Ev bir sığınaktır, bir menzildir. Bir mahremiyettir. Bireyin özgürlük alanı, yurdu yuvasıdır. O yüzden atalarımızın dualarında “dünyada mekânı ahirette imanı” istemeleri boşuna değildir. Sonra yine darb-ı mesel haline gelmiş, “Allah’ın evlenene ve ev alana yardım ettiği” itimadı da gerçekliği olan bir ifade biçimidir.
Dünyaya geçici olarak geldiğimiz kesindir. Yani kiracı olarak… Kiracı olduğumuz dünyada ikinci kez kiracı olmak gerçekten zor zanaattır. O yüzden kirada oturanlar için “Allah ev sahibi yapsın!” şeklinde dua etmek çok anlamlı bir eylemdir. İnsan kiracı olduğunda evin duvarına çivi çakma lüksü bile yoktur. Ev sahibi olmak, bir noktada duvara çivi çakma özgürlüğüdür.
“İki günlük dünyada malı mülkü ne yapacaksın” sözü ise züğürt tesellisi mesabesindedir. Her şeyin başı rızkı aramak ve rızkı kazanmaktır. Helalinden kazanmaktır. Ev, ailenin ilişkilerini sağlam bir zemine oturttuğu özel bir alandır. Lakin evler eşyanın işgalinden çok, insanın rahatlığına zemin hazırlayıcı olmalıdır. Bunun da ilk şartı şatafattan uzak, sade ve zevkli bir şekilde evin tefrişidir. Bu nedenle eskiler “Kişinin evi cennetidir” derken pek doğru bir tesbitte bulunmuşlardır. Bir de evlerin evi, evlerin mukaddesi Kâbe vardır. Kâbe ise arınma merkezidir. Özellikle nasipli olanların merkezi…
Suyun tadı başkadır
Son dönemde nehirlerimiz, göllerimiz, akarsularımız kurumaya başladı. Artık Anadolu’da sular şırıl şırıl akmıyor… Özellikle Anadolu’da o köyleri ikiye ayıran, köyün ortasından nazlı nazlı akan çaylardan artık eser yok. Akan bir su, bir dere görünce insan sevincinden ne yapacağını şaşırıyor.
Büyük şehirlerde ise su ayrı bir dert. Uzmanlar şehir sularını içmeyin, diye açıklama yapıyorlar… İzmir’in suyu tam anlamıyla zehirliymiş. Ankara’nın suyu ondan bir nebze daha temizmiş. İstanbul’da ise sular hak getire… Nerede eski, içimine doyum olmayan sular? Özellikle uzmanlar içme suyu için şehir sularının kullanılmamasını tavsiye ediyorlar. Damacanayla satılan ve menba suyu olduğu söylenen suların çoğunun da hijyen açısından şehir suyunu aratmadığını belirtiyorlar. Eskiden kalma Hamidiye suları ise hâlâ en iyi sulardan biriymiş. Yine ne varsa eskilerde var diyeceğim.
Mâlum olduğu üzere su uzun süre durdukça bozulur. Fakat bunun da istisnaları varmış. Söz gelimi Beykoz’un o eski meşhur “Karakulak Suyu” durdukça bozulmak bir yana tam anlamıyla güzelleşirmiş. Hatta merhum Mahir İz Hoca’nın yıllar önce anlattığına göre, Beykoz’da veliler öğretmenlere en büyük hediye olarak bir yıl beklemiş su getirirlermiş. Yine İstanbul’da durdukça güzelleşen bir başka sihirli su daha varmış: Bu suyun adı da Küçük Çamlıca Suyu imiş. Küplerde bekletilir taslara doldurularak içilirmiş… Küpü bilmem ama testiyi tavsiye ederim. Tabii suların suyu olan “Zemzem” bir de. Onu kana kana içmek için Beytullah’a yüz sürmek, ona vasıl olmak gerek. Bu da başlı başına bir nasip işidir yine.
Su küpü
Hazır konu testi ve küpten açılmışken bir küp hikâyesini aktarayım. Yozgatlı Prof. İhsan Efendi anlatıyor:
Hilvan’da bir gün Üstad Mehmed Âkif’i ziyarete gitmiştik. Su içerken bize müjdeledi:
— Çok zamandan beri bir küp almak istiyordum. Nihayet aldım. Şimdi böyle suyumuzu soğutup içiyoruz.
“Küp” deyince ben Üstad Âkif’in: “Siz yelkeni açmış, suyun üstünde akarken / Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!”
Şiirini hatırladım, dedim ki:
— Evet, su soğutmaya lâzım olduğu gibi İstanbul’u hatırladığınız zaman üstüne binmeye de lâzım olur!
Güldü. Hoşuna gitti.
Öfke güzeldir
Öfke şayet yerinde kullanılırsa harlı bir eylemdir. Aynı zamanda Müslüman’a yakışan da bir eylem… Nasıl ki “tevazu gururun zekâsıysa”, öfkede onurun ve asaletin karındaşıdır. Çünkü kızan, öfkelenen adam ayrıcalıklı adamdır. Nitekim Midhat Cemal Kuntay’ın şu ifadeleri ne kadar da doğrudur: “Kızan adam çıplak gezen adam demektir; sathi güler yüzlülük ise toplumun insana taktığı maske demektir.”
Ketumluk ise hesaplılığın, içten pazarlılığın daniskasıdır…
Okka ile arşivlerin satılması
Mahir İz Hoca anlatıyor: “Bir zamanlar (1931- 1932 yılları) Devlet Arşivi’ndeki eski evrak Bulgarlara okka ile satılmıştı. Sultanahmed’den geçen bu evrak yüklü kamyonların çuvalları arasından düşen bir vesikayı oradan geçmekte olan büyük vatanperver, âlim ve faziletkâr bir meslek adamı olan Muallim Cevdet Bey görünce, keyfiyeti derhal Maarif Vekâletine, Başvekâlete ve Meclis Riyasetine ayrı ayrı telgraflarla bildirmiş. Bu girişim üzerine hâdise üzerinde durulmuş. O vakte kadar ne kadarı gittiği bilinmeyen evrakın geri kalanı kurtulmuş. İşte bu vakayı duyan Midhat Cemal Bey şu kıt’ayı yazmıştı ki, tarihî vesika değerindedir:
“Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar,
Hâlâ uyuyanlardaki mâhiyyeti görsün.
Efsânesi kaybolsa kıyâmet koparanlar,
Târîhini okkayla satan milleti görsün!”
Ferid Kam’dan birkaç mısra…
Üstad Ferid Kam bir felsefe profesörüdür, bir filozoftur. Onun mânâlı söz ve şiirleri pek çoktur. Mesela Doktor ile Azrail farkını şöyle anlatmıştır: “Doktor ile Azrail arasında bir fark vardır. Biri karşılıksız canını alır; ötekisi hem canını alır, hem de paranı…” Yine şiire ilişkin şu mısraları çok düşündürücüdür:
“Ey güzel sözlü şair, bir başka söz söyleyeyim deme! / Çünkü söylemediklerin söylediklerinden daha çok güzeldir.”
Bir filozof olarak dua sadedinde söylediği şu mısralar ise onun imanı veçhesini pek güzel ortaya koyar:
“Yâ Rab! Bana sen âlemi zindân etme,
İdrakimi hem hâlet-i nirân etme,
Mâdem ki iman ile ettin âbad,
İklim-i dili küfr ile virân etme”
(Ya Rabbi! Aklımı yakıp tutuşturarak cihanı bana zindan etme. Madem ki lütfedip iman ile kalbimi mâmûr ettin. O gönül iklimini küfr ile vîran etme.)
Efendim, sağlıcakla kalın!
Fahri Güven