Gecenin karanlığında uyandı. Kalktı hemen pencereyi açtı.
“-Sübhânellezî yuhyil mevtâ ve hüve alâ külli şey’in kadîr.

(Ölüleri dirilten ve her şeye gücü yeten Allâh’ı her türlü eksik ve noksan vasıftan tenzih ederim.) dedi.

Abdest aldı biraz öyle kaldı. Seccadeye yöneldi serdi oturdu. Salavat getirdi ellerini kaldırdı boyun büktü yalvardı. Birkaç damla gözyaşı döktü. İçini tesbihine döktü. Tesbih tanelerini gönlüne doldurdu gönlü tesbih oldu. Elini semânın uçsuz bucaksız derinliklerine kaldırdı heybesini doldurdu. Tevbe ve istiğfarda bulundu. Bütün zerreleri buna dâhil oldu.

“Estağfirullah el-azim”
(Sen ne kadar yüceler yücesisin Sen’in mağfiretini dilerim.) derken kendisi küçüldü küçüldü eridi kayboldu.
Sonra huzura alındı. Sanki cennet bahçelerinde salındı. Yüreği yandı Rabbini hemencecik yanında sandı. Şimdi ne müthiş bir andı.
“-Allâh’ım özledim!..” derken gözünden yaşlar boşandı.
“Lâ ilâhe illâllâhu’l meliku’l hakku’l mübîn”
(Hiçbir ilâh yoktur sadece apaçık bir hak ve her şeyin sahibi olan vardır.) cümlesini tamamlayamadı. Ağladı ağladı…
“Muhammedü’r-Rasûlullâh es-Sâdık’ul va’di’l emîn”
(Va’dine sâdık güvenilir ve Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed!..) dedi ferahladı.
Sanki Rasûlullah yanındaydı demin. Salavâta başladı dili tatlandı salavât katlandı o kanatlandı.

ümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”
(Ey
Yüce Allâh’ım!.. Seyyidimiz Efendimiz Muhammed’e O’nun âilesine ashâbına salât ü selâm olsun!..)
Rasûlullâh’ı görüyormuş gibi gözünde canlandırdı. Ayakları yerden kesildi sanki Rasûlullâh’ın kalbine girdi. Orada kendini gördü. Sûreler okuyup Allâh’ın Habîbi’ne hediye etti.

Sonra gecenin derinliğinde ölümün soğukluğunu düşündü.
“-Tefekkür-i mevt.” dedi.
İçi titredi. Sanki sur üzerine üflendi. Öldü dirildi telkin verildi. Kefen biçildi salâ söylendi. Azrail’i gördü sanki yakın tanıdığıymış gibi bir sıcaklık hissetti. Mezara girdi. Hiç kimsenin olmadığı yalnızlar ve garipler mekânı burası...
Elhamdülillah îmânı vardı. Bunun en büyük kâr olduğunu bilse de onu bir korku sardı. Sarardı… Allâh’ın izniyle amelleri ona arkadaş olacaktı. Mahşere çıktı mizana baktı dizleri titredi cehennem kükredi.
Rabbinin huzurunda durdu. Ve suâl olundu:
“-Ne getirdin?”
Yutkundu yutkundu…
“-Gariplik.” diyebildi.
O gün orada mü’minleri rahmetinin içine alacak elbet… Ama rahmeti gibi gazabı da şiddetli olacak!.. Mücrimler kaçacak yer arayacak her yer daralacak. O da endişe içinde Rasûl’ünü aradı.
Mahşer meydanında koşuştururken nûrdan bir topluluğa rastladı. Hepsinin önünde Âlemlerin Efendisi’ni gördü. Kalbini O’nun kalbine rabtetti. Öylece kala kaldı. Nebevî feyz bütün rûhunu sardı. Rabbi’ne yakınlaştı huzur deryasına daldı. Bu tefekkürden ayrılıp biraz önce tattığı beraberliği namazla taçlandırmak istedi. Tam seher vaktiydi. Üç kalbi birleştirdi. İnsanın kalbi gecenin kalbi Kur’ân’ın kalbi… Üç gül derdi. Birini Rabbi’ne birini Rasûl’üne birini üstâdına verdi. İkisi gonca birisi tam yedi verendi.

Yeniden tesbihini eline aldı. Dili hep damağında kaldı.
“- !..” nağmeleri inci taneleri gibi kalbinden döküldü. Zikrin tadını buldu. Kalbinde ayrı bir sıcaklık duydu. Zikirle mutmain olmak bu muydu? Mânevî tahsil yapıyordu. Her sınıfta farklı dersler görüyordu. Kağıt kalem ve satırlar kullanılmıyordu bu tahsilde... Derslerin mahalli kalpler ve sadırlar idi.
Diplomasını en büyük muallim olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- verecekti. Heyecanı kat be kat arttı. Rûhunun yelkenleri dalgalandı. Yolun sonu yok mânevî ufuklar engin… Bu yolculuk sonsuzluğa bu yolculuk sonsuz huzura…
Ne mutlu yüz akı ile âhirete göç edebilenlere!.. Ne mutlu sıratı geçebilenlere âb-ı Kevser’den doyasıya içebilenlere!..