Lütuf ve kerem sahibi Yüce Allah’a hamd;
O’nun Sevgili Resulü’ne, Ehl-i Beyt’ine, Sahabelerine…
Mahlûkatın adedince salât ve selâm…
Merhaba Dostlar;
Her gün sokağa çıkıyoruz, köşedeki bakkal, sokağı süpüren çöpçü, iş yerine koşturan insanlar…
Hep aynı.
Belki her gün birkaç komşumuza, ahbabımıza selam veriyoruz. Akrabaları, uzaklardaki arkadaşları yokluyoruz telefonla, işler güçler iyi. Herkes yerli yerinde. Hep aynı.
Caddeler hep insanla dolu. Arabalar akıp gidiyor daima.
Ağaçlar, her sene mevsimi gelince filizleniyor, yaprak çıkarıyor, sonra döküyor.
Hep aynı.
Sanki dünya hep aynı döngüleri yaşıyor.
Biz de yaşıyoruz. Yaz oluyor, kış oluyor, hayat devam ediyor.
Hep aynı.
Peki, gerçekten de böyle mi?
Her şey aynen devam mı ediyor?
Etmiyor galiba…
Yoksa bu dünyanın kurulu düzeni bizi aldatıyor mu?
Her an her şeyin değiştiği bu alemde, hangi illizyon, hangi sarhoşluk bu bizi aldatan?
Tıpkı bir havuz gibi bir yandan dolup bir yandan boşalan, şu koca dünya bizi aldatıyor olmasın sakın!...
Doğumhanelerin çocuk çığlıkları, hastanelerin hasta avazları, çoğu defa kulaklarımıza kadar gelmiyor. Eğer bir cenazeye katılmamışsak, mezarlığın her gün binlerce insanı yuttuğundan haberimiz de olmuyor.
Şu, batılıların ‘rütin’ dedikleri yeknesaklık içinde, yaşayıp gidiyoruz işte…
Eğer böyle ‘yaşayıp gidiyorsak’, sizce de bir tuhaflık yok mu bizde?...
Sevgili dostlar;
Müslümanlığın neresinde olursak olalım, hiçbir zaman unutmayalım ki ölüm ve hayat ikiz kardeştir. Birini aldınız mı, diğerini de yanında verirler. Hayatı taşıyan, beraberinde ölümü de taşıyor.
Her can fidanının dibinde, kendini zehirleyen bir fena tohumu var. Bir gün yiyip bitirecek bizi de bu fanilik.
Eğer yeniden ve bu kez bitmeyen, saadet dolu bir hayatı istiyorsak; bu gün, şu an bizimle beraber gezen ölümün, aslında bize büyük bir fırsat kapısı açtığını da bilelim.
Hayat nasıl büyük bir fırsatsa ölüm de bir fırsat, ebedi hayat için.
Hayat fırsatını iyi değerlendirenler; ölüm fırsatına da hazır olurlar.
Ömür sermayesi, boşa gitmişse eğer, asıl o zaman korkulur ölümden.
Kimine göre “dünyanın en korkunç olayı”, kimine göre ise “düğün günü” olan ölümü konu aldık bu sayımızda.
Evet, ister korkalım istersek korkmayalım; ölüm her an yakın bize. Hatta beraberimizde taşıyoruz ölümümüzü. Ecel kâğıdımız boynumuza asılmış bir kere…
İşte, ölümü bu kadar yakın ve beraber görünce, ondan ürkme duygusu da gider bir zaman sonra. Her gün beraber olduğu arkadaşından, ürker mi insan? Aksine samimiyeti artar ona karşı. Ünsiyet kurar.
Bu, aynı zamanda gerçekçi bir yaklaşımdır. Hayat ne kadar gerçekse ölüm de bir o kadar gerçek. İnsan ancak, ölümle bu kadar samimi olursa ölümden korkmaz.
Fakat onu çok uzak gören, -hâşâ- “kendine veya sevdiğine bir türlü ölümü yakıştıramayan” (ne demekse!), kendini dünyada kalıcı gören bir kimse elbette ölümün gölgesinden bile ürkecektir.
Böyle kimseler, en iyi ihtimalle, imanın tadını tam olarak alamamış kimselerdir. Hayatta hep bir başınadır onlar. Hayatı bir mücadele gibi görürler. Yaptıklarının hesabını hiç vermeyecekmiş gibi boylarını aşan işlere kalkışırlar.
İçlerinde yalnızlıklarını büyütürler.
Her gün, dünyanın nice eğlenceleriyle bastırılan yalnızlık duygusu, içlerinde kör bir kuyuya dönüşür.
Derinleştikçe derinleşen, insana adeta her adımda hafakanlar gördüren bir dipsiz kuyu.
Onlara dipsiz bir kuyudur yaşamak, ölümden köşe bucak kaçtıkları için.
Oysa hayatı da ölümü de Yüce Hak’kın bir ayeti, işareti olarak görenler, böyle değildir. Her dem imanına dayanan yüce gönüller, ölüm gerçeğini yakın bir arkadaş gibi görür kendine…
Bilirler ki bu âlem de hayat da geçici bir konak, asıl yurdumuz ötelerde.
Bizi bekliyor…
Yine bilirler ki ölümü sevimli kılabilmek kendi elimizde.
O en yüce merhametli olanı düşündükçe, daha bir severler ölümü…
Affı ve merhameti, gazabını geçmiş olanı düşündükçe...
O, şefkat ve rahmet sahibi Rahman ve Rahim’i.
SÜLEYMAN KARAKAŞ
GÜLİSTAN DERGİSİ