. Ehli Sünnetin dört büyük fıkıh imanından birincisi olan İmam-ı Azam'm ataları Horosan ilinden Küfe'ye gelip yerleşmiştir.
Emevilerden Abdülmelik bin Mervan devrinde, Küfede doğan İmam-ı Azam hayatı boyunca bir çok olaylara şahit oldu. Hacac'ın yaşadığı Irak halkını haraca bağladığı günleri yaşadı. Ömer bin Abdülaziz'in adalet dolu devrini gördü. Emevilerin çöküp Abbasilerin kuruluşuna yetişti. Fakat kendini bu çalkantılara kaptırmadı. Hayatını ilme ve İslam'a hizmete verdi. Çağında okuyan ilimlerin hepsini tahsil etti. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim-i ezberledi. Küfe ve Basra alimlerinden Hadis-i Şerif dersleri aldı.
Babası, Küfe, basra ve Mekke arasında ticaretle meşgul olduğundan, O'da onunla beraber buralara gidip geliyor, muhtelif yerlerdeki alimlerle görüşüyor, onların derslerini dinliyordu.
Ashab-ı Kiram'dan dört zatı gördüğü için Tabiinden sayılan İmam-ı Azam, Hocasına çok sorular sorardı. Öğrenmenin anahtarı sormaktır, derdi. O, öğrenmek istediklerini daima sorardı. Bir defasında hocası ona:
"Beni Kuruttun, Ne varsa benden hepsini aldın" demişti.
Kırk yaşına kadar hep okuyan İmam-ı Azam, yetmiş yıllık ömrünün otuz yılım hocalığa ve fetva vermeğe hasretmiştir.
SORU
anefi mezhebinin imamı İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a) sadece
17 hadis rivayet etmiştir. Bu onun hadiste zayıf olduğunu
gösterir deniyor.
Bu konuyu açıklarmısınız.
CEVAP: Türkiye`de ve İslam coğrafyasının birçok yerinde İslam tarihi
boyunca İmam-ı Azam(r.a)`e atılan bu iftira çok yaygındır. Lehte ve aleyhte
birçok eserler yazılmış, makaleler neşredilmiştir.(1)
Konumuza girmeden önce İmam-ı Azam(r.a)`e yapılan itirazları ele almamız isabetli
olacaktır.
Muhaddislerden Abdullah bin el-mübarek(r.a)`in "Ebu Hanife hadiste yetim idi"(2) dediği
nakledilir. Halbuki bu ifade tenkid olabileceği gibi, övgü manasına da gelir. Çünkü arapçada
yetim kelimesi babası ölmüş kimse anlamına geldiği gibi, tek ve benzersiz manasına da gelir.
(3) Ebu Hanife (r.a)`i Abdullah bin el-mübarek (r.a)`in yaşadığı zamanda hadis konusunda
tenkid edildiğine dair kaynaklarda birşey göremiyoruz. Dolayısıyla bu sözü övgü manasına
hamletmek daha uygun olacaktır.
Ahmed ibni Hanbel(r.a)`de şöyle demiştir: "Ebu Hanife ve ashabı hadis konusunda cahildir-
ler"(4) Ahmed ibni Hanbel(r.a)`in daha sonra bu tenkidi tavrından vazgeçtiğini gösteren bir
ifadesi mevcuttur. Şöyle ki: "Şafii gelip aramızdaki ihtilafı kaldırıncaya kadar Hanefilerle lanetlesirdik."(5)
İbni Ebi Şeybe (r.a) de El musannef isimli eserinde "Ebu Hanife`ye reddiye" isimli bir
bab açmış, 125 meselede Ebu Hanife`nin hadislere aykırı hüküm verdiğini ileri sürmüştür.
Son Osmanlı şeyhu`l-İslamlarından Düzce`li Zahid el-Kevseri (r.a) "en nuketu`t-tarife
fi`t-tahaddus an rududi İbni ebi Seybe ala Ebi Hanife" isimli eserinde bu iddiaları reddet-
miş, bu konuda Ebu Hanife(r.a)`in ayet ve hadislerden kullandığı delilleri göstermiştir.
İbni Adiyy(r.a)`de Hanefilere karşı (hassaten Ebu Hanife`ye) taassupkâr davranan tenkitci-
lerdendir.(6)
Darakutni (r.a) süneninde "Ebu Hanife (r.a)`e hadiste zayıftır" demektedir.(7) Halbuki
Darakutni (r.a)`in Şafii mezhebine karşı tarafgirliği ve Hanefi mezhebine karşı husumeti
meşhurdur.(8)
Hatip el-Bağdadi(r.a)`de Ebu Hanife(r.a)`e karşı ayni tarafgir tenkitlerde bulunmuş, bu
tenkitlerin haksızlığı pekçok alim tarafından reddedilmiştir.(9)
İmam-i Azam (r.a)`e bir tenkitte İmam-i Buhari(r.a)`den gelmektedir.(10) Ancak alimlerden
çoğu Buhari(r.a)`i tarafgir bulmaktadir.(11)
O`nun bu tenkidinde muhaddislerin Hanefilere karşı muhalefetlerinin izlerini bulmak
mümkündür. Çünkü, İmam Buhari(r.a) sahihinin 18 yerinde "kale ba`du`n-nas"(bazı kişiler dedi
ki) diyerek Ebu Hanife (r.a)`in ictihadlarını tenkid etmiş, zımnen hadislere aykırı hüküm
vermekle suçlamıştır.(12)
Tahanevi (r.a) İmam Buhari (r.a)`in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda Nuaym bin Hammad
ile olan arkadaşlığının tesiri olduğunu belirtmektedir. Çünkü Nuaym sünneti takviye sadedinde
hadisler, Ebu Hanife aleyhinde hikayeler uyduran bir yalancı idi.(13)
Kevseri (r.a)`de Buhari (r.a)in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda bir sebep olarak sunu
göstermektedir:
Buhari (r.a) gençliğinde Buhara’daki Hanefilerden fıkıh tahsil etti. 16 yaşında bu tahsi-
lini tamamladı. Daha sonra hadis tahsili için yolculuklara çıktı. Dönünce Buhara alimleri onu
kıskandılar. Bir fetvasını hatalı bularak onu Buhara`dan sürdüler. Bu yüzden İmam Buhari
(r.a)`in Hanefilerle arası açıldı. Ebu Hanife(r.a)`ı hadiste zayıf bulup cerh etmesinde bunun
tesiri olma ihtimali fazla görünmektedir. İmam Nesa-i (r.a) gibi büyük Hadis imamlarının
düşmanlık besledikleri kişileri zayıf bulup cerh etmekten kurtulamamışlardır.(14)
İmam-ı Azam (r.a) düşmanlığı sadece bununla kalmamış, kitapların tahrifi-
ne kadar varmıştır. Nitekim Zehebi (r.a)`in zayıf ravilerin terceme-i hallerine ayırdığı
Mizan`u-l İ`tidal isimli eserine, Ebu Hanife maddesi sonradan eklenmiştir.(15)
İmam-ı Azam (r.a)`in hadis bilmediği ve sahih hadislerle amel etmediği iddiasının yersiz-
liği için İmam Zeylai (r.a)`in Nasbu`r-raye isimli 4 ciltlik muazzam eseri yeterlidir.
Bu eser Hanefi fıkhının dayandığı hadisleri bir araya toplar. İmam-ı Azam hadis bilme-
seydi veya rey`i hadislere tercih etseydi, ictihadlarının bu kadar hadise uygun düşmesi
mümkün olmazdı.(16)
İmam-ı Azam (r.a)bir takım tarihi ve siyasi sebeplerle haksız olarak cerh edildiğinin
diğer bir delili de re`y konusunda ondan daha ileri olan alimlere aynı tenkidin yapılmamış
olmasıdır. Mesela İmam Şafii (r.a) re`ye ondan daha fazla önem vermesine rağmen aynı
tenkide uğramamıştır. İmam-ı Azam (r.a) "Ashabın görüşlerinden birini seçeriz, fakat toptan
terketmeyiz" derken;(17) İmam-ı Şafii (r.a) sahabe kavlini, kitap, sünnet, icma veya kıyasa
muvafık olması ve o konuda nas bulunmaması şartıyla kabul etmektedir.(18)
İmam-ı Azam(r.a) mursel hadisleri re`ye tercih ederken, İmam-ı Şafii (r.a) mursel hadisi
çok az bir istisnası hariç delil kabul etmemektedir. İmam-ı Şafii(r.a) ayetin kıyasla tahsis
edilebileceğini benimserken, Ebu Hanife(r.a) haber-i vahidin dahi kıyasla tahsis edilemeye-
ceğini benimser. İmam-ı Şafii (r.a) mesalih-i mursele ile amel ederken, İmam-ı Azam (r.a)
bunu delil kabul etmemektedir.(19) Oysa mesela yine Hanefi ve Maliki mezhebine göre mursel
hadisler -ravileri güvenilir (sika) olduğu sürece-hüccettir.(20)
Hatta İmam Ebu Hanife (r.a) nazarında mursel hadislerde olduğu gibi maktu` hadisler ve
ilk üç asırda yaşamış durumu bilinmeyen (mestur) ravilerin, rivayetleri dahi hüccettir ve
bütün bunlar kıyastan önce gelir.
Bunun yanında, Ebu Hanife (r.a) nazarında sahabe zamanında fetvaları yaygınlık ve şöhret
kazanmış büyük tabiilerin sözleri de tıpkı sahabe kavli gibi kıyasa tercih edilir ve bunlar
varken kıyas terkedilir.
Ebu Hanife (r.a) yaygın kanaatin aksine kıyası en az kullanan müctehid imamlardandır.
Öyle ki o dört kıyas çeşidi içinden sadece birisin-kıyas-ı müessir-kabul eder ve kullanır.
Diğerlerini -kıyas-ı münasip, kıyas-ı şebeh, kıyas-ı tard-ise delil (hüccet) kabul etmez.
Hatta Hanefiler kıyas-ı münasip ile kıyas-ı şebehin batıl olduğu üzerinde görüş birliği
içindedir.
Buna mukabil ilginçtir İmam-ı Şafii (r.a) mezkur kıyas türlerinin hepsini hüccet kabul
eder ve özelliklede kıyas-ı şebehi çokça kullanır.(22)
Gelelim 17 hadis meselesine. Bu iddiayı Türkiye’de ortaya atanlardan biri de Yaşar Nuri
Öztürk`tür. Öztürk şöyle diyor: "Rivayete göre İmam-ı Azam bu sayının (mutevatir hadisler)
17 olduğunu söylemiştir."(23)
Şayet bu sözlerle mutevatir hadisler işaret ediliyorsa -ki ediliyor- bu hususu gerek
imam Suyuti (r.a) "Katfu`l-ezhari`I-mutenasire`sinde, Kettani (r.a) Nazmu`l-mutenasire’-
sinde zikretmişlerdir. Birincisinde bu sayı 113, ikincisinde ise 360`tir
Gerçekten bu konu hadis alimleri arasında tartışmalıdır. Ancak gerek muhaddisler, gerekse
fıkıhçılar mutevatir hadislerin çokluğu konusunda ittifak halindedirler.(24) İbni Hacer (r.a)
mutevatir hadislerin sayısının çok az olduğunu, ya da hiç olmadığını söyleyenlerin iddiaları-
nı kabul etmez.(25)
Ebu Hanife
Imam Âzam (büyük Imam) lâkabiyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meshur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fikihta Hanefi mezhebinin imami.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yilinda dogdu. Numân ve ailesinin Arap olmadigi kesindir; onun Farisi veya Türk oldugu seklinde degisik görüsler vardir. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeogullari kabilesinin âzatlisi olup, Hz. Ali zamaninda Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerlesti. Zûta'nin oglu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumas ticaretiyle ugrasti. Islâm'in hâkim oldugu bir ortamda yetisen Numân b. Sâbit küçük yasta Kur'ân-i Kerîm'i hifzetti. Kirâati, yedi kurrâdan biri olarak taninan Imam Âsim'dan aldigi rivâyet edilir (Ibn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençligini ticaretle geçirdikten sonra Imam Sa'bî (20/104)'nin tavsiye ve destegiyle ögrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, siir ögrendi. Yetistigi Kûfe sehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düsüncenin, itikâdi firkalarin bulundugu, itikadla ilgili atesli tartismalarin yapildigi rey ehlinin yerlestigi bir sehirdi. Dindar bir ailede yetisen Ebû Hanife'nin de bu itikâdi tartismalara zaman zaman katildigi kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Sa'bî'nin kendisini ilme tesvikini söyle anlatmaktadir: "Günün birinde Sa'bî'nin yanindan geçiyordum. Beni çagirdi ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarsi pazara' dedim. O, 'Maksadim o degil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Sa'bî, 'Ilmi ve ulemâ ile görüsmeyi sakin ihmal etme. Ben senin uyanik ve aktif bir genç oldugunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yapti. Ticareti biraktim, ilim yolunu tuttum. Allah'in inâyetiyle Sa'bî'nin sözünün bana çok faydasi oldu." Kendisinin de belirttigi gibi Sa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasi olmustur. Bundan böyle ticaret isini ortagi Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sira dükkânina ugrayacak, asil isi ilim meclislerine devam etmek olacaktir. O zaman Numan henüz yirmiiki yasindadir (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioglu. Istanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yasadigi yer ve çagda itikâdi firkalar çogalmis, bir sürü sapik firkalar ortaya çikmis, Emevi hükümdarlarinin Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmistir. Mantigi çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir firkaya baglanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartismak (cedel) için sik sik Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din disi oldugunu görerek fikh'a yöneldi. "Arkadasini tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düser" diyordu (Hatib el-Bagdâdî, Târihu Bagdâd, XIII, 333). Kendisi bunu söyle anlatir: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konulari bizden iyi anladilar. Aralarinda sert münâkasa ve mücâdele olmadi ve onlar fikih meclisleri ile halki fikha tesvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayinca ben de münakâsa, cedel ve kelâmi biraktim; selefin yoluna döndüm. Kelâmcilarin selefin yolunda olmadigini; cedelcilerin kalpleri kati, ruhlari kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarini gördüm" (Ibnü'l Bezzâzi, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasiyla onalti yasinda hacca gittiginde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ibn Ömer ile tanisarak onlardan hadis dinledigi, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayilir ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliginde çaginin bütün düsünce akimlarini izledigi, ihtilâflari çok iyi tesbit ettigi zikredilmektedir (Sa'râni, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fikihta karar kilip selefin yolunu izlemeye basladiktan sonra gelenege uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yil Irak'in büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'in derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yillik ögrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmis kadar fetvasinin kirkinin Hammâd tarafindan tasvib edildigi ve yirmisinin düzeltildigini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sirada varolan su dört fikhi ögrendi: Istinbat, Hz. Ömer fikhi, Abdullah b. Mes'ud fikhi, Abdullah b. Abbâs fikhi. Birincisi ser'i hakikatleri arastirip ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Sener, II, i32).
Hocasi Hammâd b. Ebî Süleyman, Ibrahim en-Nehaî ve Sa'bî gibi iki büyük âlimden fikih okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fikhina sahip Kadi Sureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'in fikhindan faydalandi. Ebû Hanife'nin fikhinda daha ziyâde Ibrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fikhinin kaynagi, Ibrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Sah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliga, i, 146). Ayrica Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartisilmaz bir ilim elde etmistir. Onun tâcir olarak halkin günlük hayatiyla iç içe olusu ve sik sik ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düsünce alisverisinde bulunmasi, bu alanda sayginligina sebep olmustur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs, ilmî sohbetlerde bulunmus, onlardan hadis dinlemistir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfi, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ikrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazilaridir (Zehebî, Menâkibu'l-Imâm Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Misir). Kendisi söyle der: "Hz. Ömer'in fikhini, Hz. Ali'nin fikhini, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah Ibn Abbâs'in fikhini onlarin ashâbindan aldim" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle ugrasirken ticareti de bütünüyle birakmadi. Bu, onun helâl rizik kazanmasini sagladigi gibi, ticarî kazancini ve talebelerinin ihtiyaçlarinin karsilanmasini, bagimsiz bir ilim meclisi kurmasini da sagladi. Ebû Yûsuf'un parasinin bittigini söylemesine ihtiyaç birakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardimda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini saglardi (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklari ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir mali satin alirken, sattigi zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü mali üste, iyisini alta koyardi, muhtaç saticiyi sömürmezdi. Bir defasinda bir kadin, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatini sordu. Kadin yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, degerinin yüz dirhemden fazla ettigini söyledi. Kadin yüzer yüzer artirarak dört yüze çiktiginda Ebû Hanife, daha fazla edecegini söyleyince kadin, "Benimle egleniyor musun?" demisti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çagrildi ve fiyati takdir etti: Ebu Hanife o mali bes yüz dirheme satin aldi. Bu olay o zamandan beri halk arasinda günümüze kadar anlatilarak, ticarette dürüstlüge dâir bir darb-i mesel haline gelmistir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandi. Tefekkürü çok, konusmasi az, Allah'in hudûdunu olabildigince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasiz ve bos sözlerden hoslanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fikhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve saglam bir akîde esasi çikararak doktrinini meydana getirmistir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmus, bunlarin kirk kadari müctehid mertebesine ulasmistir (el-Kerderî, Menâkibu'l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8). Müctehid ögrencilerinden en meshurlari Ebû Yusuf (i58), Muhammed b. Hasan es-Seybânî (i89) Dâvûd et-Tâ; (i65), Esed b. Amr (i90), Hasan b. Ziyâd (204), Kasim b. Maan (i75), Ali b. Mushir (i68), Hibban b. Ali (i7i)'dir. Ebû Hanife'nin fikih okulu, talebelerine verdigi dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdigi fetvâlardan meydana gelmistir. Ders verme usûlü eski filozoflarin diyalektik akademi derslerini andirmaktadir. Bir mesele ortaya atilir; bu, talebeleri tarafindan tartisilir ve herkes görüsünü söyler; en son olarak Imam, delil ve istinbat ile bir karara ulasilmasini saglar ve karari delillerden ayirarak veciz cümleler halinde yazdirirdi. Bu sözleri en yakin müctehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fikih kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istisâre, bir diyalog merkezi, bir hür düsünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkin sevgi ve saygisini kazanmasinda; fetvâlarinin her yerde hakli olarak tutulmasinda; ilmi, ihtilaflardan arindirip halka selefin yaptigi gibi bilgi aktarmasi, fitnelere bulasmamasi ve takvasi etkili olmustur. Onun talebelerine verdigi ögütlerde, ilimde hür düsünce ve arastirmanin yollarinin tutulmasi, câhil ve mutaassiplardan uzak durulmasi gibi önemli kayitlar vardir: "Halka yaklas, fâsiklardan uzaklas. Insanliginda kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüsünü sorana bilinen görüsü tekrarla ve sonra o meselede su veya bu sekilde baska görüsler de bulundugunu zikret. Halka yumusak davran, bikkinlik gösterme, onlardan biriymissin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüsüm en dogrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüsü oldugunu ama daha iyi bir görüs getirene uyacagini söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her isittigini yazmamalarini, çünkü yarin görüsünü degistirebilecegini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamistir. Aktif bir sekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katildi. Hayatinin bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karsiydi. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarligi belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardi. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemislerdi. Ancak onlarin iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karsi çikti. Derslerinde firsat buldukça iktidari tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden süphelenilmis, onu kendi taraflarina çekmek, halk nezdindeki itibarindan yararlanmak için kendisine kadilik görevini teklif etmislerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmis ve bu sebepten dolayi iskenceye ugramis, hapsedilmistir (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). Imam, takvâsi, firâseti, ilmî dürüstlügü ve görüslerini iktidara karsi kullanmasi ile halkin büyük sevgisini kazandi. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyusmadi, uzlasmadi. Ticaretten kazandigi helâl rizikla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamligina zimnen bey'at etmisti. Hz. Ali'nin torunlari, kendisi gibi birer birer isyan edip sehid edilirken Imam Zeyd için Ebû Hanife söyle diyordu: "Zeyd'in bu çikisi -Hisâm b. Abdülmelik'e isyani- Rasûlullah'in Bedir günündeki çikisina benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamlari ile olan birlikteligi, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karsi tavri dikkat çekici bir tavirdir. i45 yilinda Hz. Ali (r.a.)'in torunlarindan Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardesi Ibrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve sehîd olmalari karsisinda Ebû Hanife Irak'ta, Imam Mâlik Medine'de açikça iktidari telkin etmisler, bu yüzden ikisi de kirbaçlatilmis, iskence görmüs ve hapsedilmislerdir. Ebû Hanife alenen halki ehl-i beyt'e yardima çagirdigi için hapsedildi ve her gün kirbaçlatildi. Bunun sonucunda yetmis yasinda sehidler gibi öldü. Zehirletildigi de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bagdat'ta, Hayruzan mezarligina defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazir bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasini Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtindan sonra fetvâlari yazilip, doktrini sistemlestirildi. Hanefilik kanun ve asillariyla Islâm dünyasinin dört bucagina yayilmistir. Mezhebi sistematik hale getiren, Imam Muhammed es-Seybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sagir, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adiyla mezhebin ana kaynaklari sayilmistir (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladigi "el-Fikhu'l Ekber", kesin olarak Imam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabidir (Imam Fahrü'l Islâm Pezdevî, Usûlü'l-Fikh, I, 8; Ibnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrica el-Fikhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-Imam Ebî Hanife adli eserler de imamdan rivâyet edilmistir. Bunlarin yanisira kaynak ve arastirmalarda nüshalari bulunamayan baska eserlerden de söz edilmistir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle ugrasmis ve birtakim tartismalara katilmis olmasina ragmen cedelcilerin iddiali üslûbundan uzak kalmistir. Ictihadlarini degerlendirirken kendisi söyle demistir: "Bu bizim reyimizle vardigimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 2i). Kendisine tâbi olacak kimselere de su tavsiye ve ikazda bulunmustur: "Nereden söyledigimizi (verdigimiz hükmün delil ve kaynagini) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kisi ya da mezhebin Islâm'i kusatmasinin mümkün olmadigini biliyordu. Ne Ebû Hanife ne baska bir Imam, kendi ictihadi hakkinda böyle bir iddiada bulunmustur. Onlar hep sahih sünnetin asil oldugunu, sahih sünnet ile sözleri çatistigi takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektigini ögrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmislerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varligini sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasinda ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmustur. Irak'ta dogan bu mezhep hemen hemen bütün Islâm dünyasinda yayildi. Abbâsiler döneminde kadilarin çogu Hanefi idi. Selçuklularin, Harzemsahlarin mezhebi de Hanefilik idi. Osmanli döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmustur (Izmirli Ismail Hakki, Yeni Ilm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmis yillik ömrünü fetvâ vermek, ders halkasinda talebe yetistirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, Islâm âleminin yetistirdigi büyük müctehidlerden biridir. Elli bes defa hacca gittigi nakledilir (Izmirli, I. Hakki, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmistir.
Imâm-i Âzam usûlünü söyle açiklamistir: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen bas üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan baskalarina ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlariyiz."
"Allah'in kitabindakini alir kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'in güvenilir, âlimlerce mâlum ve meshur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbindan diledigim kimsenin re'yini alirim... Fakat is Ibrâhim, Sâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkib, I, 74-78; Zehebî, Menâkib, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fikh, II, i6i; A. Emin, Duha'l Islâm, II, i85 vd).
Imam Muhammed de "Ilim dört türdür: Allah'in kitabinda olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in saglam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'in ashâbinin icmâ'i ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet Islâm fukahâsinin çogu tarafindan sahih ve güzel oldugu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (Ibn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demistir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kisim tenkidler yapilagelmistir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayiftir (Ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayisi onyedi veya elli civarindadir (Ibn Haldûn, Mukaddime, 388,) seklinde özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meshur muhaddisler kadar mütehassis degilse de, "ictihad sûrâsi"nda bu konuda kendisine yardimci olan hadis hâfizlari vardir (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). Ictihadinda, bizzat üstadlarindan ögrendigi dörtbin kadar hadis kullanmistir (Mekkî, Menâkib, II, 96). Bazi hadisleri Hz. Peygamber'e ait olusunda süphe bulundugu, baska bir deyisle hadisin sihhatini tesbit için ileri sürdügü sartlara uymadigi için reddetmistir (Ibn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, degil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayif hadisleri dahi kiyasa tercih ederek tatbik eylemistir. (Ibn Hazm. el-Ihkâm. 929).
Diger taraftan, Kiyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksizlik etmistir. Çünkü sahâbeden beri kiyas tatbik edilmis ve diger imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmislardir. Ebû Hanife: i-Kiyasi kâidelestirmis, 2- Sik kullanmis, 3- Henüz vuku bulmamis hâdiselere de tatbik etmistir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; Ibnu'l-Kayyim, Ilâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, i87).
Yine, "Istihsan" metodu basta Sâfii olmak üzere birçok âlim tarafindan agir bir sekilde mahkum edilmis ve bazi kimseler tarafindan da yalniz Ebû Hanife'ye nisbet edilmistir. Halbuki mesele mukayeseli bir sekilde incelendiginde istihsani reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânin çok farkli oldugu görülecektir.
Imam Sâfii'ye göre Istihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir seyi begenmesi, güzel bulmasidir." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu isi yapar. Eger benzerine aldirmadan bir deger biçerse, tutarsiz ve haksiz bir is yapmis olur. Allah'in helâl ve harami ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kiyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). Istihsan ile hükmeden, Allah'in emir ve nehiyleriyle bunlarin benzerlerini terketmis, kafasina estigi gibi davranmis olur (el-Umm, VII, 267-272).
Ibn Hazm'da Istihsan, nefsin arzuladigi, begendigi sekilde hükmetmektir (el-Ihkâm, 42). "Bu bâtildir, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana degisir" (Ibtâlu'l-Kiyas, 5-6) demistir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kiyas gibi mûteber delillerden birine degil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsani nasil anladigina dâir sarih bir ifade nakledilmemisse de, onun benimsedigi hüküm ve ictihad usûlünün, yukarida zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadigi sâbittir. Kaldi ki onun istihsana göre verdigi hükümlere dayanarak mensuplarinin ortaya koydugu istihsan tarifleri yukaridakilerden tamamen ayridir (Hayreddin Karaman, Islâm Hukukunda Ictihad, s.137).
Istihsanin iki anlami vardir:
i- Ictihad ve re'yimize birakilmis miktarlarin tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karsilik kesilecek hayvanin takdirlerinde oldugu gibi.
2- Kiyasi bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayirarak genis izah ve misaller veriyor ki bunlardan çikan neticeye göre istihsanin ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli baska bir kiyas sebebiyle kiyasi terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamiyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalniz Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çikmis oluyor. Imam Sâfii, istihsan lâfzini birinci mânâda kullanmistir (el-Mekkî, Menâkib, I, 95). Imam Mâlik, "Istihsan ilmin onda dokuzudur" demis ve ictihadinda buna genis bir yer vermistir (Amidî, el-Ihkâm, 242; el-Mekkî, Menâkib, I, 95 vd.).
Imam Ebû Hanife'nin ictihâdindan bazi örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâi soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve dogrulurken niçin ellerinizi kaldirmiyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptigina dâir sahih bir rivâyet gelmemistir.
-Haber nasil sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasindan, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza baslarken, rükûa varirken ve dogrulurken ellerini kaldirdigini" haber verdi.
-Bana da Hammâd, Ibrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'in yalniz namaza baslarken ellerini kaldirdigini, bir daha da kaldirmadigini" haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babasi yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve Ibrâhim haber verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, Ibrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. Ibn Ömer'in sahâbî olusu ayri bir fazîlettir, ancak fikihta Alkame ondan geri degildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardir. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tir!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayi tercih etmistir (Karaman, a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtinda Ebû-Hanife, hadise dayanmis, fakat üstadlari oldugu için râvilerini daha yakindan tanidigi bir hadisi digerlerine tercih etmistir.
2- Bir kimse digerine kâri ortak olmak üzere satmasi için bir elbise veya ayni sartla yapip kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karsiliginda bir adam kiralanmis oluyor. Imam-i Âzam'a göre bu bir ortaklik akdi degil isticâr (kira) akdidir ve sartlarina uygun olmadigi için fâsidtir (Ebû Yusuf, Ihtilâfu Ebî Hanîfe ve Ibn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsi, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).
Ayni akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, Ibn Ebî Leylâ tarafindan câiz görülmüstür.
Bu kiyas ictihâdinda iki müctehid, makisûn aleyhleri farkli oldugu için iki ayri hükme varmislardir.
3- Keza bir kimse, digerine mahsulün yarisi, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmaligini teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtildir. Çünkü arazinin sahibi adami meçhul bir ücret karsiliginda kiralamistir. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre Imam söyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir sey çikmazsa bu adam bosa çalismis olmayacak mi?" Ebû Yusuf ve Ibn Ebî Leylâ ise sahâbe görüslerine dayanarak ve mudârabe akdine kiyas ederek bu islemi câiz görmüslerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 4i-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farkli din sâliki gayr-i müslimlerin birinin digerine sâhid veya vâris olmasi, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki Ibn Ebî Leylâ, onlarin iki ayri din sâliki iki ayri millet olduklarini kabul ederek birinin digerine sâhit ve vâris olmasini câiz görmemistir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
Imam-i Azam'in fikih tedvinindeki öncülügü
Islâm ilimlerinde fikhin konularinin düzenli olarak belirlenmesiyle bunlarin kitap, bâb, fasillara ayrilarak yazilmasi Islâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasidir. Imam Muhammed es-Seybânî'nin telifiyle ortaya çikan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayati ince ayrintilariyla içine alan besyüzbin meseleyi hükme baglamistir. Bunlar yazili küllî fikih kâideleri olarak Islâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynaklari olmus, yüzyillarca serhleri yapilmistir. Çagdaslarinin Ebû Hanife'yi asiri rey taraftarligi ile suçlamalari bile daha sonralari onun görüslerinin baska kavramlar adi altinda kabulünü engellememistir. Ebû Hanife'nin bir diger özelligi, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarisini bütün meseleleri yeni bastan edille-i ser'iyye kaynaklarindan çikarmasidir. Islâm'in esaslarina uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabin görüsünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüsünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet i32 yilinda Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (i79) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüstü; hacca gelen çesitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, i36 yilinda Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un basa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahserî, el-Kessâf, ii, 232). Çagdasi Imam Câfer el-Sâdik ile mütâbakati vardir. Iki yil onun meclisinde bulunmus ve, "bu ikiyil olmasa Numân helâk olurdu" demistir. Hicrî i50 yilinda vefât ettiginde yakinlarina, "Halifenin gasbettigi hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmistir.
Imâm-i Azam bazi rivâyetlere göre iskence edilirken, zehirlenerek öldürülmüstür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona baskadi olmasi teklifi yapilir, o her defasinda reddeder, böylece sonunda yemegine zehir katilarak sehid edilir. Ibn el-Bezzâzi de Ebû Hanife'nin hapisten çikip evine döndügünü, ancak devletin onu halkla temastan engelledigini ve evinde gözetim altinda tutuldugunu zikreder (el-Bezzâzi, Menâkibu'l-Imâmi'l-A'zam, II, i5). Ebû Hanife'nin cenaze namazinda ellibin kisi bulunmus, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katildigi söylenmistir.
Çagdaslari içinde degisik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ibn Cüreyh, Câ'fer-i Sadik, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Imâm-i Âzam ile büyük Imam Muhammed Bâkir arasinda geçen söyle bir olay anlatilir: Muhammed Bâkir, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kiyasla degistiren sen misin?" diye sormus; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyik olan bir sekilde yerine otur. Ben de bana lâyik olan sekilde yerime oturayim. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatinda sahâbîleri nasil saygi duyuyorlarsa ayni sekilde ben de size saygi besliyorum. Simdi sen bana kadinin mi erkegin mi zayif oldugunu; kadinin mirasta erkege nisbetle hissesini; namazin mi orucun mu efdal oldugunu, idrarin mi meninin mi pis oldugunu söyler misin? " diye sormus. Imam Bâkir da kadinin mirasta iki hissesi oldugunu; erkekten zayif oldugunu; namazin oruçtan efdal ve idrarin meniden pis oldugunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kiyas yapsaydim kadin erkekten zayiftir diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapildiktan sonra gusledilmesini, meni çiktiktan sonra sadece abdest alinmasini söylerdim. Kiyasla dedenizin dinini degistirmekten Allah'a siginirim" (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmus gibi farzederek takdîrî fikih hükümleri ortaya koymus, örfü ve istihsani sik sik kullanmis, ticârî akidlerdeki ictihadlarinda ilk defa ortaya hükümler çikarmistir. Onun en önemli özelliklerinden birisi, sahsi hak ve hürriyetleri savunmasidir. Âkil bir insanin sahsi tasarruflarina hiç kimsenin müdâhale edemeyecegini savunarak fikihta büyük bir reform yapmistir. Âkile ve bâlige bir kizin/kadinin evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait oldugunu savunurken babasi dahi olsa, hiç kimsenin sahsi velâyet hakkina müdâhalede bulunamayacagini söylemistir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çogu görüslerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüsünü yalniz basina cumhura karsi -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadir. Ona göre velâyet, hürriyeti kisitlar ve zedeler. Genç erkegin nasil hür velâyeti varsa, genç kizin da olmasi gerekir. Maslahat disinda bu mutlâka sarttir. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine baglamis, insanin mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmus ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayit altina almasinin karsisinda yer almistir. Insanin kendi mülkî tasarrufu eger baskasina zarar verici olursa, o zaman bu meselede suurlu bir dinî vicdana basvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düsmanlik ve çekisme, dinî duygularin zayiflamasina, hattâ fitne ve zulme yol açar. Insanin dinî duygusu zayifladiktan sonra bunu hiçbir sey telâfi edemez, kalp katilasir, dinden uzaklasilir, bugzetme ve düsmanlik yayginlasir, tecâvüz ve çekismeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çikar. Iste kisaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbaligina karsi kisisel özgürlükleri savunurken, ayni zamanda dinin sivil gelisim tarzini da ilk defa böyle sistemli bir fikihla ortaya koymustur.
Ebû Hanife'nin bir baska önemli görüsü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanin fâiz almasini câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada Islâmî hükümler tatbik edilmediginden, müslümanin düsman rizasiyla onlarin mallarini almasi câizdir. Evzâî bu konuda karsi çikarak, fâizin her yerde her zaman haram oldugunu söylemis, kâfirlerin mal ve canlarinin müslümanlar için haram oldugunu istihrac etmistir. Ebû Yusuf ile Imam Sâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüsüne katilmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak seyleri mübah kilmasi ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardir. Bu bakimdan o bir çok meselede kolaylik getirmistir. Onun Dârü'l-Islâm'in Darü'l-Harb'e dönüsmesi için getirdigi sartlar da Cumhurun görüsünden farklidir. O, düsman istilasi ile birlikte ayrica Dârü'l-Harb'in sirk ahkâmini uygulamasi, baska bir Dârü'l-Harb'e bitisik olmasi, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zimmî kalmis olmasi halinde oranin Dârü'l-Harb olmadigini söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile Imam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâminin uygulanmasini yeterli görmüslerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).
Vakif konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayitla mukayyed olmadigini savunurken, mâlikin kendisinin yaptigi vakifta ne kendisi ne mirasçilari hakkinda lâzim bir vâkif olmamakta, vakif âriyet hükmünde olmaktadir. Yani vâkif, âriyetin câiz oldugu kadar câizdir. Rakabesi vâkfin mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasilati vâkif cihetine sarfolunur. Vâkif, sagliginda vâkiftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, Ibn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermistir. O söyle demistir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'i söyle derken isittim: "Allah'in ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçilar mirastan mahrum edilemezler, buyurmustur. Yine Hz. Ömer demistir ki: "Eger bu vâkfimi Hz. Peygamber'e anmamis olsaydim, ondan dönerdim." Üçüncü delili, mali vâkif ile hapsedip tasarruftan alikoymanin fikih kâidelerine karsi gelmek seklindeki akli delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete baglidir, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir ser'î nass bulunmadikça bâtil olmaktadir. Birsey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çikmaz.
EBU HANİFE
İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi. "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333). Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz. Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. Abbâs fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132).
Hocası Hammâd b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın fıkhından faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şöyle der: "Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi. Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218). Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b. Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190), Hasan b. Ziyâd (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali (171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş. İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b. Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır. 145 yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi. Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır. Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı. Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi. Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir. Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır.
İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd).
İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96). Bazı hadisleri Hz. Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir. (İbn Hazm. el-İhkâm. 929).
Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).
Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir.
İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar. Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272).
İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42). "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir. Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s.137).
İstihsanın iki anlamı vardır:
1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.
2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor. İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95). İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd.).
İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir.
-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.
-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir.
2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).
Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür.
Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.
3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır. Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü
İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır. İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır. Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır. Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır. İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232). Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır. İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir. Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir.
İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir.
Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş. İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır. Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır. Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır. Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler. Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlâka şarttır. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır. İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar. İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.
Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir. Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır. Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir. Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır. O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).
Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır. Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir. Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur. Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir. O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz. Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim." Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz.
ALINTIDIR
Mecnun Misali
Leylâ’nın Zülfüne Hemen Gönül Bağlama. Çünkü seni AŞK Çöllerinde Gezdirip Duran Leylâ Değil
Mevlâ’dır Hep…