derviş kimdir?
DERVİŞ;
Bir tarikata ve şeyhe bağlı olan müridsûfiyâne bir hayat yaşayan kişi.)
Farsça bir kelime olmakla birlikte bütün müslüman milletlerin dillerine girmiş olan dervişesas itibariyle "muhtaç
yoksul ve dilenci" anlamlarına gelirse de
geniş bir coğrafyada uzun süre kullanılması sebebiyle değişik mânâlar kazanmıştır. Kelime Eski Farsça'da (Avesta) drigôş
deryôş ve drigu; Orta Farsça'da (Pehlevîce) driyôş; Yeni Farsça'da derviş şeklinde kullanılmıştır. (Dervişân da derviş kelimesinin çoğuludur.)
Derviş kelimesinin hangi kökten geldiği kesin olarak bilinmediğinden bu konuda birçok görüş ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre kelime "kapı önü" anlamına gelen der-pîşten gelmiştir. Sık sık kapıların önlerinde göründükleri için dilencilere bu ad verilmiştir. Diğer bir görüşe göre "asılmak" anlamındaki der-âvîhten masdarının şimdiki zaman kökü olan der-âviz kelimesinden elde edilmiştir. Kapılara asıldıkları (âvîzede ez-der)kapıları tuttukları için dilencilere derviş denilmiştir. Başka bir görüşe göre ise
kelimenin aslı
"aramak ve dilenmek" anlamındaki der-yûzîden masdarının şimdiki zaman kökü olan der-yûzdür.
Ancak dilencilikle ilgili olan yukarıdaki mânâları sûfîlere yakıştırmak istemeyenlerbu kelimeyi "inci gibi" anlamına gelen dür-vîş şeklinde telaffuz etmeyi tercih etmişlerdir. (bk. Gıyâseddin
s. 364)
Derviş kelimesinin köküyle ilgili görüşler birtakım yakıştırmalar ihtiva etmekle birliktekelimenin eskiden beri "yoksul ve dilenci" anlamında kullanılmış olduğu kesindir. Bugün de kapı (der) ile ilgili bulunan deryüze ve deryüzegî kelimeleri
Farsça'da "dilenci" ve "dilencilik" anlamında kullanılmaktadır.
Derviş ve dervişî kelimelerierken bir dönemden itibaren zâhidi ve zühdü
sûfiyi ve tasavvufu ifade etmek üzere Arapça'daki fakîr ve fakr kelimelerinin yerine kullanılmıştır
zamanla daha farklı ve daha geniş bir muhteva kazanmıştır. İlk zâhid ve sûfilerin fakra ve fakire büyük değer verdikleri
Ebû Nasr es-Serrâc
Muhammed ibn-i İbrâhim el-Kelâbâzî
Hàce Abdullah Herevî
Ebû Tâlib el-Mekkî ve Abdülkerim el-Kuşeyrî gibi sûfi müelliflerin
eserlerinde bu konuya bir bölüm ayırıp önemini ifade etmelerinden anlaşılmaktadır.
Müstemlî'nin Şerh-i Ta'arruf'uHücvîrî'nin Keşfü'l-Mahcûb'u ve Herevî'nin Tabâkàtüs-Sûfiyye'si gibi ilk Farsça tasavvufî eserlerde derviş ve dervişî kelimeleri
fakir ve fakr karşılığı olarak kullanılmıştır. Ebû Şekür-i Belhî (ö. 303/915)
Ebû Ferec-i Büstî (ö. 360/970) gibi şairler genel olarak derviş kelimesinin "yoksul" anlamında kullanıldıkları gibi IV. (X.) Yüzyıl'da yazılmış ünlü coğrafya kitabı Hudûdül-Âlem'de kelime bu anlamda geçmektedir. Sa'dî-yi Şîrâzî
zenginlik-fakirlik (tevângeri-dervişî) konusunda bir dervişle giriştiği tartışmayı anlatırken
aynı hususa işaret etmiştir. (Gülistân
s. 174-184)
Başlangıçta fakir gibi derviş kelimesi de hem yoksul kişihem de zengin bile olsa her yönden Allah'a muhtaç olduğunun şuuruna sahip sûfî anlamında kullanılıyor. Sûfiler her iki anlamdaki dervişliğe büyük önem veriyorlardı. (Herevî
s. 236-513-606) Bu dönemde dervişlik birinci anlamıyla yoksulluk ve gönül zenginliğini
ikinci anlamıyla fâni olmayı ifade ediyordu.
III. (IX.) Yüzyıl'da mânevî ve ruhanî hayata yönelen müslümanlar arasında iki kuvvetli temayül belirdi. Bunlardan birinin merkezi Irakdiğerinin merkezi Horasan'dı. Hâris el-Muhâsibî
Serî es-Sakatî ve Cüneyd-i Bağdadî gibi ünlülerin önderlik ettikleri Irak'taki harekete "tasavvuf"
mensuplarına da "sûfî" deniliyordu. Bunlar dindarlığın mânevî esaslarına hassasiyetle bağlı kalmakla beraber âdâb
erkân
hırka gibi dış görünüşe ve semâa da önem veriyor
bu özellikleriyle toplumda farklı bir zümre olarak görünüyorlardı.
Bâyezîd-i Bestâmî ve Hamdûn el-Kassâr gibi ünlülerin önderlik ettikleri Horasan'daki harekete ise "melâmet"mensuplarına da "melâmî" veya "melâmetî" adı veriliyordu. Bunlar halktan biri gibi görünmeyi tercih ettiklerinden kendilerini halktan farklı gösteren davranışlara
hırka ve semâ gibi mensuplarını teşhir eden şeylere kesinlikle karşı idiler. Bu husus
iki derviş tipinin ortaya çıkmasına yol açtı. Irak sûfilerinin dervişliği hem içte (bâtın)
hem dışta (zâhir) iken
Horasan Melâmîleri'nin dervişliği sadece içte idi. Bu iki derviş tipi her dönemde varlığını sürdürmüştür.
İlk dönemlerde güçlü bir ruhî cazibesi olan irfan ve ahlâk sahibi şeyhler etrafında toplanan dervişler mescidlerdeevlerde ve özellikle zâviyelerde mürşidlerinin sohbetinden faydalanma fırsatını buluyorlardı. Tayfüriyye
Muhâsibiyye
Cüneydiyye
Kassâriyye
Sehliyye ve Hakîmiyye gibi çeşitli adlar altında toplanan derviş zümreleri (Hücvîrî
s. 263-294) birtakım farklılıklar göstermekle beraber tasavvufun temel ilkelerinde birleşiyorlardı. Daha çocukken babasıyla düzenli bir şeklide dervişlerin sohbetlerine katılan ünlü sûfî Ebû Said-i Ebül Hayr (ö. 340/915)
Esrârüt-Tevhid adlı eserinde dervişliğin esaslarını ve âdâbını ortaya koymuştu.
Dervişlikbir riyâzet ve mücâhede faaliyetiyle başlar. Sıkı bir perhize (imsak) girilen bu dönemde yeme
içme
konuşma ve uyuma en aza indirilir; ibadet
zikir ve tefekkür arttırılır; nefsin arzularına hâkim olmaya
ölçülü ve disiplinli yaşamaya
böylece ruhî bir erginlik ve mânevi olgunluğa ulaşmaya çalışılır. Çile hırkasını giyen derviş
istediği gibi hareket edemez
zorluklara dayanmak mecburiyetindedir. Dervişin muradına ermesi için sabırlı ve tahammüllü olması şarttır.
Dervişlerin bir özelliği de gezgin olmalarıdır. Bütün tasavvufî eserlerde sefere çıkma ve seyahat etmenin önemi üzerinde durulmuş ve âdâbı anlatılmıştır. Tekke ve zâviyelermescidler
imarethâneler
harabe ve viraneler
hatta mağaralar gezgin dervişlerin konakladıkları ve geceledikleri yerlerdir. Bazı dervişler tasavvuf yoluna girdiklerinde
bazıları da olgunluk döneminde sefere çıkmışlar
bir kısmı ise sefere hiç ihtiyaç duymadıklarından bulundukları yeri terketmemişlerdir. Seferin amacı çile çekmek
nefsi zorluklara alıştırıp eğitmek
bilgili ve iyi hal sahibi kişilerle görüşüp kendilerinden faydalanmak
Allah'ın büyüklüğünü gösteren değişik şeyler görüp ibret almaktır. Esasen dervişlik
maddî âlemden ruhî âleme doğru yapılan mânevî bir seferden ibarettir. (bk. Sefer; Sülük)
Genellikle kılık ve kıyafetlerine önem vermeyen dervişlerin üstleri başları toz toprak içindeelbiseleri kirli
saç ve sakalları uzun ve bakımsızdır. İç yüzlerinin iyi olması için
dış yüzlerinin çirkin görünmesi gerektiğine inanırlar. Bazan da halkın tepkisini çeken bu tür görünümü
gerçek kişiliklerini gizlemenin bir aracı sayarlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
bunları "hırka altındaki sultanlar" diye tanıtır. (bk. Mesnevî
1.K)
III. (IX.) Yüzyıl'dan itibaren dış tesirlerle İslâm'ın özü ile uyuşmayan birtakım inançdüşünce ve davranışlara sahip bazı derviş toplulukları ortaya çıktı. Şeriat ulemâsının İbâhiyyeci saydıkları bu topluluklar gerçek sûfiler tarafından da dışlanmışlardır. Bu durum
biri Sünnîlerce kabul edilen (bâ-şer
hakîkî)
diğer reddedilen (bî-şer
sûrî) iki derviş tipinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sa'dî-yi Şirâzî Gülistân'da her iki tipi de çok güzel bir şekilde tasvir etmiştir.
Sünnîliğin kabul ettiği hakiki derviş yoksuldur. Bir hırkabir lokma ile yetinir
kendi kendine yeterlidir. Miskinliğiyle övünür
ancak yoksulluğunu hiçbir zaman çıkar sağlamanın bir aracı olarak görmez. İbrâhim ibn-i Edhem gibi el emeği ve alın teriyle geçinir. Gönlü zengin
eli açıktır. Zengin bile olsa
servet gönlünde değil elindedir. Herkese yardım eder
uğradığı haksızlıklara tahammül gösterir
bütün insanları sever. Dövene karşı elsiz
sövene karşı dilsizdir. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür. Yetmişiki millete bir gözle bakar
günahkâr insanlardan yüz çevirmez. Edepsizlerden bile edep öğrenmeyi bilir.
Sa'dî'nin deyimiyle"Derviş gönül ehlidir
Allah adamıdır. Çiğnendikçe daha iyi ürün veren toprağa benzer. Sevimli ve güzel yüzlüdür
soğuk tabiatlı ve asık suratlı değildir. Herkesi anlamaya ve derdine deva bulmaya çalışır. Ermiş ve ergin bir insandır. Dervişin eli
gönlü ve bedeni boştur; elinde mal
gönlünde mal edinme arzusu bulunmaz
bedeniyle günaha girmez. (Ahmed-i Câmî
s. 216)
Aslında dervişlik çok zor bir yoldur. Bu zorluk hakkıyla bilinseydikimse dervişliğe talip olmazdı. Yûnus Emre
"Sen derviş olamazsın" diye başlayan şiirinde bu hususu güzel bir şekilde dile getirmiştir. Bu tür fedâkâr ve idealist dervişler
Anadolu ve Rumeli'nin fethinde ve İslâmlaştırılmasında önemli hizmetler ifa etmişlerdir. (Barkan
11
279-353)
VI. (XII) ve daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan KâdiriyyeRifâiyye
Kübreviyye
Şâzeliyye gibi tarikatlar da kendilerine has bir derviş tipi oluşturmuşlardır. Bu tarikatlara giren müridler tarikat pîrine nisbetle anılırdı. (Kâdirî dervişleri
Rifâi dervişleri
Yesevî dervişleri gibi.) Bununla beraber tarikatların yaygın olduğu çağlarda bile belli bir tarikata bağlı olmayan derviş zümreleri mevcuttu. Tarikat ve tekke dönemindeki dervişlerin kendilerine has bir hayat felsefeleri ve yaşama tarzları vardı. Bilhassa geç dönemlerde ellerinde teber
âsâ
tesbih
keşkül
sırtlarında cübbe ve hırka kapı kapı dolaşıp dilenen
def çalarak ilâhiler okuyan
keramet gösterileri yapan
gaybı bildiklerini iddia eden derviş zümreleri ortaya çıkmıştır.
Vâhidî 929'da (1523) yazdığı "Menâkıb-ı Hâce-i Cihân" adlı eserinde EdhemîCâmî
Şemsî
abdal gibi adlar alan acaip kıyafetli
garip davranışlı derviş zümrelerinden bahseder. "Kapılardan kovulmuş
toza toprağa belenmiş
insanların değer vermediği nice kimseler var ki
şu şey şöyle olacak diye yemin etseler Allah onları yalancı çıkarmaz." (Müslim
"Birr"
138
"Cennet"
48; Tirmizî
"Kıyâmet"
15
"Menâkıb"
54; "Menakıb"
54; İbn-i Mâce "Zühd"
36) meâlindeki hadisle
bu tip dervişlere işaret edildiği ileri sürülmüştür.
Mevlevîlik'te dedelik makamına gelen canlara derviş denir. Semâzenler de batıda "dönen dervişler" diye bilinir. (Gölpınarlıs. 367) Raks ve mûsikiye önem veren dervişler yanında
bu gibi şeylerle hiç ilgilenmeyenler de vardır.
Pek çok menkıbedestan
fıkra
masal ve deyime konu olan dervişler
asırlar boyunca sosyal ve dinî hayatın önemli bir parçası olarak varlıklarını sürdürmüşlerdi. Bugün de İslâm ülkelerinde değişik derviş tiplerine rastlanmaktadır.
(TDV İslâm Ansiklopedisic. 9
s. 118)