İmam Şafiî, sünneti kabul etmeyenlerin, ya sünnetin hücciyetini/delil olmasını, ya da "haber-i hassa"nın bağlayıcılığını reddettiklerini söylemiştir. Sünnetin hücciyetini bütünüyle reddedenlerin yanında, sünneti yalnızca belirli konularda hüccet kabul edenler ya da sünneti Kur'ân ve akıl deliline muvafık olması durumunda hüccet kabul eden gruplar bulunmaktadır.
Ehl-i sünnet bilginlerifne göre sünnet, Allah Teâlâ'nın hükmünün bilinmesine delildir. Sünnet bu hükmün izharı, keşfi veya delaleten bilinmesine delil olabilir. Sünnetin Allah'ın hükmünün bilinmesine mutlak anlamda delil olması ise ancak Hz. Peygamber'in "ismeti" ve Of'nun sünnetinin korunmuş olmasıyla mümkündür.,
Bu sebeple sünnetin, kıymetini ve bağlayıcılığını tespit etmek için, önce O'nun kaynağını veya başka bir ifadeyle Hz. Peygamber’in bilgisinin kaynaklarını belirlemeye ve özellikle sünnet-vahiy alakasının rivayet asrında nasıl anlaşıldığını ortaya koymaya ihtiyaç vardır.

HZ. PEYGAMBER'İN KORUNMUŞLUĞU (İSMET)

Peygamberlerde, peygamberlik mansıbının ayrılmaz niteliği kabul edilen bazı özellikler bulunmaktadır. Bunların başında ismet vasfı gelmektedir. Bu nitelik muahhar dönemlerde tafsil edilerek peygamberlerin ismet, fetânet, sıdk, emniyet ve tebliğ gibi nitelikleri bulunduğu belirtilmiştir. Ancak rivayet asrında, bütün bu nitelikler ismet sıfatının içinde değerlendirilmiştir. Zira bütün diğer sıfatlar neticede ismete bağlı özelliklerdir.
İsmet vasfı, "Allah Teâlâ'nın peygamberlerini kadir ve kıymetlerini düşürecek şeylerden koruması" ve "günah işlemek mümkün olduğu halde, günahlardan uzak durma melekesidir" şeklinde tanımlanmıştır. İsmet konusunda usûl ve kelam kitaplarında yapılan tartışmalar dikkate alınarak, Ehl-i Sünnet alimlerinin tercih ettiği görüşler çerçevesinde daha kapsamlı bir tanım yapılmıştır. Buna göre ismet, Allah Teâlâ'nın peygamberlerin zahir ve batınlarını küfür ve büyük günahlardan koruması; küçük günahlarından da onları haberdar ederek (tenbih), tevbe etmelerini sağlamasıdır. Bu tanımda Ehl-i Sünnet bilginlerinin ismet tanımlarındaki tüm nitelikler bir araya getirilmiştir. Buna göre, peygamberler, küfür ve büyük günahlardan korunmuşlardır. Küçük günahları ise (zelle) işleyebilirler, ancak bu şekilde bırakılmazlar; Allah Teâlâ, onları haberdar eder ve tevbe ederek yanılgılarını tashih etmelerini mümkün kılar. Binaenaleyh, peygamberler, insanlarda bulunan birtakım eksiklik ve günahlardan Allah Teâlâ'nın lütfü ile korunmuştur. Peygamberler, nübüvvetten önce, insanların çirkin ve aşağılayıcı kabul ettiği küçük günahları da yapmamışlardır. Onlar, nübüvvetten önce de aynı şekilde Allah Teâlâ'nın tevfik ve tevellisi altındadır.


HZ. PEYGAMBER'İN BİLGİ KAYNAKLARI

Bu başlık altında Hz. Peygamber'in bilgi kaynakları tetkik edilecektir. Böylece sünnetin şerî ve ilmî değeri tespit edilmeye çalışılacaktır. Sünnetin vahiyle ilgisi O'nun hem dinî hem de ilmi değerini ortaya koymaktadır. Ancak bilindiği gibi sünnetin bütünü vahiyle bildirilmiş değildir. Bazı konuları Hz. Peygamber, tecrübe ile haber vermiş bir kısım meseleleri ise aklı/fetâneti ile çözümlemiştir. Ancak Hz. Peygamber insanlara örnek ve rehber olarak gönderilmiştir. O'nun bu misyonunu yerine getirebilmesi her yönüyle itimat edilir olmasına bağlıdır. Kendisine itimat edilmesi için O'nun bütün söz ve fiillerinin doğru ve hatasız olması gerekmektedir. Tecrübe ve akıl ise ne kadar kusursuz olursa olsun her zaman yanılabilir. Yanılma ve hataya düşmekten korunma ancak vahyin kontrolü ile mümkündür. Bu durumda Hz. Peygamber’in hadislerinin vahiyle ilişkisinin ele alınması gerekmektedir.
Vahiy

Hz. Peygamber’e gelen bütün vahiylerin Kur'ân-ı Kerim'de yer aldığını ileri sürmek ve vahyi Kur'ân ile sınırlandırmak doğru değildir. Çünkü böyle bir iddiaya önce Kur'ân-ı Kerim mani olmaktadır. Kur'ân'da anlatılan bazı olaylarda, Allah Teâlâ'nın o olayla ilgili bazı bilgileri Kur'ân dışında bir vahiyle Hz. Peygamber'e bildirdiği de anlaşılmaktadır. Bütün bunların yanında kanaatimizce en önemli delillerden birisi de İmam Şafiî'nin dikkat çektiği üzere Kur'ân'da Kitab ile birlikte zikredilen "hikmet" ile sünnet arasındaki alakadır. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Ümmiler arasından kendilerine (Allah'ın) âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderen O'dur." buyurmuştur. İmam Şafiî, bu âyet-i kerimede geçen Kitab'ın Kur'ân, hikmetin ise sünnet olduğunu söylemiştir. Ona göre sünnet, bütünüyle vahiy kaynaklıdır ve vahiy gibi Hz. Peygamber'e indirilmiştir.
Sünnetin kaynağı meselesine, rivayet asrındaki hadis kitaplarının musannıfları tarafından da temas edilmiştir. Bunu İmam Buharî'nin (öl. 256/869) Sahîh'inin "Kitâbu'l-İ'tisâm" bölümündeki şu bab başlığından anlıyoruz: "Peygamber (sav) kendisine vahiy indirilmeyen konularda soru sorulduğunda 'Bilmiyorum' derdi veya vahiy indirilinceye kadar cevap vermezdi. Allah Teâlâ'nın, 'Allah'ın sana gösterdiği vech ile' sözünden dolayı rey ve kıyasla cevap vermezdi.” babı.
Sünnetin hücciyeti konusunda görüş birliği bulunan İslam bilginleri, sünnetin bütününü aynı derecede bağlayıcı görmemişlerdir. Sünnet, genelde bağlayıcı olması açısından iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım, yerine getirilmesi faziletli, fakat terk edilmesinde uhrevi bir ceza bulunmayan sünnetlerdir. İkinci kısım ise, yerine getirilmesi gerekli sünnetlerdir. İbn Kuteybe, sünnetin bu ikinci kısmını, kaynağı açısından ikiye ayırmıştır: "Birinci kısım, Cibril'in Allah Teâlâ'dan getirdiği sünnettir. İkinci kısım ise, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e hüküm koyması için izin verdiği ve reyiyle karar vermesini kendisine emrettiği sünnettir. Bu kısımda Hz. Peygamber birtakım sebep ve özürlerden dolayı dilediğine ruhsat vermekte serbest bırakılmıştır."
Rivayet asrından sonraki usûl alimlerinin, sünnet-vahiy alakasına yaklaşımları ise şöyle özetlenebilir: Peygamberlerin şerî hükümlerde bilerek yalan söylemesi muhal görülmüştür. Hata ile yalan söylemeleri ise alimlerin cumhuru tarafından kabul edilmemiştir. Peygamberlerin unutmaları da imkansız kabul edilmiş, bu konuda icma olduğu da söylenmiştir. Rasûlullah sahih bir hadislerinde "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi unuturum; unuttuğumda bana hatırlatın." buyurmuştur. Bu ve benzeri hadisler şu şekilde yorumlanmıştır: Peygamber ilk anda unutabilir, ancak o durumda bırakılmaz, kendisine vahiyle hatırlatılır. Hz. Peygamber’in hata ve unutmasını caiz görenlerin çoğunluğu, hemen akabinde, unutmanın tashih edileceğini öne sürmüşlerdir.
Hz. Peygamber’in Kur'ân dışında vahiy aldığını arz ettikten sonra, vahiyle bilinenlerin sınırının belirlenmesi de gerekmektedir. Vahiy, gayb âleminin bilgisini bize ulaştıran en güvenilir bilgi kaynağıdır. Gaybın, akıl ve duyularla anlaşılma imkanı yoktur. Çünkü bu sahada idrak kuralları ve akıl prensipleri geçerli değildir. Bu nedenle, insan bilgisini müşahede âleminin ötesine ve mevcut sınırların üstüne yükselten vasıtalardan birisi de vahiydir. Hz. Peygamber'in vahye dayanarak bildirdiği haberlerde kesinlikle yalan ve hata ihtimali yoktur. Rasûlullah'ın gayb hakkında bildikleri, Allah Teâlâ'nın vahiyle kendisine bildirdiği kadardır.
Nebevî Fetânet

Vahyin yanında Hz. Peygamber'in bilgi kaynaklarından birisi de peygamberlik makamına uygun “akıl melekesi”dir. Rasûlullah'ın "aklı" vahiyle aydınlatılmış, bazen gayb perdesi kaldırılarak, melekût âlemi müşahedesine sunulmuş, ayrıca Allah Teâlâ dini göndermekle gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatları kendisine öğretmiştir; böylece O'nun aklî melekeleri kemal noktasına ulaşarak âdeta hata yapma ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu nedenle akıl, ilim, sabır, yakın ve görüşlerinin doğruluğunda Rasûlullah'ın diğer insanlardan üstünlüğü bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber'in "akıl melekesini" anlatmak için ise ihtiyatlı davranılmış, bu sebeple de kelimeler dikkatli seçilmiştir. En sık kullanılan kelimeler, "rey", "içtihat" ve "kıyas"tır; az da olsa "firaset" kelimesi de kullanılmıştır. Ancak söz konusu terimler, diğer insanlar için de kullanıldığından, Rasûlullah’ın üstün peygamberlik nuru ile inkişaf etmiş akıl melekesini anlatmak maksadıyla daha sonraki dönemlerde "fetânet" kavramı tercih edilmiştir.
İmam Buharî'ye göre Hz. Peygamber'e verilen, "Allah Teâlâ'nın O'na göstermesiyle" hasıl olan bir melekedir. Bazı usûlcüler de, vahiy nuruyla aydınlatılarak, isabetli karar almada mükemmel seviyeye ulaşan Hz. Peygamber'in akıl melekesini "batınî vahiy” şeklinde yorumlamışlardır.
Tecrübe

Her insan çevresinden etkilenir. Çevresindeki insanların bilgi ve tecrübelerinden istifade eder. Ayrıca kendi tecrübe ve gözlemleri ile de her gün yeni bilgiler öğrenir. Bu nedenle, sıradan bir insanın bilgi birikiminin önemli bir kısmı, onun tecrübe ve gözlemler sonucu kazandığı bilgidir, denilebilir. Ancak peygamberler çevrenin insanı değildirler; onlar çevrelerini değiştirmekle vazifeli elçilerdir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in sözlerinin anlaşılması için yalnızca tecrübelerinin ve içinde yetiştiği sosyo-kültürel çevrenin dikkate alınması yeterli değildir. Vahiy O'nun hayatının her kısmını tanzim etmiş ve eşyanın hakikatine vakıf olmasını sağlayacak gaybî bilgiyi getirmiştir.
Rasûlullah, Kureyş'in örf, âdet ve geleneklerini, Arap kabilelerinin lehçelerini ve bir müddet içlerinde yaşadığı bedevi Araplardan fasih Arapça'yı öğrenmiştir; hatta bu nedenle lügat ve benzeri dil ile ilgili konularda da hüccet kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, içlerinde yaşadığı kavminin dilini, örf ve âdetlerini öğrendiği gibi, onların hastaları tedavi usullerini, ticari muamelelerini ve kavminin Hz. İbrahim'den tevarüs ettiği bazı dinî gelenekleri de öğrenmiştir. Ancak O'nun tecrübe ve gözlem ile öğrendiği bütün bu bilgiler, nübüvvetten sonra vahyin kontrolünden geçmiş ve bir kısmı "vahyî bilgi" ile takrir edilmiş, bir kısmı tadil edilmiş ve diğer bir kısmı da tamamen tebdil edilmiştir.
Tecrübe ve akıl yürütmeyle her konuda bilgi edinme imkanı yoktur. Gayb haberleri, yaratılış ile ilgili bilgiler, Allah Teâlâ'nın sıfatlarıyla ilgili haberler ancak vahiyle bilinebilecek gerçeklerdir. Dolayısıyla bu konulardaki hadislerin bütünüyle vahiy kaynaklı olacağı da aşikârdır.
Peygamber'in tecrübi bilgileri bulunduğu reddedilemez; ancak bu bilgilerin bir kısmı da zaten normalde ancak tecrübe ile öğrenilen, yanlış olması mümkün olmayan bilgilerdir. Bir kısım tecrübi bilgiler de vardır ki, çevreden öğrenilen bu tür bilgilerin hatalı olması mümkündür; söz konusu bilgilerin hatalı kısımları vahiy tarafından tashih edilmiş, diğerleri ise ibkâ edilmiştir. Bazı konuların ise tecrübe ile bilinmesi hiç mümkün değildir; bu çeşit bilgilerin Hz. Peygamber'e, doğrudan vahiyle öğretildiği de yadsınamaz bir gerçektir.
Netice olarak denilebilir ki, Rasûlullah’ın sünnetinin kaynağı konusunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Görüldüğü üzere sünnetin bir kısmı vahiy, bir kısmı Hz. Peygamber'in fetâneti, diğer bir kısmı da tecrübeye dayanmaktadır. Hz. Peygamber'in ahiret ahvali, ibadetler ve melekût âlemi ile ilgili hadislerinin, bütünüyle vahiy kaynaklı olduğu açıktır. Bir kısım konularda tecrübe ve fetânet ile hareket ettiği için, -gerçek nedeni ne olursa olsun- bazı küçük hatalar yaptığı da bilinmektedir. Ancak, O'nun hatalarının/sürçmelerinin vahiyle tashih edildiği de bir gerçektir. Sünni alimlerin çoğunluğu, vahiy kaynaklı olmayan sünnetlerin başlangıçta hatalı olma ihtimali bulunduğunu, şayet hatalı ise vahiy tarafından muhakkak tashih edileceği görüşünü benimsemiştir. Binaenaleyh, sonuçta sünnetin bütünüyle vahyin kontrolünden geçmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle rahatlıkla Hz. Peygamber'in sünnetinin tarih, fen bilimleri ve akılla ilgili hususlarda hatalı ve çelişkili bilgiler içermeyeceğini söyleyebiliriz.

Yrd. Doç. Dr. Ayhan Tekineş