Hayat hikâyesi, Nurs’da başladı. Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı bu köyde doğdu. Doğum tarihinin 1873’mü, 1876’mı, 1877 mi olduğu konusunda ihtilâf bulunuyor. İlk eğitimini ailesinden aldı; bugünün ‘millî eğitim’i gibi, insanları tek-tipleştiren resmî bir eğitim çarkına kapılmadı; aileden aldığı belli bir birikimi olmakla birlikte, dokuz yaşında medreseye gitti. Her biri bağımsız bir öğretim kurumu hükmündeki medreseler arasında, deyim yerindeyse, mekik dokudu. Birini yetersiz buldu, bir diğer medreseye gitti.. Derken, klâsik medrese sistemini aşan bir öğrenim hayatı yaşadı. Sonuçların öne çıktığı bir eğitim ortamında, sonuca giden usulü kavramayı istiyordu. Hocalarından da bunu talep ediyordu. Yirmi-otuz yaş arasında ulaşılan icazet düzeyine, henüz onüç yaşında iken ulaştı. Yaşıtlarının medrese eğitimini henüz bitirdiği bir dönemde, o sayılı âlimler arasında anılmaya başlamıştı.
II. Meşrutiyet’in şafağında İstanbul’a geldi. Burada, ilk anda, doğuda yetişmiş genç ve vasat bir âlim olarak görüldüğü anlaşılıyor. Fakat farklılığının farkına varılması için fazla bir zaman gerekmedi. Zira, o sıralar çok geniş bir coğrafyanın en iyi dimağlarını barındıran İstanbul’da bulunan âlimler, çok geçmeden, ciddi bir meydan okumayla yüzyüze geldiler. Doğudan gelen, ve kıyafeti bile geleneksel âlim kıyafetine pek benzemeyen bu genç âlim, kaldığı Şekerci Hanındaki oda kapısına şu levhayı asmıştı: ?Burada her soruya cevap verilir; ama asla soru sorulmaz.?
Düzenli olarak yalnızca üç ay medrese eğitimi alan, ama özellikle Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında yıllar boyu yoğun bir okuma faaliyetine girişen bu genç âlim, kelâm, hadis, tefsir, felsefe, fıkıh, belâgat gibi birçok alanda edindiği birikimi, bu anlamlı meydan okumayla ispatlamış oldu. Ardından, İslâm dünyasının en köklü öğretim kurumu olan Ezher’in o sıralar İstanbul’da bulunan rektörünün sorduğu Avrupa ve Osmanlı’nın geleceğine dair soruya verdiği cevap, kendisine umumen ‘Bediüzzaman’ denilmesine yol açtı. Ezher Şeyhi ona ‘zamanın eşsizi’ anlamına gelen bu unvanı lâyık görmüştü; ama o kendisi için ‘garîbüzzaman’, ‘bid’atüzzaman’ gibi ünvanları tercih edecekti. Tercihi buydu; çünkü çağıyla ciddi bir hesaplaşma içindeydi. Genel geçer yargıların, zihinleri iğdiş eden modern tasavvurların onun zihninde yeri yoktu. Kıyafetiyle, yaşama tarzıyla, tefekkürüyle yaşadığı çağa meydan okuyor; mimi düşmüş dediği ‘medeniyetten istifa’sını, hiç de özür dileyici bir tavra girmeksizin, dayandığı temellerden emin, açık bir üslûpla dile getiriyordu.
Kısa bir zaman sonra, onun ismi, o günün gazete sayfalarındaki bazı yazıların altında da görüldü. Bu yazılarından anlaşıldığı üzere, hürriyete açık bir biçimde taraftardı. Yükselen hürriyet taleplerine, ne klâsik ulema gibi baştaki dindar padişaha taraftarlık uğruna kulak kapamış; ne de İttihadçıların bir kısmının nefis ne isterse onu yapma anlamına gelen özgürlük anlayışına razı olmuştu. Hürriyeti istiyor; ama ‘şeriat’ın bir gereği olarak istiyordu. Bu noktada, “Asıl mü’min hakkıyla hürdür” gibi, alışılmadık denklemler kuruyordu.
Öte yanda “Beşyüz yıldır uyuduğunuz yeter” gibi uyarıcı çağrılarda bulunuyordu. Herkesin Batıya karşı silah ve teknoloji yoluyla mücadeleye şartlandığı bir vasatta, silah ve teknolojide Batıdan ileri düzeyde olunan 1500’lü yılları o’uyuma yılları’ olarak görüyor olmalıydı ki, beşyüz yıldır uyuduğunuz yeter diye haykırıyordu. Çünkü, bu dönem belki askerî ve coğrafî olarak ileri gidilen; ama imanî şuur açısından ciddi bir donuklaşmanın; İmam-ı Rabbanî, Molla Sadra, Şah Veliyyullah Dehlevî gibi kimi sîmalar hariç, ciddi bir entellektüel çöküşün yaşandığı yıllardı. Ki bu isimler de, Osmanlı dışında yetişmişlerdi. İnanç ve fikir düzeyinde bir şuur yükselişi ve de ciddi bir uyanış olmadıktan sonra, Batının silahını ve tekniğini almak neyi değiştirecekti? Batının o silahı üretip o tekniği kullanmadaki zihniyetine mağlup olunduktan sonra, o silahtan daha âlâsı üretilse bile, sonuçta aynı kefeye düşülmüş olmayacak mıydı?
Bu kabil tezlerinin o günün hareketli ortamında hak ettiği muhatabiyete mazhar olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, ne Sırat-ı Müstakîm çevresinde toplanan ıslahatçı Müslüman aydınlar, ne Beyanü’l-Hak çevresinde toplanan daha geleneksel bir çizgideki âlimler ve aydınlar arasında verimli bir karşılık bulabildi. Resmî kadrolar ise, sözlerini gereğince değerlendirebilecek bir hâlet’i ruhiyede değildiler. Bir ara Abdülhamid’in emriyle tımarhaneye yollandı. Sonra, İttihadçıların ağırlıklarını koydukları Otuzbir Mart sonrası dönemde, bu olayla ilgisi olduğu zannıyla Divan-ı Harb’e çıkarıldı ve idam talebiyle yargılandı. Yaşadığı bu iki olayı ‘iki mekteb-i musibet’ olarak yorumladığı; sonradan kitap hâlinde neşredilen muazzam bir savunma akabinde beraat etti. Güçlü bir muhakemenin dokunaklı bir üslûpla buluştuğu bu savunmada, “Musibetlerin tenevvüü, bana mûsikinin nağmelerinin tenevvüü gibi geliyor” ifadesinin de belgelediği üzere, bir yanda kader-i İlâhîye karşı boynu kıldan ince, öte yanda dünya ehli karşısında dimdik ayakta bir tavır sergileyecekti.
Beraatinin akabinde “Medeniyetten istifam sizi düşündürecek” diye başlayan bir beyanla İstanbul?dan ayrıldı. Bu ayrılmanın ardından dokuz uzun yıl yaşadı: Doğudaki aşiretler arasında, münazaralarla geçen uzun süreli bir seyahat; Şam taraflarına doğru, ünlü Emevî Câmiinde yüzü aşkın âlimin ve onbinlerce mü’minin dinlediği meşhur hutbenin de verildiği seyahat; Beyrut üzerinden yeniden batıya geçiş ve Sultan Reşad’la birlikte Balkanlara yolculuk; Bitlis, Van, Tiflis yolculukları; çıkan dünya savaşında Bitlis-Van cephesinde Ruslara karşı gönüllü alay kumandanlığı; iki yıl kadar sonra Ruslara esir düşmesi; Sibirya’da esir kampında ve sonra oradaki Tatar ahalinin kefaletiyle Volga kıyısındaki bir mescidde gözetim altında yaşadığı dönem; Rus devriminin patlak verdiği hengâmda esaretten kaçış; muhtemelen Moskova-Varşova-Berlin-Viyana-Belgrad-Sofya güzergâhını izlediği üç aylık zorlu ve zorunlu bir Avrupa seyahati; İstanbul?a geliş ve İstanbul?da o günün İslâm akademisi hükmündeki ‘Dârü’l-Hikmet’te görevli olduğu aylar; ve sonrasında, İslâm dünyasının ve bütün dünyanın yaşadığı değişim ve dönüşümün de etkili olduğu bir iç muhasebe ve dönüşüm.
On yıla sığan bu çok hareketli hayat, onun için, bir bakıma geçiş dönemi hükmündeydi. O güne kadar ‘Eski Said’ iken, bu her yönüyle çalkantılı dönemin sonunda, ‘Yeni Said’e dönüşecekti. Bu süreç içinde, Eski Said’i Yeni Said’e hazırlayan; her birinin, onun hayatının özü ve özeti hükmündeki Risale-i Nur’a giden yolda bir köşetaşı hükmünde olduğu bir dizi eser de yazmıştı. Divan-ı Harb’deki savunması ‘İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî’ adıyla; doğudaki aşiretler içinde yaşadığı münazaralar esnasında sunduğu cevaplar Münazarat adıyla; Şam’da verdiği ünlü hutbe Hutbe-i Şâmiye adıyla yayınlandı.
Öte yanda, Muhakemât’ı vardı ki, bu eser sonraki onyıllarda daha bir açılan, netleşen ve genişleyen çok kritik muhakemeler yüklüydü. Bu eserin üçlü kurgusu da başlı başına önemliydi: Sonraki hayatının tamamının, ve daha sonra yazdığı bütün eserlerin üzerine bina edildiği bir ‘hamdele ve salvele’nin akabinde, onun genel duruşunu belirleyen; bu arada bir bütün olarak İslâm düşünce tarihinin Kur’ânî bir açıdan değerlendirme ve eleştiriye tâbi tutulduğu ‘mukaddime’ler geliyordu. ‘Birinci Makale’yi bu ‘mukaddime’ler oluşturmaktaydı. Ardından, belâgat üzerine yazılan; ve gerek Arapça’ya, gerek belâgata nüfuzunun derecesini belgeleyen; bu noktada Maarrî gibi dev isimlerin yanlışlarını tashih edecek kadar güçlü olduğunu gösteren “Unsuru’l-Belâğat” gelmekteydi. Üçüncü bölümü ise, imanî konuların gerek ele alınış, gerek sunuluş tarzına ilişkin çok önemli muhakemeler yüklü “Unsuru’l-Akide” oluşturuyordu.
Bu eserle bir bakıma tefekkürünün ana çizgilerini belirleyen Said Nursî’nin bir sonraki eseri, Ruslarla yapılan savaş esnasında, kimi bahisleri sıcak çatışmaların içinde yazılan İşârâtü’l-İ’caz adlı Kur’an tefsiriydi. Aslen Arapça olan bu eser, Kur’an’ın ilk sûresiyle başlayan; Kur’an’daki sıranın aynen takip edildiği klâsik tefsir formu içindeydi. Farklı ciheti, müellifin yalnız bazı âyetleri veya âyetin bazı kısımlarını tefsir etmekle yetinmeyip, istisnasız her âyeti, cümle cümle, kelime kelime, hatta harflerine kadar tefsir edişiydi. Bu tefsir, adı üstünde, ‘i’caz’, yâni Kur’an’ın mûcize oluşu üzerinde yoğunlaşıyordu. Kırk ayrı açıdan Kur’an’ın i’cazını ele alan bu tefsir, ikinci sûre olan Bakara sûresinin 32. âyetinde kaldı. Çünkü o esnada, emrindeki askerlerle birlikte Rus ordusunca kuşatılmış; günler süren çatışmalardan sonra esir düşmüştü.
(Onun bu tefsirde kullandığı usulün öneminin o günün âlimlerince, daha sonra Cumhuriyet döneminin resmî ulemasınca, ve halen dahi ilâhiyatçılarca keşfedilemediği görülmektedir. T.C. içindeki bu anlaşılmaz soğukluğa mukabil, Risale-i Nur’un Arapça’ya tercümesi faaliyetinin hız kazanmasıyla birlikte, Arap ülkelerinde ona dönük çok ciddi keşiflerin başladığı görülüyor.)
Metin Karabaşoğlu