***
DIŞARDA
Points: 8.201, Level: 61
Level completed: 17%,
Points required for next Level: 249
Overall activity: 0%
Achievements


tafsilatlı hilye-i şerif ve siyeri nebi - Resûlullahın görünüşü
Kâinatın Efendisi
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem"in
HİLYE-İ SEADETLERİ ve SİYERİ - 1
[Ya'nî Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" görünüşü, tanınması].
Fahr-i kâinâtın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek yüzü ve bütün a'zâ-i şerîfesi ve mubârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a'zâsından ve seslerinden güzel idi. Mubârek yüzü, bir mikdâr yuvarlak idi. Neş'eli olduğu zemânda, mubârek yüzü ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mubârek alnından belli olurdu. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce hâdise, kitâblarda yazılıdır. Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzvda dahî halk etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zemân, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya bakmasından ziyâde idi. Mubârek gözleri büyük idi. Mubârek kirpikleri uzun idi. Mubârek gözlerinde bir mikdâr kırmızılık vardı. Mubârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Fahr-i âlemin "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" alnı açık idi. Mubârek kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır idi. Mubârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir mikdâr yüksek idi. Mubârek başı büyük idi. Mubârek ağzı küçük değildi. Mubârek dişleri beyâz idi. Mubârek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zemânda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında ondan dahâ fasîh ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mubârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zemân, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkin idi. Ba'zan iyi anlaşılması için, üç kerre tekrâr ederdi. Cennetde Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacakdır. Mubârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.
Fahr-i âlem "sallallahü aleyhi ve sellem" güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken, mubârek dişleri görünürdü. Güldüğü zemân, nûru duvarlar üzerine ziyâ verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mubârek gözlerinden yaş akar, mubârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve ba'zan da nemâz kılarken ağlardı.
Fahr-i âlemin "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek parmakları iri idi. Mubârek kolları etli idi. Mubârek avuclarının içi geniş idi. Bütün vücûdünün kokusu, miskden güzel idi. Mubârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha on sene hizmet etdim. Mubârek elleri ipekden yumuşak idi. Mubârek teri miskden ve çiçekden dahâ güzel kokuyordu. Mubârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mubârek ayaklarının parmakları iri idi. Mubârek ayaklarının altı çok yüksek olmayıp, yumuşak idi. Mubârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı berâber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mubârek göğsü geniş idi. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi.
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî değil idi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zemân, mubârek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mubârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaradılışda ondüle idi. Mubârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mubârek saçlarını ba'zan uzatır, ba'zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefât etdiği zemânda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mubârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mubârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri var idi. [Müslimânların da, sakalı bir tutam uzatması, fazlasını kesmesi, bıyıklarını kırkması sünnetdir.]
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı. Mubârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mubârek gözlerine sürme çekerdi.
Fahr-i kâinât "aleyhi ekmelüt-tehıyyât" önüne bakarak, sür'atle yürürdü. Bir yoldan geçdiği, güzel kokusundan belli olurdu.
Fahr-i âlem "sallallahü aleyhi ve sellem" kırmızı ile karışık beyâz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber "aleyhissalâtü vesselâm" siyâh idi dese, kâfir olur.
[O "sallallahü aleyhi ve sellem", arab idi. Arab, lügatda, güzel demekdir. Meselâ, lisân-ı arab, güzel dil demekdir. Istılâh ma'nâsı ise, ya'nî coğrafyada arab demek, Arabistân ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın iklîmi, havası, suyu ve gıdâsı ile yetişen ve onların kanından olan kimse demekdir. Anadoludaki kandan gelenlere Türk, Bulgaristânda doğup büyüyenlere Bulgar, Almanyadakilere Alman dedikleri gibi, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" de Arabistân yarımadasında doğduğu için Arabdır. Arablar beyâz, buğday benizli olur. Bilhâssa Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" sülâlesi beyâz ve çok güzel idi. Zâten dedeleri İbrâhîm "aleyhisselâm", beyâz olup, Basra şehri ehâlîsinden, Târuh isminde beyâz bir müslimânın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, hazret-i İbrâhîmin "aleyhisselâm" babası değildi. Amcası ve üvey babası idi.
Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" babası Abdüllahın güzelliği, Mısra kadar şöhret bulmuşdu ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek için Mekkeye gelmişdi. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmineye nasîb oldu.
Türkiyede ve birçok islâm memleketlerinde, bir asrdan beri, Abdüllahın evlendiği geceye, Regâib kandili ismini veriyorlar. Regâib gecesine böyle ma'nâ vermek doğru değildir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" dokuz aydan önce dünyâyı teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksânlık ve kusûrdur. Her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Âmine valdemizi "rahmetullahi teâlâ aleyhâ" nûrlandırdığı zemân da, noksân ve kusûrlu değildi. Bu zemânın noksân olması, tıb ilminde ayb ve kusûr sayılmakdadır.
Receb-i şerîfin ilk Cum'a gecesine Regâib gecesi denir. Çünki, Allahü teâlâ, bu gecede, mü'min kullarına, ragîbetler, ya'nî ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan düâ red olmaz ve nemâz, oruc, sadaka gibi ibâdetlere, katkat sevâb verilir. O geceye hurmet edenleri afv eyler.
İslâmiyyetin ilk zemânlarında ve islâmiyyetden evvel, Receb, Zil-ka'de, Zil-hicce ve Muharrem aylarında harb etmek harâm idi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbı, ikinci bâbı, sekizinci faslında buyuruyor ki, (Zâhidî ve Alî Cürcânî tefsîrlerinde ve birçok tefsîrde yazıyor ki, islâmiyyetden evvel, arablar, Receb veyâ Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değişdirir, ileri veyâ geri alırlardı. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", hicretin onuncu senesinde, doksanbin müslimân ile vedâ' haccı yapdığı zemân: (Ey Eshâbım! Haccı tam zemânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yaratdığı zemândaki gibidir!) buyurdu). Abdüllahın evlendiği sene, ayların yeri değişik idi. Receb ayı, Cemâzil-âhır yerinde idi. Ya'nî bir ay ileride idi. O hâlde, nûr-i Nübüvvetin, Âmine "rahmetullahi teâlâ aleyhâ" valdemize intikâli, şimdiki Cemâzil-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir.
Amcası Abbâs ile Abbâsın oğlu Abdüllah "radıyallahü anhümâ" da beyâz idi. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve beyâzdır. Meselâ, Ürdün emîri merhûm Abdüllah, İstanbula gelmişdi. Beyâz idi. Kadıköy müftîsi iken vefât eden fazîletli Ahmed Mekkî efendi "rahmetullahi aleyh" seyyid idi. Ecdâdı gibi, beyâz, kara kaşlı, iri siyâh gözlü ve çok sempatik, güzel yüzlü idi. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" Eshâbı da, beyâz ve güzel idi. Osmân "radıyallahü anh" beyâz, sarışın idi. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem, rum imperatörü Heraklius hükûmetine gönderdiği sefîri Dıhye-i kelbî çok güzel olup, İstanbul sokaklarında gezerken, yüzünü görmek için, rum kızları sokaklara çıkardı. Cebrâîl "aleyhisselâm" çok def'a Dıhye "radıyallahü anh" şeklinde gelirdi.
Mısr, Şâm, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, islâmiyyeti dünyâya yaymak için, Arabistân yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün buralarda da mevcûddur. Nitekim Anadoluda, Hindistânda ve başka memleketlerde de mevcûddur. Fekat, bugün bu memleketlerin hiçbirinin ehâlisini Arab diye ismlendirmek doğru olmaz.
Ortaçağ, ya'nî kurûn-ı vustâ zemânının biricik ma'rifet ve medeniyyet lisânı olan ve zâten gramer ve fesâhat ve edebiyyât bakımından, bugün yeryüzünde mevcûd yediyüzyetmiş çeşid dilin en mükemmeli olan arabî lisânı, islâm medeniyyeti ile birlikde bütün bu memleketlere girmiş ve yerleşmişdi. O zemânlar, İspanyadaki Arab üniversitelerine ve müslimân mekteblerine, ihtisâs kazanmağa giden Fransız ve diğer Avrupalılar, arabî birçok kelimeleri, bilhâssa ilmde ve fende kullanılan kelimeleri, kendi memleketlerine götürmüşler, kendi dillerine karışdırmışlardır. Bugün garb dillerinde birçok arabî kelimeler hâlâ kullanılmakdadır.
[1947] senesinde Londrada basılmış, The British and Foreign Bible Society (İngilizlerin ve yabancıların İncîl cem'ıyyeti)nin, The Gospel in Many Tongues (Birçok dillerde bir âyet) ismindeki kitâbında, yediyüzyetmiş dürlü dilin herbiri ile yazılmış birkaç satırlık örnekler vardır.
Mısr ehâlîsi esmerdir. Habeşistân ehâlîsi siyâhdır. Bunlara habeş denir. Zengibâr ehâlîsine Zencî denir. Bunlar da siyâhdır. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" akrabâsını, arabları sevmek ve saymak ibâdetdir. Onları her müslimân sever. Anadoluya müsâfir gelen siyâh fellâhlar, habeşler, zencîler, hurmet ve ikrâm olunmak için, kendilerini, arab diye tanıtdırmış, Anadolunun saf müslimânları, sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünki, bu sevgide siyâh, beyâz ayırımı yokdur. Siyâh bir müslimân beyâz bir kâfirden katkat dahâ üstün, dahâ kıymetli ve sevimlidir. İnsanın siyâh olması îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî hazretleri ve Resûlullahın çok sevdiği Üsâme siyâh idiler.
Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri beyâz idiler. Bu ikisinin kötülükleri ve aşağılıkları herkesce bilinmekdedir. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvâsına kıymet vermekdedir. Fekat, siyâhların kendilerini arab olarak tanıtmaları, islâm düşmanlarının, yehûdîlerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyâh insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıtdılar. Bunları köle olarak kullandılar. Bir yandan da kara kedileri, köpekleri, arab arab diye çağırarak, gazete ve mecmû'alara yapdıkları siyâh resm ve karikatürlere arab diyerek, gençliğe, arabı siyâh olarak tanıtmağa, böylece, müslimân yavrularını Peygamberimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" soğutmağa uğraşdılar. Bugün, Arabistânda, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunanlar, asrlar boyunca, Afrikadan, Asyadan ve diğer yerlerden gelip yerleşen yabancıların soyundandır. Bu yabancılar siyâh olup, Allahın ve Resûlullahın âşıkları idiler. Sultân ikinci Abdulhamîd hânın "rahmetullahi aleyh" amirallerinden Eyyûb Sabrî pâşa "rahmetullahi teâlâ aleyh", beş cildlik türkçe (Mir'ât-ül-haremeyn) kitâbında, koca Mekke şehrinde, iki Arab evinin kalmış olduğunu yazmakdadır. Bugün ise hiç yokdur. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, dîn-i islâmı dünyâya yaymak için, Arabistândan çıkdı. İslâm ordusu, Asyanın ötelerine, Afrikaya, Kıbrısa, İstanbula, hâsılı her yere dağıldı. Allahın dînini, Onun kullarına tanıtmak için savaşdılar ve canlarını fedâ etdiler.
Bu geniş topraklar, o mubârek şehîdlerle doludur. Evlâdlarını, yavrularını da, ilm öğrenmek için, o zemânlar dünyânın en üstün üniversitesi olup, fizik, kimyâ, astronomi, coğrafya ve hendesedeki tecribeleri ve ileri buluşları, bugün mevcûd eserlerinden anlaşılan, Bağdâd dârül-fünûn ve fakültelerine gönderdiler. Meşhûr zâlim ve kâfir Cengiz [asl adı Timoçindir] hânın torunu Hülâgü, 656 [m. 1258] senesinde, Bağdâd ehâlîsini, kadın, çocuk demeyip, sekizyüzbinden ziyâde müslimânı işkence ile öldürdüğü ve Bağdâdı yakıp yıkdığı zemân, yalnız kuyulara saklananlar ve bilhâssa Anadoluya kaçıp kurtulanlar sağ kalabilmişdi. İşte, Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın "aleyhimürrıdvân" evlâdları, o zemân Anadolunun her tarafına, hele şark taraflarına yerleşmişdi. Bugün, kürd dediğimiz zekî, sabrlı, çalışkan kimseler, hep o mubârek insanların soyundandır. Ya'nî kürdler iki kısmdır: Bir kısmı, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes evlâdından olup, çok eskiden orta Asyadan Anadoluya gelmiş, dağlarda göçebe hâlinde yaşayan, kaba, câhil insanlardır. Sokratın talebesinden târîhci Xenophon, Anadolunun şarkında, kürdleri gördüğünü yazmakdadır. Kürd denilen insanların ikinci kısmı ise, şehrlerde oturan medenî, nâzik insanlardır. Bunların hemen hepsi, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Eshâb-ı kirâmın "aleyhimürrıdvân" evlâdlarıdır. İmâm-ı Hasen evlâdına (Şerîf), imâm-ı Hüseyn evlâdlarına (Seyyid) denir. Seyyidler, şerîflerden dahâ üstündür. Osmânlılar zemânında, Halebde seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kaydlı olup, yalancılar seyyidlik iddi'â edemezdi. Van ile Hakkâri arasındaki meşhûr İrisân beğleri, Abbâsî halîfeleri evlâdından olup, Hülâgü katliâmından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır. Bugün memleketimizin her tarafında, Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în" evlâdı ve seyyidler vardır. Bunların kıymetini bilmeli, hurmetde ve hizmetde kusûr etmemeliyiz].
Güzel huyların hepsi Resûlullahda "sallallahü aleyhi ve sellem" toplanmışdı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir müslimânın ismini söyliyerek, hiçbir zemân la'net etmemiş ve aslâ mubârek eli ile kimseyi döğmemişdir. Kendi için, hiçbir şeyden intikam almamışdır.
Allah için intikam alırdı. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetcilerine tevâzu' ederek, iyi mu'âmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fekat, kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mubârek rûhu melekler âleminde idi.
Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, Peygamberlik hâllerinden, aslâ kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeğe tâkat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayâsından, mubârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı.
Fahr-i âlem "sallallahü aleyhi ve sellem", insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de, yok dediği görülmemişdir. İstenilen şey varsa verir, yoksa, cevâb vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, rum imperatörleri, Îrân şâhları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fekat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayât yaşıyordu ki, yimek ve içmek hâtırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veyâ falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirirlerse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi. Ba'zan aylarca az yer, açlığı severdi. Ba'zan da çok yerdi. Yemeği üç parmakla yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesden sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, katkat fazlasını verirdi.
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", hicretin sekizinci senesi, Ramezân-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, onikibin kahraman ile birlikde, Medîneden çıkarak Ramezânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth eyledi. Ertesi Cum'a günü hutbe okurken, mubârek başında siyâh sarık sarılı idi. Mekkede onsekiz gün kalıp Huneyne gitdi. Sarığının ucunu sarkıtırdı. (Sarık, müslimânlar ile kâfirler arasını ayırır) buyururdu. Çeşidli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefîrleri gelince süslenirdi. Ya'nî kıymetli ve nefîs elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Önce, altın yüzük takardı. Sonra, taşı akîkden gümüş yüzük takdı. Yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde (Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört mezhebde de câiz değildir.