3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Konu: Tasavvufi Ahlak

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 455.346, Level: 100
    Points: 455.346, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 100,0%
    Overall activity: 100,0%
    Achievements
    SiLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    EMEKTAR KURUCU

    .
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    ISPARTA
    Mesajlar
    18.956
    Points
    455.346
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Tasavvufi Ahlak

    Tasavvufi Ahlak
    Tasavvufi Ahlak…ARİF VE MARİFET


    Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de; “ALLAH’ı hakkıyla takdir edemediler” (el-En’am 6/91) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde “ALLAH’ı hakkıyla tanıyamadılar” denilmektedir.

    Marifet ALLAH’ın kullarına emrettiği ilk farz olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk: “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyat 51/56) buyurmaktadır. İbn-i Abbas (r. a.) “liya’budûn” (ibadet etmek için) kelimesini “liya’rifunî” (Beni bilsinler) şeklinde tefsir etmiştir. (Abdurrahman Sülemî Risâleler çev. Süleyman Ateş 82.)

    ALLAH’ın Rasulü (s.a.v.) Efendimiz bir hadisi şeriflerinde; “Bir evin temeli o evin esasıdır. Dinin esası ise ALLAH Teala hakkında marifet yakîn ve kötülükten men edici akıl sahibi olmaktır. ”Hz Aişe (r. a.) annemizin; “Anam babam sana feda olsun Ya RasulALLAH men edici akıl ne demektir” diye sorması üzerine Rasulullah (s.a.v.); “Kişinin ALLAH’a asi olmasını engelleyen ve Rabbına hırsla itaat etmesini sağlayan akıldır” buyurmuştur. (Kuşeyrî Risale’de geçen bir hadis 488.)

    Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî ve ruhî yolculuğa seyr-i sulûk denilir. Bu yolculuğun nihayetinde olan derecelerden ilki ise marifettir. Marifet ve irfan genellikle eş anlamlı olarak kullanılan kavramlardır.

    Marifet sözlükte bilgi tecrübî ve amelî bilgi tanımak aşinalık herkesin yapamadığı ustalık demektir. Bir tasavvuf terimi olarak ise sûfîlerin ruhanî halleri yaşayarak manevî ve ilahî hakikatleri tadarak iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak elde ettikleri bilgi irfan anlamına gelir. Ayrıca tasavvuf kelimesinin müteradifi olarak da kullanılmaktadır. (Kuşeyrî Risale 488.)

    Kul halka yabancı nefsinin şerrinden berî nefsin kötü arzularından temiz olur gönlüyle ALLAH’a yalvarır her an O’na başvurursa ‘muhaddes’ yani Hakk tarafından kendisine bilgi verilen ilham alan kişi olur. Kalbine Hakk’ın sırları dolar. Bu yoldan Hakk’a dair elde edilen bilgiye marifetullah buna sahip olan kişiye de ârif-i billah ehl-i marifet veya ehl-i irfan denir. (Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğü 347; Selçuk Eraydın Tasavvuf ve Tarikatlar 316.)

    Ayrıca ârif sûfîliği en iyi yaşayan ve bilen velidir. Sûfîler marifetin kendisinden çok onun sebep sonuç ve belirtileri hakkında açıklamalar yapmışlardır. Her bir sûfî kendisine bahşedilen fuyûzât nisbetinde konuşmuş ve yaşadığı vaktin içinde bulunduğu manalarına işaret etmiştir.

    Kuşeyri’ye göre sâlik ilk aşamada Hakk’ın birliğini O’nun sıfat isim ve fiillerini tanır. (Ayrıca bkz. Mustafa Bilgen Yüksek İslam Ahlakı 411.) Sonra ibadet ederek riyazet ve mücahede ile çile çekerek nefsini arındırır. Bu noktadan sonra Cenabı Hakk kendisini kuluna tarif eder. Böylece Hakk kulun mârufu (bilineni) olur. İşte gerçek marifet budur. Yani marifet Cenab-ı Hakk’ın kendisi hakkında kuluna verdiği bilgidir. (“Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi istedim” hadisi de buraya işaret etmektedir.) Bu bilgiyi alan sâlik artık ârif veya ârif-i billah olarak isimlendirilmektedir.

    Beyazıt Bistamî bir sözünde ilk aşamaya temas ederek marifeti aç karın ve çıplak bedenle yani çile çekerek bulduğunu söylemiştir. (Bkz. Kuşeyrî a.g.e. 492.) Buna marifet-i nefs denir ki; sâlikin kendisini bilmesidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdullah Farukî İslamda Zikir ve Rabıta. Marifeti Nefs ve Nefis Nertebeleri.)
    Nitekim bir hadisi şerifte “Nefsini bilen rabbini bilir” denilmiştir.

    Zunnûn Mısrî ise marifete sahip olmayı kulun gayretinden sonraki aşamada olduğundan bahsederek; “ALLAH’ı O’nun kendisini bana tanıtması yoluyla tanıdım. Yani o marifet verdiği için marifete sahip oldum” demiştir. Bu ifade şu anlama gelmektedir: Mahlûkatın varlığı ancak Hakk’ın vücudu (varlığı) ile kâim ve dâimdir. İlim ve marifet ise varlıktan sonra gelmektedir. Yani bir şey var olacak ki; bilinebilsin. Burada sâlikin varlığı da Hakk’ın varlığı iledir. Öyleyse sâlikin Hakk’ı bilmesi yine Hakk ile olmaktadır. (Ankaravî Minhâcü’l-Fukarâ 267.)

    Cüneydi Bağdâdî’nin şu sözü bu görüşü destekler durumdadır: “Marifet Hakk’ın ilminin var olduğu yerde senin bilgisizliğinin mevcut olmasıdır. ”Biraz daha izah eder misiniz diyen bir zâta; “Aslında arif de O’dur maruf da (bilen de O’dur bilinen de)” şeklinde cevap vermiştir. Mutasavvıflar bu sözü şöyle anlamaktadırlar: Sen sen olmak itibariyle ALLAH katında cahilsin bilgin yoktur. O tanıttığı için kendisini tanımaktasın.

    Aynı manaya gelmek üzere Sehl b. Abdullah Tüsterî de; “Marifet bilgisizlik hakkında bilgidir (ALLAH katında bir şey bilmediğini bilmendir)” demiş; (Kelâbâzî Ta’arruf 97.) Beyazid Bistâmî ise bunu; “Hakk’ın zâtını anlamaya çalışmak cehalettir” (Abdurrahman Sülemî Tabakâtü’s-Sûfiyye 74.) diye ifade etmiştir.

    Marifet ehli olabilmenin evveli zühdî bir yaşantı ve ALLAH’ı çok zikretmektir. Sâlik kendisini bildiği ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk ile tanışır. Sûfîlere göre Aziz ve Yüce olan ALLAH hakkında tam anlamıyla marifet sahibi olmak imkânsızdır. Hz. Ali’nin şu sözü de bu manayı ifade eder: “Marifet ALLAH hakkında kalbinde ne tasavvur edersen et Hakk’ın onun zıddı olduğunu bilmektir.” (Kelâbâzî a.g.e. 193.) Zira Cenabı Hakk’ı hakkıyla tanımak yine kendisine mahsustur. Bir kul O’nu tanımak için olanca gücünü harcadıktan sonra O’nu tanımasının imkânsız olduğunu anladığında hakiki ve en mükemmel marifete ermiş sayılır. Bu ariflerin marifette ulaşabilecekleri son noktadır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ebu Bekir (r. a.) “Marifet sâlikin ALLAH hakkında marifet sahibi olmaktan aciz olduğunu idrak etmesidir” (Serrâc Luma 56.) demiştir.

    Rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî bir sohbetlerinde hikmet ve marifet kavramlarını birlikte değerlendirerek bunların ilk menşei hakkında şunları ifade etmiştir: “(Sâlik) Hakk’ın zatından gayrı ne varsa tamamen kalpten çıkarır. O kadar ki herhangi bir şey hatırlamaya çalışsa yine hatırlayamaz. Böyle bir hal geldikten sonra kalp nasıl eşyayı hatırlayabilir ki! İşte Ehlullah katında bu hale fena derler. Sâlik artık fenadadır bu şeyden yani hepsinden fena bulmuştur. Bu tarikata atılan ilk adımdır. Burası O’nun ezelî ebedî nurlarının sonu değil başlangıcıdır. Burası hikmetlerin ve marifetlerin gelişme menşei ve doğuş yeridir.” (Abdullah Farukî Yahşihan Mektubat Sohbetleri 1992.) Hz. Ali (r. a.) efendimiz de bu noktayı dinin başlangıcı olarak kabul etmektedir. (Mustafa Bilgen a.g.e. 411.)

    Ebu Hafs; “ALLAH Teala hakkında marifet sahibi olduğumdan beri kalbime ne hak ne de batıl geldi” der. (Kuşeyrî a.g.e. 489.)

    Ruveym; “Marifet arif için bir aynadır oraya baktığı zaman Mevla’sının kendisine tecelli ettiğini görür” demiştir. (Kuşeyrî a.g.e. 491.)

    Şiblî ise şöyle der: “Marifetin başı ALLAH’tır sonunun ise sınırı yoktur.” (Kuşeyrî a.g.e. 489.)

    Fâris Bağdâdî de; “Marifet maruf (olan ALLAH)’ı müşahede halinde kişinin tamamen kendisinden ayrılmasıdır” der. (Kuşeyrî a.g.e. 489.) Bu ise sâlikin fenâ olmasıyla yani başka bir şeyle meşgul olmamasıyla mümkündür…

    Aliyyân’a ‘Mevlânla halin nasıldır?’ şeklinde bir soru sorduklarında şöyle demiştir: “O’nu tanıdıktan sonra (başkasıyla meşgul olmak suretiyle) kendisine ezâ ve cefâ etmedim. ”O’nu ne zamandan beri tanıyorsun sorusuna ise; “Bana deli divane dediklerinden beri” cevabını vermiştir. (Kuşeyrî a.g.e. 489.)

    Arif nefsine ne kadar yabancı olursa Rabbini bilmesi (marifeti) de o kadar olur. İçinde dünya düşüncesi olan kimsenin marifeti doğru değildir. Zira doğru marifet Hakk’tan başkasını bırakmaz. Marifet doğru oluca arif marifetinden de geçer ve marufta kaybolur. Böylece arifin Hakk’a yakınlığı Hakk bilgisinin yani marifetinin artması ile mümkün olmaktadır. Ancak bu artma Cenabı Hakk’ı bizâtihî tanımakla değil; O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede ile ve kainatı seyrederek(Kuşeyrî a.g.e. 489.) mümkün olabilmektedir.

    Marifetin elde edilme yolları:

    Bilgi iki yolla elde edilir:

    Marifet-i şuhûdî: Keşf yoluyla hâsıl olan bilgidir. Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakikatlere bunları yaşayarak ve temaşa ederek ulaşma haline keşf; bu yolla elde edilen bilgiye ise marifet-i şuhûdî denir.

    Marifet-i istidlâlî: Kıyasla kazanılan bilgidir. Daha önceden kazanılan bir bilgiden faydalanılarak yeni bilgilere ulaşma şeklidir.

    Sâlikin bu iki yolla elde ettiği bilginin birincisine ‘marifet-i Hakk’ diğerine ise ‘marifet-i mahlûk’ denir. Marifet-i Hakk ALLAH’ı ALLAH ile bilmek marifet-i mahlûk ise ALLAH’ın yarattıklarını yine ALLAH’ın nuru ile bilmektir. Hz. Ali (r. a.) şöyle der: “ALLAH’ı ALLAH’la ALLAH’ın yarattıklarını ise O’nun nuruyla bildim.” (Selçuk Eraydın a.g.e. 316.) Bu iki marifet insan idrakinin iki temel halidir.

    Marifet türleri:

    Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî marifet ikidir der. Birisi Hakk’ı bilmek diğeri hakikati bilmektir. Hakk’ı bilmek en bariz sıfatlarla vahdaniyeti ispattır. Hakikati bilmenin yolu yoktur. Çünkü Rabbın hakikatini anlamak mümkün değildir. (Sülemî Risaleler 83.)

    Marifet sahibi bir kul için üç çeşit marifet husule gelmektedir:

    Marifet-i nefs kişinin kendini ve hakikatini bilmesidir.

    Marifet-i Mübdi’ kişinin mûcidini yaratanını bilmesidir.

    Kişinin mûcidine karşı fakr-u ihtiyacını bilmesidir. (Selçuk Eraydın a.g.e. 317.)

    Bu üç marifet çeşidini îkan ve yakîn kavramlarıyla izah etmek yerinde olacaktır. Çünkü arif olan kimsenin önce îkan yani yakîn sahibi olması icap eder.

    Îkan yakîn sahibi olmak yakınında bulunmak demektir. Ayrıca bu kavram istidlal ve akıl yoluyla elde edilen doğru ve kesin bilgi hakkında kullanıldığı gibi sâliki tam olarak tatmin eden sağlam bilgi manasında da kullanılır.

    Yakîn ise şüphe ve tereddüde meydan bırakmayan doğru bilgidir. Vâkıaya uygun değişmez inançtır. Delillerle değil iman gücüyle apaçık görmektir. Bir başka ifade ile bir şeyin hakikati konusunda kalbî itmi’nandır. Nitekim bir haberde: “Yakîn tamamıyla imandır” (Taberanî el-Mucemü’l-Kebîr 8544; Beyhakî Şuabu’l-İman 48.) buyrulmuştur.

    ALLAH’ı bilmekten anlaşılması gereken bunun aklî bir faaliyet veya bilimsel bir çaba olmayıp tamamen îmanî bir durum olmasıdır. ALLAH’ı bilmek O’na sarsılmaz bir imanla bağlanmak O’nun sevgisini her şeyin üzerinde görmekle mümkün olmaktadır. (Mustafa Bilgen a.g.e. 411.) Bir bakıma marifet imanın tadını tatmaktır.
    Yakîn müşahede (Hakk’ın kalpte tecellileriyle bulunması) anlamına da gelir ve üç türlü yakîn vardır:

    İlme’l-yakîn: Tereddüde mahal vermeyen kesin bilgi.

    Ayne’l-yakîn: Gözle görerek elde edilen kesin bilgi.

    Hakka’l-yakîn: O şeyi yaşayarak elde edilen kesin bilgidir.

    Kur’an-ı Kerim’deki yakîn kavramlarından ilme’l-yakîn şeriat; ayne’l-yakîn tarikat hakka’l-yakîn marifet ve hakikat olarak değerlendirilmiştir. (Bkz. Sühreverdî Avârifü’l-Meârif 49; H. Kamil Yılmaz Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar 235.) Bu anlamda bir şiir:

    Şeriat tarikat yoldur varana
    Hakikat marifet ondan içeri.

    Rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî “Kulu ALLAH’a yaklaştıran yolların kapıları” konulu sohbetlerinde rıza kapısını açıklarken yakîn kavramından hareketle izaha çalışılan marifet konusunda şunları ifade etmişlerdir: (Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdullah Farukî Sobetleri; Ayrıca bkz. Selçuk Eraydın a.g.e. 84.)
    Rıza Kapısı: Bu kapı kuldan Hz. ALLAH’ın razı olduğu kapıdır. Bu kapıya ancak akıl sevgi iman ilim amelle yaklaşılır. Bunlar ihlâsla yapılırsa yanaşılırsa ulaşılabilir. Yine bu kapıya ulaşabilmek için de kulun kendi çabası önemlidir. Bu çabalar sayılamayacak kadar çoktur. Fakat bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.

    Şeriatın emirleri tamamen yapılırsa
    Tarikatın hususları tamamen uygulanırsa
    Marifetin emrettikleri tatbik edilirse
    Hakikate ulaşılır.”

    Marifet türlerinden sonra marifetin belirtileri ve ârifin vasıflarından bahsetmek yerinde olacaktır.


    Rehber Dergisi | Yakup YÜKSEL | Sayı: 67


  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 455.346, Level: 100
    Points: 455.346, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 100,0%
    Overall activity: 100,0%
    Achievements
    SiLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    EMEKTAR KURUCU

    .
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    ISPARTA
    Mesajlar
    18.956
    Points
    455.346
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tasavvufi Ahlak

    Tasavvufî Ahlâk… HAYÂ

    Hayâ; sözlükte diri ve canlı olma hicap utanma ar sıkılma koruma kontrol etme hatırda tutma demektir. Istılahta ise; insanı zarardan men eden duygu rahat ve rehavetten alıkoyan saygı hissi utanılan bir şey veya kişi göründüğü zaman sıkıntı ve değişiklik gerektiren hâl ve sıfat kınanma endişesi sebebi ile nefsin bir şeyi yapmaktan veya yapmamaktan sıkılması anlamlarında kullanılmaktadır.(1) Bu vasfı taşıyan kimseye “hayâ sahibi” denir. Tasavvuf terimi olarak ise hayâ; salikin bütün kötülüklerden ve günahlardan utanarak çekilmesi ve uzak durması ALLAH’ın huzurunda dava ve iddiayı terk etmesidir.(2)


    Hayâ iki türlüdür:

    a) Tabiî (hususî) hayâ: Mahrem yerlerinin açılmasından dolayı insanın utanması bu türdendir. Hz. Osman (r.a.)’dan nakledilen şu haber buna en güzel örnektir. O demiştir ki: “Gerçekten ben evimin karanlık banyosunda yıkanırken ALLAH Teâlâ’dan hayâ ettiğim için belimi iki büklüm yaparım.”(3)

    b) Dinî (umumî) hayâ: ALLAH’tan korkan bir Mü’min’in günah işlemekten utanmasıdır.(4) ALLAH Rasûlü’nün “ALLAH’tan hakkıyla hayâ ediniz!”(5) hadisinde emrettiği hayâdır.

    ALLAH’ın emir ve yasakları ile her bir davranışı yine ALLAH’ın rızasını kazanmak için ihlâsla yerine getirmeye çalışan bir kulun tevbe rıza sıdk ihlâs gibi ahlakî vasıflar yanında hayâ vasfına da sahip olması gereklidir. Çünkü hayâ kulun ALLAH’ın gözetimi altında olduğunun idraki içinde günah işlemekten sıkılması ve kendini bu tür eylemlerden geri çekmesi olarak anlaşılmaktadır. Nitekim bir âyet-i kerimede ALLAH Teâlâ: “(İnsan) ALLAH’ın kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu?”(6) buyurmaktadır.

    ALLAH Rasûlü (s.a.v.) “Hayâ imandandır.”(7) buyurmuşlardır. Yani hayâ kâmil bir imana ulaşabilmek için sahip olunması gereken önemli bir ahlakî erdemdir. Hayâ imanla olan bu münasebeti sebebiyle insanın bütün amelî yönünü kuşatmaktadır.

    Bu durumu Hz. Peygamber (s.a.v.) şu şekilde ifade ediyorlar:
    Nebi (s.a.v.) bir gün ashâbına; “ALLAH’tan hakkıyla hayâ ediniz!” buyurmuşlar Ashâb’ın da; “Ey ALLAH’ın Rasûlü elhamdülillah biz ALLAH’tan hayâ ediyoruz.” şeklinde cevap vermesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) sözlerine şöyle devam etmişlerdir: “Hakiki hayâ o değildir. Gerçekte Hakk’tan hayâ eden kimse başı (baştaki organları gözü kulağı dili) ve başın içindeki (düşünceleri) korusun karnı ve karnın ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin ölümü ve musibetleri hatırlasın. Âhireti isteyen kimse dünya hayatının ziynetlerini terk etsin. Böyle yapanlar ALLAH’tan hakkıyla hayâ etmiş olurlar.”(8)

    Yine bir diğer hadîs-i şerifte “Hayâ tümü ile hayırdır.”Hayâ sadece hayır getirir.”(9) buyrulmuştur.

    İbn-i Atâ hayânın hayır getirdiğini ve gerçek hayâ sahibi kulların hayır üzere bulundukları konusunu şu şekilde ifade eder: “En büyük ilim olan marifetullahın neticesi heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden heybet ve hayâ duygusu gittiğinde artık o kulda hayır kalmaz.”

    Hayâ mutasavvıflar tarafından değişik açılardan ele alınarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamalar bazen en çok hayâ edilmesi gereken Hakk Teâlâ bazen halk bazen de her ikisi üzerinde yoğunlaşmaktadır.

    Zinnûn-i Mısrî hayâ konusunda şunları söyler: “Geçmişte Rabb Teâlâ’ya karşı işlediğin günahların verdiği sıkıntı tesiri ile kalpte oluşan bir heybetin varlığına hayâ denir. Yani ‘ALLAH beni gördüğü halde ben bu işleri nasıl yaparım!’ demek hayâdır.”
    Zinnûn ‘aşk hayâ ve havf’ üçlüsünü bir diğer sözünde şöyle bir araya getirmiştir: “Aşk konuşturur (bir şeyi seven onu çok anar) hayâ susturur havf (ALLAH korkusu) hüzünlendirir.”

    Seriyyu’s-Sakatî zühd ve verâ ile bağlantılı olarak hayâ ve üns hakkında şöyle der: “Hayâ ve üns kalbin kapısını çalarlar. Eğer burada zühd (dünya sevgilerinden uzaklaşma) ve verâ (şüpheliyi terk etme) bulunursa konaklarlar. Aksi halde çekip giderler.”

    Fudayl b. İyâd beş şeyin şekavet ve bedbahtlık alâmeti olduğunu söyleyerek bunlar içerisinde hayâsızlığı da sayar. Bunlar kalp katılığı ağlamayan göz hayânın azlığı veya yokluğu dünyaya rağbet ihtiras ve tûl-u (uzun) emeldir.
    Yahya b. Muâz “Bir kimse itaat halinde ALLAH’tan hayâ ederse o kimse günah işlerken ALLAH ondan hayâ eder (de günahına bakmaz).” demiştir.

    Cüneyd-i Bağdâdî’ye hayâdan sorulduğunda hayânın ortaya çıkış şekline işaret ederek şu cevabı vermiştir: “Önce ALLAH’ın nimetlerini sonra da ibadet ve ameldeki kusurları görmektir. Bu iki durum arasından bir hâl doğar ki ona hayâ adı verilir.”

    Vâsıtî de; “ALLAH’a verdiği sözü bozan ve günahlara dalan kişi hayânın kalbi yakmasından hâsıl olan zevki tadamaz.” diyerek her güzel ahlâkta olduğu gibi hayâda da ALLAH’a yakınlık ve manevî zevkler bulunduğunu ifade etmiştir.

    Denilmiştir ki: Hayâ sahibinin alâmeti; utanılacak bir yerde ve durumda görülmemesi ALLAH Teâlâ’nın azameti karşısında kalbin sıkılması hadisesidir. Zira hayâ edenden sel gibi ter boşanır. Bu da o kişide bulunan faziletin eseridir.(10)

    Mutasavvıfların ifadelerinden hareketle genel olarak hayânın üç neviden meydana geldiğini söylemek mümkündür: Hakk’tan hayâ halktan hayâ her ikisinden hayâ.

    Bunlardan başka hayânın şu gibi nevilerinin de bulunduğu bildirilmiştir:

    1. Cinayet (günah işleme) hayâsı: Âdem (a.s.) bunun örneğidir. Hz. Âdem (a.s.)’a “Benden firar mı ediyorsun?” denilinceHayır! Tersine (işlediğim günahtan ötürü) Sen’den hayâ ediyorum.” cevabını vermiştir.

    2. Kusur hayâsı: “Sen’i tesbih ve tenzih ederiz Sana hakkıyla ibadet edemedik!” diyen meleklerin hayâsı gibi.

    3. Tazim ve iclâl hayâsı: Aziz ve Celil olan ALLAH’tan hayâ ettiği için kanadının altına gizlenerek kendini saklayan Cebrail (a.s.)’ın hayâsı gibi.

    4. Kerem hayâsı: Ümmetinden hayâ ettiği için “Evden çıkın!” diyemeyen Rasûlullah (s.a.v.)’in hayâsı gibi. ALLAH Teâlâ bu konuda “…Ve sohbete dalmaksızın…”(11) buyurmuştur. (Sahâbe Rasûlullah’ın evinde geç vakitlere kadar sohbete dalar Rasûlullah da hayâ ettiği için onlara “Gidin!” diyemezdi.)

    5. Haşmet hayâsı: Hz. Ali (r.a.)’ın hayâsı gibi. Hz. Ali Rasûlullah (s.a.v.)’in kızı Hz. Fâtımâ (r.anhâ) ile evli olduğu için mezi çıkmasının hükmünü Rasûlullah’a sormaktan hayâ etmiş ve bunu sormasını Mikdâd b. Esved’den istemiştir.

    6. Hakir görme (istihkâr) hayâsı: Hz. Musa (a.s.)’ın hayâsı gibi. Hz. Musa; “Dünyevî bir ihtiyacım zuhur ediyor fakat bunu izale etmeni Sen’den istemekten hayâ ediyorum yâ Rabbi!” demiş bunun üzerine ALLAH Teâlâ; “Hamurunun tuzuna koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste!” buyurmuştur.

    7. Nimet hayâsı: Bu Rabb Teâlâ’nın hayâsıdır. Sırat köprüsünü geçen her bir kula bir mektup verir. Kul açar bakar ki içinde; “Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan hayâ ettim. Hadi Cennet’e git. Affıma mazhar olduğun konusunda şüphen olmasın.” ibaresi yazılıdır. Bu haber konusunda Yahya b. Muâz’ın şu sözü söylediği bildirilmiştir: “Tenzih ederim o Yüce ALLAH’ı ki kul günah işler; fakat (kul değil ALLAH) kendisi utanır.”(12)

    Hayâ bütün dinlerde insanların Hakk’tan ve halktan utanması olarak görülmüş ve bu ahlâkî vasfı ortadan kaldıran bir hükme de rastlanamamıştır. Hayâ aynı zamanda Hakk’ın vasıflarından bir vasıf olup ilâhî bir ahlâka sahip olması gereken salikin de bu sıfatla muttasıf olması icap etmektedir. Aynı zamanda hayâ bütünüyle kişiyi hayra götüren bir vasıf olduğundan onu kötülüklerden korur. Hayâ sahipleri Hakk Teâlâ’yı her yerde hazır ve nazır bilirler böyle bir şuurla davranışlarını ihsan mertebesi ölçüleri dâhilinde düzene koyarlar.(13)

    Burada ihsan ile hayâ arasındaki farkı belirtmek yerinde olacaktır. İhsan ALLAH’ı görüyormuş gibi ibadet etmek demek iken; hayâ gerek olumlu gerekse olumsuz davranışlar konusunda ALLAH’ın kendisini gördüğünü bilerek O’ndan utanma ve günahlardan uzak durma hissi taşımaktır.

    Salik için hayânın lüzumu aşikârdır. Zira hayâ etmeyen kimse kötülüklerden korunamaz kötülüklerden uzaklaşmayan kimse de sûfî olamaz. Gerçek manada Hakk’tan ve halktan hayâ eden kişinin kötü söz söylemesi çirkin bir fiili işlemesi ve hoş olmayan bir durumda görülmesi mümkün olmadığı gibi hayâdan nasibi olmayan birinin de yapmayacağı bir kötülük bulunmamaktadır.(14)

    Şunu hemen ifade edelim ki hayâ kişinin dinini öğrenmesine mani değildir. Çünkü utanılıp sorulamayan her konu dinin eksik öğrenilmesine ve yanlış uygulanmasına sebep olabilmektedir. Ümmü Süleym (r.anhâ) buluğa erdikten sonra gusül abdesti almanın kadınlara da farz olup olmadığını Hz. Peygamber’den sormuş Efendimiz (s.a.v.) kadınların da gusül yapmaları gerektiğini emrederek şöyle demiştir: “Şu Ensar’ın kadınları ne iyi kadınlardır. Onların hayâları dinlerini öğrenmelerine engel olmaz.”(15)

    Hayâ kadın erkek her Mü’min’de bulunması kaçınılmaz olan ahlâkî bir vasıf olduğundan insanı insan yapan değerlerden bir tanesidir ve ne güzeldir. Rasûlullah Efendimiz’in lisanıyla; “Kadınlarda olursa daha da güzeldir.”

    Ve’s-selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ!


    Rehber Dergisi |Yakup YÜKSEL |Sayı :41

    Kaynakça:
    1. Kuşeyrî Risale terc. Süleyman ULUDAĞ Dergâh Yay. İst. 1991 s. 360; ULUDAĞ Süleyman Tasavvuf Terimleri Sözlüğü Marifet Yay. İst. 1996 s. 229.
    2. YETİK Erhan İsmail-i Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri İşaret Yay. İst. 1992 s. 203.
    3. Sühreverdî Avârifu’l-Meârif Terc. Dilaver SELVİ Umran Yay. İst. 1995 s. 665.
    4. Herevî Menâzilü’s-Sâirîn s. 21.
    5. Tirmizî Kıyamet 24.
    6. el-Alak 96/14.
    7. Buharî İman 16.
    8. Tirmizî Kıyamet 24.
    9. Buharî Edeb 77.
    10. Bkz. Kuşeyrî a.g.e. s. 360-363.
    11. el-Ahzâb 33/53.
    12. Bkz. Kuşeyrî a.g.e. s. 363.
    13. İsmail Ankaravî Minhâcü’l-Fukarâ s. 188.
    14. YETİK Erhan a.g.e. s. 204.
    15. Müslim Hayız 33.

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 455.346, Level: 100
    Points: 455.346, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 100,0%
    Overall activity: 100,0%
    Achievements
    SiLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    EMEKTAR KURUCU

    .
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    ISPARTA
    Mesajlar
    18.956
    Points
    455.346
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Tasavvufi Ahlak

    TASAVVUFİ AHLÂK

    DUA - III |Yakup YÜKSEL | Rehber Dergisi | Sayı : 60


    Dua ve sükût/rıza ilişkisi:

    Kul için faziletli olan ihtiyacı söylemek anlamına gelen dua mıdır yoksa susmak ve rıza göstermek midir konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Şimdi konu hakkında yapılan bazı izahlara değinelim:

    Bazılarına göre dua bizâtihi ibadettir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) “Dua ibadetin özü iliğidir” buyurmuştur. İbadet olan bir şeyi icra etmek onu terk etmekten elbetteki daha üstündür. Sonra dua aynı zamanda ALLAH’ın kulu üzerindeki hakkıdır. Eğer ALLAH Teâlâ kulunun duasını kabul ederse ne âlâ; kabul etmezse ve kulunu muradına kavuşturmazsa bu takdirde kul Rabbinin hakkını ifa etmiş olur. Çünkü dua ubûdiyetle ilgili fakr ve ihtiyaç halinin açığa vurulmasından ibarettir. Bu konuda Ebû Hazm: “Dua yapmaktan mahrum kalmam duanın kabul edilmesinden mahrum olmamdan daha çok zoruma gider (Çünkü başka bir duamda o isteğimin kabul edilme ihtimali vardır).” demiştir. (KuşeyriRisâle 432)
    Diğer bazılarına göre ilahî hükmün ve kaderin cereyanı karşısında sükût etmek ve hiçbir arzuya sahip olmamak daha mükemmel bir haldir. Hak Teâlâ’nın irade ve ihtiyarına dayanarak kadere rıza göstermek daha evladır. Bunun için Vâsıtî; “Ezelde senin için takdir edilen şeyi ihtiyar etmen içinde bulunduğun zamana ve hadiselere karşı koymandan senin için daha hayırlıdır.”

    (KuşeyriRisâle 432) demiştir. Onun için Rasûlullah (s.a.v.) Hak Teâlâ’dan haber vererek; “Zikrimle meşgul olduğu için bir dilekte bulunmayan kuluma dilek sahibi kullarıma verdiğinden daha üstün şeyler ihsan ederim” buyurmuştur. (Tirmizî Sevâbü’l-Kur’an)
    Bazı âlimler bu iki farklı görüşü değişik şekillerde birleştirmişlerdir. Şöyle ki:

    Kulun lisan bakımından dua sahibi kalp bakımından rıza sahibi olması ve dilde duayı kalpte rızayı bulundurması icap eder. Böylece her iki görüşe göre de en uygun olan şeyi yapmış olur.

    Vakitler muhteliftir. Bazı hallerde dua sükûttan efdaldir edebe uygun olan da budur. Diğer bazı hallerde sükût duadan efdaldir. Aynı şekilde bu da edebdir. Bu hal duruma ve vakte göre bilinir ve tayin edilir. Çünkü vakit ve hale ait bilgi o vakit içinde hasıl olur. Kul dua etmesi gerektiğine dair kalbinden bir işaret alırsa dua etmesi evla olur. Sükût etmesi gerektiğine dair bir işaret alırsa sükût etmesi efdal olur.

    Kul için münasip olan dua halinde Rab Teâlâ’yı müşahede etmekten gafil olmamaktır. Bundan sonra dua etmek isteyen kulun kendi halini gözetmesi yani murakabe etmesi icap eder. Eğer içinde bulunduğu anda duadan daha çok ferahlık ve genişlik hissederse onun için evla olan dua etmektir. Şayet dua esnasında duadan men’e dair kalbinden men ve sıkılmaya benzeyen bir işaret alırsa onun için evla olan o anda duayı terk etmektir. Eğer kalbinde ferahlığın artması veya bir engelleme halinin husûlü gibi bir durum hissetmezse bu takdirde dua etmek veya duayı terk etmek yekdiğerine eşit olur. Bu durumda bulunan kulun üzerinde ilim şuur ve sahv (yani uyanıklık hali) galipse dua etmesi daha iyi olur. Çünkü dua ibadettir. Eğer içinde bulunduğu vakitte üzerinde marifet hal ve sükût galipse susması daha doğru olur.

    ALLAH Teâlâ’nın hakkı Müslümanların nasibi ve faydası bulunan hususlarda dua cihetini tercih etmek daha doğrudur. Kulun kendisine ait haz ve nasip bulunan hususlarda sükût etmesi daha mükemmel bir haldir.
    Özetle nâsın bazısı her ne kadar Cenâb-ı Hakk'ın kazâ ve kaderine rızâ gösterip sükût eylemeyi duaya tercih etmişlerse de muhakkik âlimlerin ekserisi “Duayı terk etmek kazâya rızâ göstermek fikriyle bir şey yememek içmemek şiddetli kışta elbise giymemek hasta olunduğunda ilâç muharebede silâh kullanmamak gibi bir takım meşru' olmayan hareketleri irtikâb etmek gibidir.” demişlerdir.

    Hususîyle dua ile ihtiyacı belirtmek Cenâb-ı Hakk'a ilticâ olduğundan tek başına bir ibâdettir. Şu halde lisânen dua etmek ve kalben tazarruda bulunmak gerekmektedir.
    Ayrıca şu da var ki; değişen şartlara göre bazen dua etmekten daha hayırlı bir durum da söz konusu olabilmektedir. Mesela sabır gerektiren bir konuda dua etmek yerine bazen sabrı tercih etmek gerekmektedir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bir sahabeye; “İster sabret ister dua edeyim. Fakat sabır daha iyidir” buyurmuştur. (Buhari Merda 6) Duasında ALLAH’tan bizzat sabır isteyen birine de; “ALLAH'tan bela istedin afiyet de iste!” demiştir. (Tirmizî Daavât 99)

Benzer Konular

  1. Tasavvufi Sözler
    By ArzuNur in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 15.06.09, 23:21
  2. İslam Düşüncesinde Tasavvufi Yorumlar Sunusu
    By BuRaK in forum İlahiyat - Din Kültürü Ödev
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.06.09, 14:02
  3. İslam dışı ahlak...(kötü ahlak)
    By ArzuNur in forum Ahlak Bilgileri
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 03.06.09, 21:34
  4. Tasavvufi Sözler.....!
    By emacid in forum Tasavvuf
    Cevaplar: 8
    Son Mesaj: 24.05.09, 16:49
  5. İlm-i Ahlâk
    By ArzuNur in forum İ -Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.12.08, 23:31

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •