Şeytan uçuruma sürükler
“De ki: Hiç biz Allah’ı bırakır da, bize ne fayda ne zarar veremeyecek nesnelere mi yalvarırız? Ve Allah bizi hidayetine kavuşturmuş iken gerisin geriye ardımıza mı döneriz? O kimse gibi ki, arzda şaşkın şaşkın dolaşırken kendini şeytanlar ayartıp uçuruma çekmekte. Beride ise arkadaşları var, ‘Bize gel’ diye onu doğru yola çağırıp duruyorlar...” (En’am Suresi, 71)
Ayet, şeytanın adımlarına uyup İslam yolundan sapan kimsenin halini tasvir etmektedir. Müslümanlar onu çağırıyorlar, fakat o, bunlara iltifat etmiyor. Arapların cahiliyedeki inancına göre, sahrada yol alırken insana cin veya hayalet görülüp “Burdan gel” diye onu yönlendirir, uçuruma sürüklermiş.
Temsili biraz açarak şöyle ifade edebiliriz: Sahrada yol alan bir kervan var. Kervandan biri ayrı kalıyor, yolunu kaybediyor. Nereye gideceğini bilemez durumda. Şaşkın şaşkın sağa sola bakınmakta, şuursuzca oraya buraya gitmekte. Arkadaşları bunu aramaya çıkıyorlar, uzaktan görüyorlar. Fakat o esnada, şeytanlar devreye giriyor, “Bu tarafa, bu tarafa gel” diye o şaşkını çağırıyorlar. Hâlbuki çağırdıkları yer uçurumdan başka birşey değil. Onların çağırdığı tarafa gitse, helak olacak. Arkadaşları onun bir helakete doğru gittiğini görüp olanca güçleriyle “Bize gel” diye doğru yola davet ediyorlar.
İşte, vücut sahrasında yol alan ve ebedi saadete namzet olan beşer kervanında yolunu kaybedenler var. Şeytanlar ve şeytan fikirli insanlar, bu şaşkın kimseleri cehennem çukuruna çekmek için her türlü aldatma yollarını deniyorlar. Hak yolun yolcuları ise, bu mütehayyir insanları kurtarmak istiyorlar, hidayete çağırıyorlar.
Şeytan ayetleri safsatası
“Şeytan ve cinler, kâhin ve medyumlara bir şeyler getirdikleri gibi, Hz. Peygamber’e de bir şeyler getirmişler midir? Yani, vahye herhangi bir müdahaleleri olmuş mudur?” meselesi eskiden beri, zaman zaman gündeme gelen bir meseledir. Vahyin ilk muhatabı olan Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’e “kâhin, mecnun” iddialarında da, böyle bir yaklaşım söz konusudur. Yani, “zaman zaman bunları ona şeytan fısıldıyor” demektedirler.
Kur’an’ın şu ayeti, bu iddiada olanlara susturucu bir cevap niteliğindedir:
“Bu Kur’an’ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yakışmaz, ayrıca güçleri de yetmez. Onlar, vahyi işitmekten menedilmişlerdir.” (Şuara Suresi, 210-212)
Yani, böyle bir şey getirmek her şeyden önce şeytanların tabiatına aykırıdır. Tabiatında fesad ve saptırmak bulunan şeytanlar, elbette iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, insanlara hak yolu gösteren böyle bir eseri söyleyemezler. Hem sonra, farz-ı muhal olarak böyle bir şey yapmak isteseler bile, semadan meleklerle ve semavi mancınıklarla tardedilirler.
Şeytanların, Kur’an’ın vahyedilmesi esnasında dinlemekten menedilmelerinde şöyle bir incelik vardır:
Şayet şeytanlar onu dinleyebilselerdi, duyduklarını kâhinlere haber verirlerdi. Böylece “Muhammed’e gelen falan kâhine de geldi” denir ve vahye itimad sarsılırdı. Halbuki, “Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu elçiden başkasına bildirmez. Onun önünden ve arkasından gözeticiler salar” ayetinin belirttiği gibi, gaybdan Hz. Peygamber’e gelen mesajın gönderilmesi esnasında koruyucu melekler nezaret etmişlerdir. (Cin Suresi, 26-27)
Meleklerin nezaret etmesinin bir hikmeti de, şeytanın Hz. Peygamber’e melek suretinde görülmeye çalışmaması içindir.
İlâhî vahye şüphe vermek isteyen insî şeytanların, kendi şeytanlarından aldıkları “vahiyle”, zaman zaman gündeme getirdikleri bir mesele, “şeytan ayetleri” safsatası veya “Garanik olayı” dedikleri meseledir.
Bu iddialarına, şu ayetten delil getirmeye çalışırlar:
“Senden evvel hiçbir rasul veya nebî göndermedik ki, birşey temennî ettiğinde şeytan onun bu temennisine bir vesvese karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın o vesvesesini giderir. Sonra da Allah, ayetlerini iyice sağlamlaştırır. Allah herşeyi bilen, herşeyi hikmetle yapandır.
Allah’ın buna müsaadesi, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri katılaşmış olanlara şeytanın verdiği vesveseyi bir imtihan vesilesi yapmak içindir. Zalimler ise, gerçekten çok derin bir muhalefet içindedirler.
Bir de, kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’an’ın Rabbinden gelen hak bir kitap olduğunu bilsinler, ona iman etsinler ve kalplerinde ona karşı bir rahatlık meydana gelsin diye, Allah buna müsaade eder. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola iletir.” (Hac Suresi, 52-54)
Müfessir Zemahşerî, bu ayetin açıklamasında şu rivayete yer verir:
Hz. Peygamber’in kavmi ondan yüz çevirmiş, en yakınları bile onun getirdiklerine sahip çıkmamış, muhalefet etmişti. Rasulullah ise, onların yüz çevirmelerinden sıkılıyor, onların İslam’a girmelerini şiddetle arzu ediyordu. Bu yüzden, onların İslam’a meyletmelerine ve inatlarından vazgeçmelerine sebep olur ümidiyle, kendisine onları uzaklaştıracak bir şeyin inmemesini temennî etmişti. Kavminin içinde olduğu bir gün, böyle bir temennî halinde iken, Necm Suresi kendisine indi. Okumaya başladı:
“Şimdi gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı ve üçüncüleri olan Menat’ı” (Necm Suresi, 19-20) ayetine geldiği vakit şeytan gönülden geçirmesine (ümniye) müdahale etti, vesvese verdi. Lisanı yanlışlıkla “İşte bunlar ulu ‘Garaniklerdir’ (kuğulardır). Onların şefaatleri ümit edilir” dedi. Rasulullah, böyle söylediğinin farkında değildi. Hemen ismet sıfatı yetişti ve farkına vardı. (Hz. Cebrail’in uyardığı da bir rivayet olarak nakledilmektedir). Veya bir başka rivayete göre, bu beyti şeytan söyledi. İnsanlar, bu beyti duydular. Surenin sonunda Hz. Peygamber secde edince, orada bulunan müşrikler de gönül hoşluğuyla secdeye gittiler.
Din düşmanlarını “şeytan ayetleri” iddiasına sevk eden ve “Garanik” diye meşhur olan rivayet bundan ibaret.
Şimdi, bu rivayetin muhtevasını çeşitli yönlerden ele alalım:
1. İlâhî vahyi reddedenlerin, Kur’an’dan delil getirmeye çalışmaları açık bir çelişkidir.
2. Zemahşerî’nin bu rivayete yer vermesi, onu kabul ettiğini göstermez. Sırf bir haber olarak nakletmesi mümkündür.
3. Bu rivayet, ekser müfessirlerce sahih bulunmamış ve reddedilmiştir.
4. Necm suresinin okunması ve sonunda Müslümanlarla birlikte müşriklerin de secde ettiklerine dair haberler sahih hadis mecmualarına girdiği halde, garanik olayına ait olan cümle, bu haberlerde mevcut değildir.
Meselâ, Buharî’nin Sahih’inde, İbn-i Mes’ud’dan rivayetle şöyle anlatılmaktadır:
“Kendisinde secde ayeti indirilen ilk sure, Necm Suresi’dir. Bu sure nazil olduğunda, Rasulullah secdeye vardı. Orada bulunanlar da secde ettiler. Ancak bir adamın, yerden bir avuç toprak alıp ona secde ettiğini gördüm.” (Buharî, Tefsir, 53/4)
5. Zemahşerî’nin naklettiği rivayetlerden birinde, bu sözün şeytan tarafından söylendiği belirtilmiştir. Farz-ı muhal olarak garanik olayı diye birşey olsa bile bu, Hz. Peygamber’in Kur’an okuyuşunu sabote etme tarzında bir müdahaledir. Nitekim günümüzde bir hatip konuşurken muarızları başka sloganlar atabilmektedirler.
6. Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-Büldan’ında Uzza’yı anlatırken, garanikten bahseden şiire yer verip, müşriklerin bu şiiri Kâbe’yi tavaf ederken söylediklerini belirtir. Öyleyse bu ifade, esas itibariyle Hz. Peygamber’e değil, müşriklere bir şeytanî ilkadan ibarettir.
7. Böyle bir kıssanın batıl olduğuna, surenin başı açık bir şekilde delalet eder:
“Peygamber, kendi arzusundan konuşmaz. Ancak kendine vahyedileni söyler.” (Necm Suresi, 3-4)
Serdedilen mütalaalardan anlaşıldığı üzere “Garanik olayı” diye meşhur edilmeye çalışılan rivayetin, hiç bir cihetle, vahye şeytanın müdahalesi olduğuna delâleti yoktur. Ancak, din bir imtihandır. Ayette de, bunun bir fitne olduğu belirtilmiştir. (Hac Suresi, 53) Fitne ise, kelime olarak altın, gümüş gibi madenlerin sahte olup olmadıklarını belirlemek için, onları ateşe tutmayı ifade eder. Bu deney neticesinde, Ebu Bekir gibi elmas ruhlu olanlar, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu olanlardan ayrılır.
Küfrü hayal etmek küfür müdür?
Şeytanın en önemli ve en tehlikeli vesvesesi imani konularda olur. Bunu da daha çok hayal ile gerçeği birbirine karıştırmakla yapar.
Bir insan zaman zaman küfür ve şirki hayal edebilir. Mesela,
“Acaba birden fazla ilah olsa nasıl olurdu?”
“Ya ölümle her şey biterse, ahiret olmazsa?”
“Ya kader bizi bağlıyorsa…” gibi.
Ama bunları hayal etmek onları kabul etmek değildir.
İslam âlimleri, “küfrü hayal etmek küfür değildir” ölçüsünü koyarlar. İnsan hayalen yemek yediğinde doymadığı veya hayalen servet kazanmakla zengin olmadığı gibi, küfrü hayal etmekle de kâfir olmaz.
Çünkü nasıl ki aynada görülen pislik, pis değildir, aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında kişinin rızası olmadan, istek dışı gelen pis, çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler.
Peygamber Efendimize şeytanın insana verdiği vesvese’den soruldu. Şöyle cevap verdi:
“İçinde bir şey bulunmayan bir eve hırsız girer mi? Bu, imanın ta kendisidir.” (Müslim, Îmân, 211)
Peygamber Efendimizin bu cevabı, vesveseye müptela olanları rahatlatan bir esası ortaya koyar. Demek ki kalbe gelen ve kalbin rahatsızlık duyduğu vesveseler, imana zarar vermediği gibi, aslında imanın bir isbatıdır. Çünkü vesveseye maruz olan kişinin kalbi, bu vesveselerden rahatsızdır, yani o vesveseleri kabul etmemektedir. Bu da, onda var olan imanı gösterir.
Şeytan dört yönden yaklaşır
Şeytan, Âdem’e secde etmeyince ilahi rahmetten uzaklaştırıldı. İnsan yüzünden böyle bir cezaya çarptırılınca, insanla uğraşmak, onu yoldan çıkarmak hususunda Allah’tan yetki istedi. Kendisine yetki verilince şeytan şöyle dedi:
“Öyleyse, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’raf Suresi, 16-17)
Şeytanın bu ifadelerinden ilk anlaşılan, onun her türlü yolu deneyerek insanı Allah’a giden yoldan döndürmeye çalışmasıdır. Şeytan bu konuda hırslıdır ve kararlıdır. Ve Allah’a giden yolda şeytan en büyük engeldir.
“Şeytan, Âdemoğlu için İslam yolunda oturur ve: “Atalarının dinini terk mi edeceksin?” der! O da şeytana uymayıp Müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve “Yurdunu terk edersen garip kalırsın” der. Mümin yine onu dinlemez ve hicret eder. Sonra cihad yolu üzerinde durur, o mümine “Savaşa gidersen öldürülürsün, malını paylaşırlar, hanımını başkası nikâh eder” der. O da bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder.” (Nesai, Cihad, 19)
Fahreddin Razi, tefsirinde şunu nakleder:
Melekler şeytanın bu kararlığı karşısında insana acıdılar, “şeytan dört cihetten insanı kuşatmışken bu insan şeytandan nasıl kurtulabilir?” dediler.
Cenab-ı Hak onlara şöyle dedi:
“Alt ve üst olmak üzere iki cihet kaldı. Eğer insan hudu’ ile ellerini kaldırır benden isterse veya huşu’ ile başını secdeye vardırırsa, yetmiş senenin günahını ondan affederim.”
Şeytanın ön ve arka, sağ ve soldan gelmesi değişik şekillerde anlaşılmaya müsaiddir.
Mesela, insanın önünde kıyamet ve ahiret vardır, şeytan bunları inkâr ettirir. Arkasında dünya vardır, insanı dünyaya yönlendirir. Sağdan gelmesi hasenat, yani iyilikler yönüyledir, onu iyilik yapmaktan alıkoymaya çalışır.
Mesela bir insan sadaka vermeye niyetlendiğinde onu engellemeye çalışır, “aslında şu kadar kendi ihtiyaçların varken niye veriyorsun ki” der. Veya bir çeşit “ehvenüş- şer” prensibiyle hareket eder, büyük hayırlara engel olmak için onu küçük hayırlarla meşgul eder. İnsanın hayrını istiyormuş gibi yapıp, onun hayrına engel olur. Mesela, büyük hizmetler yapabilecek bir insanı kendi halinde bir hayata ikna eder, başkalarının ondan istifadesine engel olur.
Soldan gelmesi ise seyyiat, yani kötülükler yönüyledir. Kötülükleri güzel ve süslü gösterir, insanı günah lekeleriyle manen kirli hale getirmek ister.
Bir başka açıdan bu dört cihet, şu şekilde de anlaşılabilir: Ön cihet hayal, arka cihet vehim kuvveti, sağ cihet şehvet, sol cihet gadaptır.
Şeytan, insandaki hayali batıl şeylerle meşgul eder. Bilindiği gibi, insan önce hayal eder, sonra yapar. Mesela bir hırsız, evi soymadan önce hayalen defalarca soyar, sonra bunu fiiliyata döker. Her günahın evveli hayalde başlar.
Vehim kuvveti ise, şeytan tarafından hayırlı işlere engel olmada kullanılır. Mesela, bir insan malının önemli bir kısmını Allah yolunda vermeye niyetlendiğinde vehim devreye girer, şeytan buradan o kimseye “ya ilerde işlerin bozulur kendin muhtaç hale gelirsen? Ya şöyle olursa, ya böyle olursa…” gibi ihtimal hesapları yaptırır ve o önemli hayra engel olabilir.
Şehvet, insanın istek yönüdür. Servet, makam, şöhret, lezzet peşinde koşmak gibi hususlarda şeytan insanı hayli kandırır.
Gadap ise insanın öfke yönüyle alakalıdır. “Öfkede akıl yoktur” denilir. İnsanda öfke damarı harekete geçtiğinde, akıl devre dışı kalır, o insan her türlü çılgınlığı yapmaya hazır hale gelir. Mesela, komşusunun ineği bahçesine girip bir iki domatesini yiyen bir kimse, şeytanın teşvikiyle öyle sözler söyler ki, akl-ı selim bunları asla kabul etmez veya öyle hareketler yapar ki bir çocuk bile yapmaz. Hatta bazen iş cinayete kadar uzayabilir. Biri mezara gider, diğeri de hapse girer, ömrünün sonuna kadar pişmanlık duyarak yaşar.
Maneviyat büyüklerinden Şakik-i Belhî, üstteki ayetin yorumu sayılabilecek şekilde şöyle der:
“Her sabah dört cepheden şeytanın saldırısına uğrarım. Önden yaklaşınca, “istediğini yap, Allah Gafur ve Rahimdir” der. Ona şu ayetle cevap veririm:
“Kullarıma haber ver ki, ben gerçekten çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim. Bununla beraber azabıma gelince, o da çok can yakıcı bir azapdır.” (Hicr Suresi, 49-50)
Arkadan yaklaşınca, benim ve çocuklarımın fakirliğin pençesine düşme ihtimaliyle korkutur. Ona şu âyeti okurum:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın...” (Hud Suresi, 6)
Sağdan yaklaşınca, beni yaptığım iyiliklerle övmeye, yüceltmeye çalışır, “Senin gibi âbid biri dünyada yoktur” der. Şu âyetle onu sustururum:
“... O halde sabret, akıbet müttakilerindir.” (Hud Suresi, 49)
(Yani bugüne değil, işin sonuna bakmak lazım. Yola çıkan biri hedefe varıncaya kadar başarılı sayılmaz. Mesela, İstanbul’dan Ankara’ya doğru arabasıyla giden birisi, son km.de de kaza yapsa amacına ulaşamayacaktır.)
Sol cepheyi seçince dünyanın bütün güzelliğini ve şehvetlerini nazarıma verir, iştahımı kabartmaya çalışır. Hemen şu ilâhî fermanı hatırlatırım:
“…Artık, kendileriyle arzu ettikleri şeyler arasına perde çekilmiştir.” (Sebe’ Suresi, 54)
(Yani, cehennem ehli gördükleri azap karşısında dehşete düşerler, kendilerinde iştah namına bir şey kalmaz. Mesela, işkence gören biri, önüne en güzel yemekler de konulsa onları canı çekmez.)
Ben bunları okuyunca, şeytan eli boş olarak geri döner.”
Şeytan insanın imanını çalmaya çalışır
Şeytan bir hırsızdır, insan kalbinde en değerli cevher olan imanı çalmaya çalışır. Günümüzde, imanî konularda hemen her tarafta görülebilen şüpheler, şeytanın bu konuda nasıl hummalı bir şekilde çalıştığını ispat eder. “Din afyondur” şeklindeki bir vesvese, kominizmi esas alan bir devletin 70 yıl boyunca temel prensiplerinden biri idi. Bu sistemde “kutsala” savaş ilan edilmişti. Şimdilerde ise din, dünya çapında daha saygın bir konumdadır. Ama şeytanın bu konuda vesveseleri bitmiş de değildir.
Şeytan, insanın imanını çalma hususunda ısrarcıdır. Ve ısrarını son ana kadar devam ettirir. Futbolda son anda bile sürprizler olabilmesi misali, takva sahibi kimselerin bile imanını elde etmeye hırs gösterir, sekerat halinde verdiği vesveselerle o kimseyi inkârcı biri olarak bu dünyadan göndermeye çalışır.
Teorik olarak şeytan son anda imanı çalma ihtimali varsa da, gerçekten imanı kuvvetli olan kimseler ömür boyu son ana da hazırlandıklarından böylelerin imanı ilahi koruma altındadır, şeytanlar ordusu da gelse bir şey yapamazlar. Çünkü onların imanı sadece akılda değil, kalbin en derin köşelerindedir ve şeytanlar o derinliğe nüfuz edemezler.
Şeytan, ateşe sevk eder
Ateşten yaratılan şeytanın akıbeti ateş olacaktır. Ama o, ister ki orda yalnız kalmasın, yeryüzüne halife olarak gönderilen insanlardan da nicelerini yanına alsın!
“Her kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Ama onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet kıyamet günü huzurumuza gelince, arkadaşına: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!” der. Onlara: “‘Bugün pişmanlık duymanız size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü siz zulmettiniz. Şimdi de hepiniz azapta ortaksınız.’ denir.” (Zuhruf Suresi, 36-39)
Öyle anlaşılıyor ki, şeytana uyanların bedenleri ateşte yanarken, ruhları da “pişmanlık ateşiyle” yanıp kavrulacak. Ama bu pişmanlık onlara fayda vermeyecek, kendilerini ateşten kurtarmayacak.
Böyle feci bir akıbete maruz kalmamak için şeytandan korunmak lazımdır. Bunu yapabilmek için de, önce korunma yollarını bilmek, ardından ise uygulamak gerekir. Gelecek bölümde şeytandan korunma yolları anlatılacaktır. Bunları uygulamak ise, her ferdin iradî kararlılığına bağlıdır. Elinde ilaçlar olan kimse, bunları kullanmazsa elbette şifayı elde edemez. Şeytandan korunma yollarını bilmek de, şayet uygulanmazsa bir işe yaramaz.