Saniye Çolakgil, seksen küsûr yasinda Zübeyir Gündüzalp’in tâbiriyle “sadirdan degil, satirdan konusan” bir hanim. Hal ve tavirlarini görüp de “Âhirzamanda ihtiyâre hanimlarin dinine tâbî olunuz” hadisini hatirlamamak mümkün degil.
Erenköy’de misafireten geldigi evde görüsürken hos bir tevâfuk “Bediüzzaman’i Gören Hanimlar” adli arastirma eserinin sahibi Nuriye Çelegen de oradaydi. Bizden bir süre önce özel bir TV kanali gelip görüsmüstü. Üste üste programlardan yorgun düsmüs olacagini düsünürken, içeriye ufak tefek ama son derece dinç, kalin camli gözlüklerinin ardinda bile zekâ dolu gözlerinin isiltisi fark edilen Saniye anne girdi.

“Üstadimi ilk defa Kastamonu’nun büyük zatlarindan Seyh Saban-i Velî Hazretlerinin türbesini ziyaret ederken gördüm. Gariptir, vaktiyle o zat da Üstadim gibi Kastamonu’ya sürgün olarak gönderilmis.
Okumaya çok merakliydim. Ögretmen olmayi istiyordum. Babam “Kizim, ögretmen olmani isterim ama sana sapka giydirirler, bunun hesabini nasil veririz?” deyince ögretmenlikten vazgeçtim.
Babamin da gayreti ile elime geçen tüm kitaplari dikkatle okuyordum. Okudugum kitaplarin birinde çocukken ölenlerin “Annemi, babami almadan Cennete girmem” diye Allah’a duâ ettiklerini ve duâlarinin geri çevrilmedigini ögrenmis, çok özenmis, bunu Allah’tan istemistim.
Evlendim, iki kizim oldu. Ardindan nur topu gibi bir de oglum. Daha kirki çikmadan bogmaca oldu. Atesinin çok oldugu bir gün basucunda beklerken Üstadin bir arkadasa gönderdigi Çocuk Taziyenâmesini okuyordum. Bir ara dalmisim. Evlâdim bu arada ölmüs. Eger Çocuk Taziyenâmesini okumus olmasaydim dayanabilir miydim bilmiyorum.
Beyim de Üstadla görüsürdü. Birgün kahvede “Memleketimize bir garip gelmis, gidip görüselim” diye konusmuslar. Eve geldiginde “Süt koyun” dedi. Üstadimin hizmetinde bulunan Çayci Emin Agabey “Acaba kabul eder mi?” diye düsünürken Üstad içerden “Getir, bu çok mübarek bir süt” demis. Üstad, evden birisinin gönlü pek istemese, bunu hisseder ve getirilenleri geri çevirirdi. Biz bütün ev ahalisi isteyerek vermistik o sütü.
Biz en zor zamanlarda Ulviye, Lütfiye, Aliye ve Asik Zehra ile biraraya gelir Risâle okurduk. Lütfiye ile ben eskimez yazi ile Risâleleri hem çogaltip hem de hanimlara ders yapardik.
Asiye Mülazimoglu, bizlerin Üstad’la irtibatini saglardi. Bir önceki asrin müceddidi Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin talebesi Küçük Asik’in torunuydu. Ve Üstada cübbeyi ulastiran da oydu. Beyi hapishane müdürüydü. Sorularimizi Üstad’a iletir, cevaplarini getirir, kitaplari bize ulastirirdi. Biz de kitaplari çogaltir, aslini iade ederdik.
Üstadim yazma isine ve gizlilige o dönemde çok dikkat ederdi. Daha geçen yil Lütfiye Hanimin evi yikilirken bacadan bir takim Külliyat çikti. Aci günlerin aci hatiralari... Vesvese Risâlesini yazdigimda Üstadim altina su duâyi ekledi: “Bu risâleyi yazan Saniye ve zevcini dünya ve âhirette mes’ut eyle!”
Bizler Tefriciye çekerek Asiye anne vasitasiyla Üstadimiza hediye ederdik. Kendisine herhangi bir hediye geldiginde kabul ederse, mukabilinde mutlaka bir sey, hiçbir sey bulamasa eski esyalarindan ya da saç tellerinden verirdi. Bende de Üstadimin cübbesinden bir bölüm var. Kefenimin içine koydum. Bizler için bu, en kiymetli hediye idi.
Lütfiye ve Asik Zehra, aga hanimlariydi. Zehra, Risâle-i Nur’lar okununca dayanamaz, hep aglardi. O yüzden adi “asik” kaldi. “Okuyamiyorum” diye çok üzülürdü. Ben okurken o­nu tesellî eder “Okudun gibi oldu” derdim. Çocugu yoktu. Evlenirken perde ve yastik örtülerine kadar her seyini dantelden yaptirmisti. Beyi öldügünde o­nu aga evinden kovdular. Karanlik bir evde kalirdi. Dünyaya itibar ettigi için eski günlerini hatirladiginda çok üzülürdü.
Aliye Hanim; çocugu öldükten sonra kendini ancak Risâlelerle tesellî edebilmis bir hanimdi.
Kastamonu hanimlarinin en kiymetli esyasi bindallidir. Degerli kumaslardan altin ve gümüsle islenerek yaptirilir. Evlâdlara, torunlara miras kalir. Önemli günlerde bindallisi olmayanlar, olanlardan ödünç alirlar. Ulviye ve Lütfiye çeyizlerinden çikardiklari bindalliyi, yazmis olduklari Risâlelere cilt yapmislardi. “Bu risâlenin kiymetini en iyi sen bilirsin” diye bana emanet etmislerdi. Son zamanlara kadar hep o­ndan okur, ders yapardim. Fakat “emanet” diye alan bir hanim kitabi getirmedi. Hâlâ üzülüyorum.(...)
Kastamonu’da hanimlar Risâle-i Nur’a çok sahip çiktilar. Ama bunun yaninda dine, imana hiç ilgisi olmayan hanimlar da mevcuttu.
Kastamonu’da sapka inkilâbi yapildiginda hanimlardan ilk defa zengin bir ailenin kizi sapkayi takti. Mimsiz medeniyetin her türlü imkânindan faydalanan bir hanimdi. Yillar sonra o hanimin ölümüne sahit olan birisine “Nasil öldü?” diye sordum. Cevabi bana “Insanlar nasil yasarlarsa öyle ölürler, nasil ölürlerse öyle hasrolurlar” hakikatini hatirlatti. Yapayalniz ölmüs ve makyaj yapiyorum diye devamli pislikleri yüzüne sürüyormus. Ne korkunç bir sey.
Ben öldügümde kabrime çiçek dikmelerini istiyorum. Çünkü o­nlarin zikrinden istifade ederim. Kardeslerimin arkamdan gönderecegi duâlara “sirket-i mâneviye” düsturuyla nasipdâr olma ümidi de beni rahatlatiyor.