Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde “Asr-ı ‎Saadet’in izdüşümü” denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm al­ma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkârane yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman Hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.
Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğuya bir talebesini göndermişti. O zât, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki ‎yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, “Aradığım insanları şimdi buldum!” demekten kendimi alamamıştım. Zaten ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ‎ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hâsıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların ‎gayretleriyle gün yüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyir Gündüzalp idi.
Bir insanı tanıma vesileleri
Zübeyir Ağabeyi tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim, ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü bazen onun çağırması, bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zan­net­miyorum. Dolayısıyla, ben de Zübeyir Ağabeyi tam tanı­dığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan in­sanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini dü­şünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuy­la bazı hususlara değinmek istiyorum.
Üstadın havarîsiydi
Çok sevdiğim, saygı duyduğum Zübeyir Ağabeyin zaman zaman yanına gider gelirdim. Çok ciddî, sevgisini dışa vurmazdı. Bir-iki defa bana nasihat etmişti. Onun soluklarını dinlerseniz, Üstada öyle delice medyundur. Hakikaten o, imanın üzerine konan tozu toprağı onunla süpürmüş ve öyle bir ruh haleti içinde derin bir medyuniyet taşımıştır.
Zübeyir Gündüzalp, Hz. Bediüzzaman’ın ileri talebelerinden, alperenlerden birisi. Devasa, derin bir girdap gibi müphemiyet ve muğlakiyetlerle her zaman başımızı döndüren bir Zübeyir Gündüzalp. Konuşurken bulanık konuşurdu. Bir sürü hastalıkları vardı. Zannedersiniz ki, böyle göklerden gelen bir ses, sizin sinenize çarpıyor... Bunlar, çok önem­li misyonu temsil eden, çok önemli mevhibelerle beslenen insanlardır.
Hiç başka bir şey olmasa, Zübeyir Ağabey, hiç Nurları bilmese, Üstadın huzurunda bulunmuşluğun ona verdiği bir şey vardır ki, teker teker tırnağı kadar parçalasaydınız onu, aklının köşesinden muhalefet etme geçmezdi. Tepeden tırnağa bir acayip vefaydı o. O bir kutuptu, başlı başına bir kutup. Üstadın havarîsiydi.
Mehabet insanıydı
İstanbul’da Süleymaniye dershanesinde bana öyle lâtif şekilde anlattı ki gençlikle sıhhatin gaflet kaynağı olduğunu... İnsan farkına varamaz. O zaman iyi anladığımı zannediyorum. Mehabet insanıydı. Genç olmasına rağmen, tabiî o zaman bize göre yaşlıydı, çok temkinli, çok dikkatli, oturuşu-kalkışı-duruşu ile sürekli Allah’ı hatırlatan bir hâli vardı.
Ulu orta konuşmazdı. Ağzını açtığında Üstaddan bahsederdi. Sungur Abide nasıl Risale bilgisi esastır, evirir çevirir, her şeyi ona getirir; onda da Üstadın şahsına bir bağlılık vardı. Denseydi ki: Üstadın sarığı sarılırken neden kulağı dışında kalmış? Onun bir meziyet olduğunu anlatmak için âdeta yırtınırdı. Senin inadına sarığını sarar, kulağını dışarıda bırakırdı. Öyle bir insandı, yürektendi. Meselâ bazıları vardır ki, bir şey yapar, ısrar eder de istiskal edersiniz onu... Sun’îdir... Fakat onun bağlılığı inandırıcıydı, şakası yoktu. Ve yaşına göre çok olgundu. Vefat ettiği zaman 71’­de 50 yaşlarındaydı.
Birisi Üstada itiraz etmiş. Gece sabaha kadar “Said Nursî Ra­diyallahu Anh, Said Nursî Radiyallahu Anh…” demiş. İçin­de şüphe bırakır diye sabaha kadar “Said Nursî Ra­di­yal­lahu Anh…” demiş. Fakat başka birisi yapsa size sun’î gibi ge­lir. Fakat o, çok samimî, yürekten söylerdi.
Bir dava adamı
Zübeyir Ağabeyde gördüğüm en dikkat çekici özellik, ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, “din uğrunda çalışıp çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma” manasına geldiği gibi, “yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyattan, mün­ke­rat­tan uzak durma”yı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, “Allah’ın sevip hoş gördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip, hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince ka­rarlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup, Onun her­kes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak” demektir.
Zübeyir Ağabey de, evvelen ve bizzat İslâm’a ve Kur’­an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalp ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslâm’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimize, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında baş­ka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli “mesleğin esasları”ndan bahisler açardı.
Üstad Hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstada bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, meselâ siz, “Üstad Hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zü­be­yir Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirme­diği kalırdı. O kadar ciddî ve yürekten bir bağlılığı var­dı Üstada karşı… Nurlara bağlılığından mı Üstadın zâtına yü­rü­yordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşu­yordu, bilemeyeceğim. Fakat Bekir Berk onun hakkında “Üs­tadın yaver-i azam”ı derdi.
Zübeyir Ağabeyin güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Haddizatında, ciddiyetsiz ve lâubali bir kimsenin “dava adamı” olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalp ve vicdanında ciddîliğe ulaşamamışsa, o sadece “yıldız” görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe, uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihin altının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki dışta itkan olsun... İnsanın iç dünyası ciddî olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin... Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nü­ma­yandı, ciddî ve vakur hâline rağmen de hep inşirah vericiydi.
Zübeyir Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlığı vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilâç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa, özel odasında bulunan bir çuval ilâcını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek ka­dar azdı. Sadece bir bölüm, seccadeyle kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal, abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, “sâ­bikûn-u evvelûn” gibi gayet sade, samimî ve Allah’la irti­batını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal, ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilâçtan başka sermayesi yoktu; yani para değeri olan bir şey varsa, o da ilâçlarıydı. Bir de, Üstadımızın üzerin­de namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıy­met­liydi.
Zübeyir Ağabey, kendisini görenlerde hemen “inanmış bir insanı görmüş olma” hissî uyandırırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, lâtifesi yoktu, ama muhataplarını mutlaka inan­dırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddî bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu, bana ait bir fazilet değildi; onun üslûp bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hz. Üstada ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.
İdam sehpası da olsa...
Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam göz yaşlarımı tutamam... Her okuyuşumda, samimî, yürekten ve söy­lediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu:
“Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’aniyemizden do­layı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir lütf-u İlâhî biliriz.”
Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i’lâ-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.
Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ıstırap karşısında kalpten bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş.’ haberi kar­şısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olma­sı lâzım gelir.” diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri dur­mu­yordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’an tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam e­di­leceksem, sehpaya ‘Allah Allah, yâ Resulallah!’ sad­a­la­rıy­la koşarak gideceğim.” demek, ancak Zübeyir Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.
Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabeyin vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyir Ağabeyin, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.
Zübeyir Ağabey, dualarında ısrarlı davranır, Üstadından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşür­mez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i âciza­nem­ce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, “Cenab-ı Haktan bazı ekstra şeyler istemek” manasına gelir. Böyle bir iste­ğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “il­hah”tır, yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir.
Sema ağlıyordu...
Zübeyir Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyiine katılma imkânını lütfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birdenbire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü?” diye sormadım; çünkü “ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanîlerin âdeta yarış yaptığı” hakikatinin Zübeyir Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, “secde izi”yle nakşolmuş samimî bir sima ve dırahşan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatinin canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.
Zübeyir Ağabeyi yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabe, vefatından az önce ken­disine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uza­nır­ken ağlar ve şöyle der:
“Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şahadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk, sabrettik, ama rahatlık ve mal mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!”
Onları anlamadılar
Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar, ama dünya onları tanıyamadı. Onların mahviyet, tevazu ve haca­let­le mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan ba­zıları gururlarına, kimileri hasetlerine ve bir kısmı da ben­cilliklerine yenildiler ve ne Hulûsi Efendiyi, ne Tahiri Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu, ne de Mehmet Feyzi’yi ta­nı­yabildiler... Oysa onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hz. Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler. Hasan Feyzi’ye, Hafız Ali’ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendiye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Feyzi’yi, Atıf Efendiyi ve Asım Beyi mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının halesini teşkil eden, her biri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hâlâ dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risalelerini dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar, herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı…
Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular; el âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların her birisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı, ama nadanlar bunu anlayamadılar. Zaten sohbet-i na­danla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklene­mez­di. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?
M.fethullah gülen...