Edessa (Urfa)




İlkçağlardan bu yana doğu ile batı kültürleri arasında bir köprü olan Edessa’nın tarihi M.Ö.8000’lere dayanmaktadır.
Urfa’nın eski ismi Şemseddin Sami’nin Kamusü’l Alamı’na göre; “Ur” ya da “Urelkeldaniyn” olup, Büyük İskender’in fethinden sonra Makedonyalılar bu şehri vatanlarındaki Edessa (Vodina) kasabasına benzeterek bu adla ve “Akarsuları güzel” anlamına gelen “Kaliroe” olarak adlandırmışlar, Araplar da “Kaliroe” isminden esinlenerek buraya “Ruha” ismini vermişlerdir.

Prof. Fikret Işıltan’a göre İslam döneminde Diyarı Mudar olarak da adlandırılan bölgedeki Urfa’ya Osrhoene Krallığı döneminde verilen “Osrhoene” adının, Kentin Makedonyalılar tarafından “Edessa” ismi ile yeniden kuruluşundan, Süryanice “Urhai-Orhai” olan önceki isminin, Arapça “Er-Ruha”nın Latinleştirilmiş biçimi olduğu sanılmaktadır.

Prof. Bilge Umar’a göre ise; Edessa ismi Helenistik Çağdan beri kullanılmıştır. Seleukos Nikator bu kenti geliştirerek Makedonya’dan gelen göçmenleri buraya yerleştirmiş ve ismini de Edessa olarak değiştirmiştir. Bu isim Roma, Bizans ve Haçlı Devletleri zamanında da kullanılmıştır. Bununla beraber Urhay (Urfa) ismi unutulmamış ve sonra da Edessa’nın yerini Urfa almıştır.

Halep salnamelerine göre şehre kısa bir süre (Antiokya/Antakya) adı verilmişse de Prof. Segal’e göre M.Ö. 163’te ölen IV. Antiochus’un sikkeleri üzerindeki (Antioch Callirohae), başka bir kente de ait olabilir. Bir efsaneye göre ise; Urfa adı Nemrut’un diğer bir adı olan ve Sulak yerde bulunan anlamına gelen Hewya oğlu "Urhai" den gelmektedir. Urhai’nin ’güzel akarsular şehri’ anlamı, Edessa’nın Makedonya’daki Edhessaisos ırmağının kenarındaki şehir ve bu kentin sonradan aldığı ad Vodina’nin Makedonca su anlamına gelmesi, Kalliroe’nin çeşme ya da akarsuları güzel anlamı belli olduğuna göre Urfa adının kaynağı konusunda henüz bir sonuca ulaşılamamışsa da bütün rivayetlerin ’su’ ya çıktığı tartışmasızdır.



Aşağı Fırat Projesi kapsamında Fırat Nehri kıyılarında, Sultantepe’de, Göbeklitepe’de ve baraj göllerinin altında yapılan kurtarma kazıları yörenin tarihine ışık tutmuştur. Buna dayanılarak Edessa’da Neolitik Çağ (MÖ.10000-5500) ve sonrasında yoğun bir yerleşmenin olduğu ortaya çıkmıştır. Asur tabletlerine göre burası MÖ.2000’lerde Hurriler ile Mitannilerin yerleştiği bir yerdi. Hitiler Mitanni krallığını ortadan kaldırdıktan sonra yöreye yerleşmişler, MÖ.XI.yüzyıldan sonra da Mezopotamya’dan kuzeye doğru göç eden Aramiler buraya yerleşerek Bit-Adini Krallığını burada kurmuşlardır. MÖ.857’de Asurlulara bağlanan ve sonra Medlerin saldırısına uğrayan yöre, bir süre Babillerin egemenliği altında kalmıştır. MÖ.VI.yüzyılda Persler yöreye hakim olmuş ve buranın ticaretinin ve tarımının gelişmesinde büyük payları olmuştur. MÖ.IV.yüzyılda Büyük İskender Persleri Anadolu’dan çıkardıktan sonra yöreye de hakim olmuştur. İskender’in ölümünden sonra da Seleukosların hakimiyetine girmiştir. I.Seleukos tarafından MÖ.303’te bugünkü Urfa’nın bulunduğu yerde Edessa kenti kurulmuştur.

Edessa’nın, ilk kuruluşu ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, Arap tarihçisi Ebul Faraç’a göre, Nuh Tufanı’ndan sonra yeryüzünde kurulan ilk yedi yerleşim merkezinin ilki ve en önemlisidir. Hz. Adem’in çiftçilik yaptığı, Hz. İbrahim Halil, Hz. Eyyüp, Hz. Şuayp, Hz. Elyasa gibi peygamberlerin yaşadığı bu bölge bugün “Peygamberler Şehri” olarak anılmaktadır. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın mendilinin Şanlıurfa’da bulunmuş olmasından dolayı buraya Dir-Mesih adını vermişlerdir.

Musevi, Hırıstiyan ve İslâm peygamberlerinin atası olarak nitelenen Hz.İbrahim Urfa’da doğmuş, Nemrut ve onun yaptığı putlarla mücadele ettiği için burada ateşe atılmıştır. Lut Peygamber, amcası Hz. İbrahim’in Urfa’da ateşe atıldığını görmüş ve daha sonra buradan Sodam’a gitmiştir. Hz.İbrahim’in torunu İsrafiloğulları’nın atası Yakup Peygamber burada yaşamış ve Urfa’da ölmüştür. Bu nedenle Şanlıurfa inanç turizmi yönünden önem taşımaktadır.



Seleukoslardan sonra Mısırlılar, ardından Aramiler yöreyi ele geçirmiştir. MÖ.132’de burada Abgar, sonra da Osrhoene olarak isimlendirilen bir krallık kurulmuştur. Ermeni Krallığı yönetiminde yağmalanan, bir süre Partların denetiminde kalan Osroene Krallığı MÖ.I.yüzyıl sonlarında Romalılara bağlanmıştır. Romalılar ile Partlar arasında zaman zaman el değiştiren Osroene Krallığı, MS.117’de tamamı ile Roma’nın egemenliğini kabul etmiştir. Aramiler birçok kez Roma’ya karşı ayaklanmışlarsa da bu ayaklanmalar bastırılmıştır. Yöre III.yüzyıl ortalarında Sasanilerin, VII. Yüzyılda Arapların saldırısına uğramış, X.yüzyılda Bizanslılarla Mervaniler arasında el değiştirmiştir.

Şanlıurfa il merkezi yakınındaki Göbekli Tepe'de yapılan arkeolojik kazılarda, ilkel dinlere ait olan ve günümüzden 11.000 yıl öncesine tarihlenen dünyanın en eski tapınakları bulunmuş ve Şanlıurfa'nın inanan insanların dünyadaki en eski merkezi olduğu anlaşılmıştır.


Harran





Harran’ın bilinen tarihi, M.Ö. 5000 yıllarında başlamaktadır. Başlangıçta Sümer ve Hititlerin elinde bulunan bölge M.Ö. 2750 yılında Samilerin istilasına uğramıştır. Daha sonra 612 yılına kadar Asurların egemenliğinde kalan bölge 550 yılından itibaren sırasıyla, Perslerin ve Büyük İskender’ in İmparatorluk sınırları içerisinde kalmıştır. M.S.750 yılında yöreyi ele geçiren Araplar, buradaki Bizans hâkimiyetine son vermişlerdir. 1071 yılında Malazgirt zaferinden sonra, İlçe toprakları Türk hâkimiyetine geçmiştir.

Tevrat’ta “Haran” olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslâm tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in torunlarından Kaynan’a veya İbrahim Peygamber’in kardeşi “Aran”a (Haran) bağlarlar. XIII. yüzyıl tarihçilerinden İbn-i Şeddat, Hz. İbrahim’in Filistin’e gitmeden önce bu şehirde oturduğunu, bu nedenle Harran’a Hz. İbrahim’in şehri de denildiğini, Harran’da İbrahim Peygamber’in evinin, adını taşıyan bir mescidin, O’nun otururken yaslandığı bir taşın var olduğunu yazmaktadır.

Harran tarihiyle ilgili en doğru bilgiler arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulara dayanmaktadır. Harran adına ilk defa, Kültepe ve Mari’de bulunan M.Ö. II. bin başlarına ait çivi yazılı tabletlerde “Har-ra-na” veya “Ha-ra-na” şeklinde rastlanmaktadır. Kuzey Suriye’de Ebla’da bulunan tabletlerde ise Harran’dan “Ha-ra-an” olarak bahsedilmektedir. M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran’daki Ay Tanrısı’nın (Sin) ve Güneş Tanrısı’nın (Şamaş) şahit tutulduğu belirtilmektedir.

Tüm bu tarihi belgelerden anlaşıldığı üzere, Harran adı 4000 yıldan beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Harran adı, Sümerce ve Akatça “Seyahat-Kervan” anlamına gelen “Haranu”dan gelmektedir. Bazı kaynaklar bu kelimenin “keşişen yollar” veya “şiddetli sıcak” anlamına geldiğini de kaydetmektedirler.

Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan Asurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden biri idi. Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya olan ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.

Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı eski Mezopotamya’daki Assur ve Babillerin politeist inancına dayanan Paganistliğin (Putperestlik) önemli merkezlerinden olması yönüyle de ünlü idi. Bu nedenledir ki Harran’da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir.

Babiller döneminde “ilu sa ilani” (tanrıların tanrısı), “sar ilani” (tanrıların kralı) ve “bel ilani” (tanrıların efendisi-rabbi) olarak adlandırılan Ay Tanrısı “Sin” paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde “Mar alahe” olarak adlandırılmıştır.

İslâm kaynaklarında “Harrânîler” (putperestler) adıyla anılan bu dinin mensuplarının bir kısmı, Abbâsi Halifesi Me’mun’un “Kur’an’da geçen bir dini seçin” tavsiyesi üzerine bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı da Müslüman olmuş, önemli bir kısmı ise “Hiç kötülük etmeyen yüce bir yaratıcı”nın varlığını kabul eden ve Kur’an’da ehl-i kitapla beraber üç defa zikredilen, İslâm hukukçularına göre Hıristiyan ve Musevilerle aynı hukuki haklara sahip olan güney Mezopotamya’daki Sabiilerin monoteist inanç sistemini benimsemiştir. Ancak Sabiizmi benimseyen bu grup eski Paganist inançlarından tam kopmayarak bu yüce varlığın sadece yaratma gibi önemli işleri gördüğüne, yarattığı varlıklarla ilgili diğer işleri ise aracı ilah olarak niteledikleri gezegenlerin ve bunlar adına inşa edilen tapınaklarda onları temsil eden putların yaptığına inançlarında yer vermiştir. Bu dönemde Sin hala tanrılar sisteminin zirvesinde yerini koruyor. “İlahü’l-alilah” (tanrıların tanrısı) ve “”rabbü’l al-ilah” (tanrıların rabbi) olarak adlandırılıyordu. Böylece güney Mezopotamya’daki esas Sabiizm’den farklı bir çehreye bürünen bu dinin mensupları “Harranlı Sabiiler” olarak anılmışlardır.

Urfa’nın Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelmesine karşılık, Harran Sabiilerin merkezi olmuş ve Hıristiyanlar Harran’a putperest şehri anlamına gelen “Hellenopolis” adını vermişlerdir. Varlıklarını M.S. XI. yüzyıla kadar sürdüren Sabiilerin son mabedi h. 474 (m. 1081) de Nûmeyriler adına şehrin valisi olan Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılmış ve böylece Harran’daki Sabiizm sona ermiştir.

Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi “Harran Ekolü”dür. İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi’nde dünyaca ünlü birçok bilgin yetişmiştir. Devrinin en büyük matematikçilerinden, tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirenlerinden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, o tarihlerde Dünyadan Ay’a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani (Avrupalılar Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının aksine maddenin bölünebilen en küçük parçasının müthiş bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece atomun mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, din bilgini Şeyh-ül İslâm İbni Teymiyye Harran’daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü alimlerden bazılarıdır.

Emevi hükümdarlarından II. Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya bölümü 750 yılında Abbâsilere yenilerek Harran’da sona ermiştir. Abbâsi hükümdârı Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi” dünyada büyük bir ün kazanmıştır.



Cüllab ve Deysan ırmaklarının suladığı kuzey Mezopotamya düzlüğünde bulunan Harran Ovası tarihte bir ağ gibi su kanalları ile örülmüş bir tarım sahası idi. 1184 yılında Harran’ı ziyaret eden Seyyah İbni Cübeyr, burasının gölgelik ve ağaçlık olduğunu, çeşitli meyve sebzelerin yetiştiği, uzun süren bir kuraklık sonucunda ise harap olduğunu yazmaktadır.

1242 yılında Harran’a gelen İbni Şeddad şunları yazmaktadır: “Deysan ve Cüllab nehirleri arasında kurulmuş olan şehirdeki imalathanelere Cüllab nehrinden su gelirdi. Cüllab, Diphisar adlı bir köyden çıkar ve Harran’ı sulardı. Nehrin suları şehrin bazı evlerine kadar ulaşırdı. Harran’da 14 hamam vardı. Devlet ovadaki sulamadan 170.000 dirhem vergi alıyordu”.

Fatımiler, Zengiler, Eyyûbiler ve Selçuklular gibi Türk-İslâm devletlerinin yerleşmesine sahne olan Harran, 1260 yılı başlarında Moğollar tarafından işgal edildi. 1270 yılında Moğollar burayı ellerinde tutamayacaklarını anlayınca Camiini, surlarını ve kalesini yakıp yıkarak kenti tahrip ettiler. Halk Mardin, Dimaşk (Şam) ve Halep’e kaçtı. Etraftaki göçebeler tarafından işgal edilen tarihin bu altın şehri bir köy haline gelmiş ve bir daha eski görkemine dönememiştir.


Harran’da Günümüze Gelebilen Eserler:

Harran Höyüğü



Şehrin ortasında yer alan 22 m. yüksekliğindeki höyük oldukça geniş bir alana yayılmıştır. M.Ö. III. binden M.S. XIII. yüzyıla kadar kesintisiz olarak iskân edilen Harran Höyüğü, içerisinde çeşitli devirlere ait mimari kalıntıları ve bölgenin tarihini gün ışığına çıkartacak belgeleri barındırmaktadır.

Höyükte ilk araştırmalara 1951 yılında D.S.Rice tarafından başlanılmış ve bu araştırmalar aralıklarla 1956 yılına kadar devam etmiştir. O tarihten bu yana arkeologların gözünden ırak olan Harran höyüğünde 1983 yılında Dr. Nurettin Yardımcı başkanlığında araştırma ve kazılara yeniden başlanılmış ve M.Ö. III. binden XIII. yüzyıla kadar devreleri içerisine alan çeşitli buluntulara rastlanılmıştır. Üst tabakada geniş bir alana yayılmış olarak ortaya çıkartılan XIII. yüzyıl İslâmi devir şehir kalıntısı; su kuyularının bulunduğu avluları olan kare ve dikdörtgen planlı bitişik nizamlı evler, bu evlerin oluşturduğu dar sokaklar ve ortasında büyük bir kuyunun yer aldığı meydanlar, o dönemin İslam şehirleri ve konut mimarisi hakkında önemli ipuçları vermektedir.

Kazılardan elde edilen çok sayıdaki İslâmi devir sikke, sırlı ve sırsız seramik kaplar, taş aletler, çeşitli süs eşyaları, madeni eserler, idol ve hayvan figürinleri Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmektedir.


Sin Mabedi

Babil dönemine ait ünlü Sin Mabedi Harran'da inşa edildiği bilinen en eski anıtsal eserdir. M.Ö. 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tabletlerinde Harran'daki Sin (Ay Tanrısı) Mabedi'nde bir antlaşma imza edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Yine M.Ö. II. bininin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran'daki Ay Tanrısı Sin'in ve Güneş Tanrısı Şamas'ın şahit tutulduğu belirtilmektedir.

Yeri kesin olarak tespit edilemeyen Sin Mabedi'nin, höyükte, iç kalede ya da Ulu Camii'nin yerinde olduğu konusunda değişik fikirler ileri sürülmektedir. Bunlardan İbn-i Şeddad, bu mabedin Ulu Cami'nin yerinde olduğunu, Harran'ın 640 yılında İyâd b. Ğanem tarafından fethedilmesiyle bu mabedin camiye dönüştürüldüğünü, Paganistlere kendi mabedlerini yapmaları için başka bir yer verildiğini söylemektedir.

Rice'nin yaptığı kazılarda, Ulu Cami'nin doğu, batı ve kuzey avlu kapılarının girişinde ters vaziyette döşeme taşı olarak kullanılmış üç bazalt stel bulunmuştur. Babil Kralı Nabonid dönemine tarihlenen (M.Ö. V. yüzyıl) bu stellerden birinin Güneş Tanrısı Şamas'ı temsil ettiği tespit edilmiş, üçüncü stelin mahiyeti anlaşılamamıştır. Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmekte olan bu steller Ulu Cami'ye başka bir yerden getirilmiş olabileceği gibi, caminin yerinde bulunması muhtemel olan Sin Mabedi'ne ait de olabilirler. İkinci ihtimal İbn-i Şeddad'ın söylediklerine ağırlık kazandırmaktadır.
Dr. Nurettin Yardımcı 1985 yılı kazılarında höyüğün 36 DD ve 36 GG plan karelerinde bulduğu, Babil Kralı Nabunaid dönemine ait çivi yazılı iki tablette Sin Mabedi'nden ve E.HUL.HUL tapınağından söz edilmiş olmasına dayanarak mabedin höyükte olabileceğini ileri sürmektedir.

Harran'da XI. yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren Sabiilerin h. 474 (m. 1081)'de Nûmeyrilerin valisi Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılan son mabedlerinin yeri, bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir.


Harran Üniversitesi



İlk Çağ'dan beri varlığı bilinen ve miladi 718-913 tarihleri arasında (İslâmi dönem) bilim ve sanatta doruk noktaya ulaşan Harran Okulu'nun (Üniversite) İslâm öncesi ve İslâmi dönemdeki yeri, bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir. Halk arasında ve kaynaklara dayanmayan bazı yayınlarda büyük bir yanlışlıkla Emevi dönemine ait Ulu Cami'nin kalıntıları Üniversitesi olarak gösterilmekte ve caminin minaresi rasat kulesi olarak tanıtılmaktadır. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 1976 yılı kazılarında, caminin doğu ve kuzey cephelerinde bitişik olarak ortaya çıkan küçük hücrelerin İslâmi dönem üniversitesinde (medrese) ait olduğu tahmin edilmektedir.

Devam etmekte olan kazılardan elde edilecek bulgular, bu konuyu açıklığa kavuşturacaktır.

Tarihi Harran Üniversitesi'nin kuruluşu hakkında elimizde yeterli kaynak bulunmamaktadır. Assur ve Babil dönemlerinden (M.Ö. II. bin) İslâmi döneme kadar (M.S. VII. yy) devam eden ve gezegenleri temsil eden gelişmiş bir Tanrılar Kültü'nün Harran'da yaşamış olması, M.Ö. II. binde buradan astronomi biliminin ileri bir düzeyde olduğunu göstermekte ve bu bilimin ancak bir okulda sistematik bir şekilde öğretilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Bu görüşe dayanarak, Harran Okulu'nun temellerinin Assur ve Babil dönemlerinde atıldığını söylemek mümkündür.

M.S. II. ve III. yüzyıllarda Antik dünyanın eğitim merkezi sayılan İskenderiye ve Atina okullarından ikincisinin 529 yılında Iustinianus tarafından kapatılması üzerine, bu okulun hocalarının Roma-İran arasında yer alan Elcezire bölgesindeki okullara dağıldıkları ve bu hocalardan Simplicius'un Harran'da kalarak Harran Okulu'na çeki düzen verdiği bilinmektedir. Ancak Harran Okulu'nun bu tarihten önceki durumu ve alimleri hakkındaki bilgiler henüz karanlıktadır.

Ömer b. Abdülaziz'in 634-644 yılları arasındaki halifeliği döneminde, Antakya ve Harran okulları ilmi araştırmaların merkezi yapılmıştır.

M.S. 718 yılında İskenderiye Okulu da kapatılınca, buradaki hocalar Antakya ve Harran okullarına gitmişlerdir. Emeviler devrinde (660-750) Elcezire bölgesindeki okullar ve bilhassa Harran Okulu, büyük bir gelişme göstermiş ve VII. yüzyılın ortaları ile VIII. yüzyılın ilk yarısında Harran'da çeviri çalışmaları hızlanmıştır. Bu dönemde Harran Okulu'nda Paganist, Sabii, Hıristiyan ve Müslüman alimler rahat bir ortamda serbestçe çalışıyorlar ve ilkçağ Yunan aydınlarının çoğu Anadolu'da bulunan eski yazmalarını ve Süryani yazmalarını Arapça'ya çeviriyorlardı. Bu çeviriler arasında ilkçağ bilgin ve bilgelerinden Öklid, Thales, Pisagor ve Arşimed'in eserleri de yer alıyordu.

Bilindiği kadarıyla düşünce ve bilim tarihinde önemli bir dönemi ve evreyi teşkil eden İskenderiye'den Harran'a uzanan öğretim merkezleri zinciri içerisinde öncelik İskenderiye'ye aitti. Öğretim merkezi olma durumu İskenderiye'den Antakya'ya, oradan Harran'a, Harran'dan Bağdat'a geçmiştir. Harran Okulu'nda yetişmiş alimlerle ilgili bilgiler, VIII. yüzyıldan itibaren bize ulaşmakta, daha öncekiler hakkında yeterli kaynak bulunmamaktadır.


Harran Kale ve Şehir Surları



Şanlıurfa Harran ilçesindeki elips şeklindeki Eski Harran şehrini kuşatan surların yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Günümüze Harran surları büyük ölçüde yıkılmış olarak gelmiş, yalnızca Halep Kapısı ayakta kalabilmiştir. İbn-i Cübeyr Harran’ın büyük bir şehir olduğunu belirttikten sonra çevresinin yontma taşlardan son derece sağlam bir surla çevrili olduğunu yazmıştır. İbn-i Şeddad ise surlarla ilgili daha ayrıntılı bilgi vermektedir:

Çok müstahkem bir suru vardı. Surların sekiz kapısı bulunuyordu. Bunlar saatin yelkovanı yönünde güneyden başlayarak Rakka Kapısı, Büyük Kapı (Halep Kapısı), Niyar Kapısı, Yesit Kapısı, Fedan Kapısı, Küçük Kapı, Gizli Kapı ve Su Kapısı’dır. Rivayete göre Su Kapısı üzerinde bakırdan yapılmış iki yılan tılsımı vardı. Bunlar şehre yılanların zarar vermemesi için yapılmıştı.”

Bunun yanı sıra İbn-i Şeddad şehrin dış mahallesinin de şehir suruna bitişik ayrı bir surla çevrili olduğunu belirtmiştir. R.A.Chesney ilk defa Halep kapısı’nın gravürünü 1850 yılında çizerek yayınlamıştır. Bu kapı yakın tarihlerde Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiştir. Bu restorasyon sırasında Chesney’in gravürü dikkate alınmamış ve restorasyon hatalı yapılmıştır. Bu kapı üzerindeki bir kitabede Selahattin Eyyubi’nin kardeşi El Melik El Adil tarafından 1192’de yapıldığı yazılıdır.



Harran’ın güneydoğusundaki kalenin bulunduğu yerde kaynaklar Sabi-i Mabedi’nin olduğundan söz etmektedir. İslam kaynaklarından El Mukaddes-i X.yüzyılda bu kalenin Kudüs Kalesi gibi taştan yapıldığından söz etmiştir. Ayrıca Emevi hükümdarı II.Mervan’ın yaptırmış olduğu sarayın da burada olduğu ileri sürülmüştür. İbn-i Cübeyr Harran Kalesinden de ayrıca söz etmiştir:

Şehrin doğusunda, boş bir arsa ile ayrılmış müstahkem bir kalesi vardır. Bu kalenin etrafına döşenmiş taşlarla yapılmış derin ve geniş bir hendek bulunur. Bu hendek şehir suru ve kaleyi birbirinden ayırır. Hendeğin suru da çok sağlamdır.”

XVII. yüzyılın ortasında Harran’a gelen Evliya Çelebi de bu kaleye değinmiştir: ”Urfa’dan güney tarafında dokuz saat giderek Harran Kalesine geldik. Burayı da Nemrud yapmıştır. Çöl içinde gayet sağlam bir kaledir. Beşgen şeklinde olup, sanki usta elinden yeni çıkmış gibidir.”

Harran Kalesi dikdörtgen planlı olmasına rağmen düzensiz bir yapıdır. Dört köşesine on ikigen birer kule yerleştirilmiştir. Bu kulelerden kuzey tarafındaki kule tamamen yıkılmıştır. Güneybatı ve kuzeydoğudaki kuleler kısmen ayakta olmasına karşılık, güneydoğudaki kulenin dışarısı yıkılmış, içerisi de kısmen ayakta kalmıştır.



Harran Kalesi ile ilgili incelemeyi Llyod ve Brice detaylı olarak yapmıştır. Kalenin rölöve ve kesitlerini çıkarmış, kalenin 90.00x130.00 m. ölçüsünde üç katlı olduğunu, içerisinde tonozlu 150 oda bulunduğunu belirtmişlerdir.

Bu kalenin İslam öncesi ve İslam devirlerinde üç ayrı dönemde yapıldığı sanılmaktadır. Bunlardan Melik El Adil döneminde 1192’de yapılan büyük bölüm kalenin batı kesiminde olup, aynı zamanda burada beşik tonozlu büyük bir mescit, galeri ve çeşme olduğu sanılan bir de niş günümüze gelebilmiştir. 1951 yılında kalenin doğu kesiminde yapılan kazılarda bazalt taşından at nalı şeklinde kemerli bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Bu kapıya ait olan kitabe parçalarında ise Numeyrilerin hükümdarı Meni’nin (Kavvam) ismi ile 1059 tarihi geçmektedir. Büyük olasılıkla bu kitabe kalenin ikinci dönem yapımına aittir. Ayrıca bu kapının iki yanında da başlarını geriye çevirmiş, zincirli birer köpek kabartması ile karşılaşılmıştır. Kalenin güney cephesinin duvarları üzerinde yer alan Memluklu üslubunda yazılmış kitabenin El Nasr’a ait olduğu ve 1315 yılında yazıldığı anlaşılmaktadır.

Harran Kalesi’nde Dr.Nurettin Yardımcı’nın yapmış olduğu kazılar sırasında yapı kalıntılarının dışında madeni kaplar, kazanlar bulunmuş olup, bunların büyük bir kısmı Urfa Müzesi’nde bulunmaktadır. Kazılarda ortaya çıkarılan çok sayıda oda ve koridorlar üzerindeki çalışmalar devam etmektedir.


Harran Ulu Cami



Harran Höyüğünün doğu eteğinde bulunan cami çeşitli kaynaklarda Cami el-Firdevs, Cuma Camisi ismiyle geçmektedir. Anadolu’nun ilk anıtsal ve avlulu, şadırvanlı camilerinden olmasının yanı sıra zengin taş işçiliği ile tanınmıştır.

Bu cami ile ilgili olarak İbni Cübeyr bazı bilgiler vermektedir: “Cami ağaç direklerle ve kemerlerle tavanlanmıştır. Direklerinin uzunluğu 15 adım tutar ve mermer döşemenin üstünde boydan boya uzanır. Bu camiden daha geniş kemerli olan cami görmedim. Camiye giriş sahnının duvarlarının her tarafından kapılar açılmıştır. Bunlardan dokuzu ana kapının sağında, dokuzu solundadır. On dokuzuncu kapı olan ana kapı ortada olup büyük kemerlidir. Bu kapı sanki şehir kapıları gibi heybetli ve güzeldir. Bu caminin kapılarının hepsi ağaçtan olup son derece süslü ve ustaca yapılmış kilitleri vardır. Bu caminin yapısında ve ona bitişen çarşıların planlanmasında şehirlerde nadir görülen bir güzellik ve intizam görülür.”

Bu camiden söz eden İbni Şeddad, caminin Ay Mabedi (Sin Mabedi) olduğunu ve Hz. Ömer zamanında İvaz bin Ganem Harran’ı ele geçirince 640 yılında mabedi camiye çevirdiğini yazmıştır. Ulu Cami üzerinde araştırma yapan D. Talbot Rice, caminin avlu kapıları girişinde bulunan ve Babil Kralı Nabonid dönemine, MÖ.VI. yüzyıla tarihlenen Ay Tanrısı Sin ve Güneş tanrısı Samas’ ı simgeleyen üç stele dayanarak İbni Şeddad’ın ileriye sürdüklerini doğrulamıştır.

XII. yüzyılın ortalarında yapı genişletilmiş ve bezenmiştir. Bununla ilgili bir kitabe de doğu cephesine konulmuştur. Halife Hişam bin Abdülmelik II. Mervan’ı bölgeye vali olarak atamış ve bundan sonra da Harran vilayet merkezi olmuştur. Mervan halife olduktan sonra Harran’ı Emevi Devletinin baş şehri yapmıştır. Bundan sonra da İyaz bin Ganem zamanındaki caminin yerine daha büyük ölçüde Ulu Camiyi yaptırmıştır. D.Talbot Rice ve burada 1983’den beri kazı çalışmaları yapan Dr. Nurettin Yardımcı Harran Ulu Camisi’nin II. Mervan tarafından yapıldığını belirtmişlerdir.

Harran Ulu Camisi kesme taş ve tuğladan yapılmıştır. Kemer ve tonozlarda tuğlalar kullanılmış, yer yer de ağaçtan yararlanılmıştır. Cami 104.00x 107.00 m ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. İbadet mekânı 104,00x40,00 m; avlusu da 100.00x 65.00 m. ölçüsündedir. İlk kez, 1950’li yıllarda K.A.C Creswell’in çizdiği planı Early Muslim Architecture isimli kitabında yayınlamış, ardından kazı çalışmalarını yürüten Dr. Nurettin Yardımcı’nın kazıları ile plan netlik kazanmıştır. Buna göre caminin, mihrap duvarına paralel dört sahınlı bir planı olduğu anlaşılmıştır. Sahınların birinci ve üçüncü bölümleri bir üslup birliği göstermektedir. Üçüncü sahın ise yalnızca payelerle, giriş bölümündeki dördüncü sahın ise dikdörtgen payeler önündeki sütunlardan oluşmuştur. Böylece ibadet mekânı paye sütun dizileri ile devam etmiştir. Bu durum caminin üç aşamada yapıldığını göstermektedir. Duvarlardan ve duvarlardaki izlerden caminin önce II.Mervan zamanında mihrap duvarına paralel iki sahınlı olduğunu, sonraki dönemlerde buna üçüncü ve dördüncü sahınların eklendiği anlaşılmaktadır. İlk iki sahnın üst örtüleri üçüncü ve dördüncü sahınlardan daha alçaktır. Ayrıca birinci ve ikinci sahnı birbirinden ayıran bölümde Emeviler dönemine ait duvar taş bezemesi ve işçiliğini yansıtan asma dalları ile üzüm salkımları ile süslü sütunlar bulunmaktadır. Günümüzde asma dalları ile bezeli sütunlar Şanlıurfa Müzesi’nde teşhir edilmektedir. İbni Şeddat’ın da belirttiği gibi dördüncü sahının 1174’de Nureddin Mahmud bin Zengi tarafından camiye eklenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Burada bulunan sütun ve sütun başlıkları da XII.yüzyıl İslam sanatı özelliklerini taşımaktadır.



Caminin ibadet mekânına on dokuz merdivenli kapıdan girilmektedir. Asıl giriş kapılarından en genişi orta kapıdır. Bu kapının kemeri günümüze kadar gelebilmiştir. Mihrap giriş ekseninden batıya kaymıştır. Dr. Nurettin Yardımcı, yapmış olduğu kazıda mihrabın yanında sokağa açılan merdivenli bir kapı ile yanında iki odayı meydana çıkarmıştır. Ulu Caminin en büyük özelliklerinden birisi de mihrap yanındaki kapı ve yanındaki odalardır. Bu özel kapıdan Sultan ve imam daha emniyetli olarak içeri girdikleri, yandaki odaların da onlara ait olması kuvvetle muhtemeldir. Bu tür bir uygulama Anadolu camilerinde tek örnek olarak Harran’da karşımıza çıkmaktadır.

Avlunun kuzey duvarının doğusunda minare bulunmaktadır. Dr. Nurettin Yardımcı’ya göre minare 5.20x5.20 m. ölçüsünde kare gövdeli olup, yüksekliği 33.00 m.dir. Bunun 22 m’lik kısmı düzgün kesme taştan, arta kalanı da tuğladan yapılmıştır. İçerisindeki merdivenler restorasyon çalışmaları sırasında Dr. Nurettin Yarımcı tarafından orijinaline uygun olarak yenilenmiştir. Minarenin üst kısmı yıkıldığından şerefesini ne şekilde olduğu anlaşılamamıştır.

Caminin revaklı avlusunun ortasında kesme taştan içeriye doğru basamaklı bir havuz ve fıskiye bulunmaktadır. Şadırvanın su kanalları ile tahliye kanalları günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca avlunun kuzey batı tarafında da geniş ve oldukça derin bir su kuyusu bulunmaktadır. Avlunun doğu ve kuzey duvarı dışında 1976 yılında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tuğla duvarlı küçük hücrelerin medrese odaları olduğu sanılmaktadır.

Harran Kazıları



Harran’da ilk arkeolojik araştırmalar Höyükte 1951 yılında D.S.Rice tarafından başlanılmış ve bu araştırmalar aralıklarla 1956 yılına kadar devam etmiştir. Daha sonra 1983 yılından itibaren Arkeolog Dr. Nurettin Yardımcı baş¬kanlığında yapılan kazılarda önce kale ve çevresi temizlenmiştir. Burada Emevi, Eyyubi ve Selçukluların ait seramik ve sikkeler bulunmuştur. Firdevs (Ulu) Camii ve çevresi temizlenmiş ve Babil Kralı Na¬bonid' e ait bir stel bulunmuştur. Diğer bir buluntu ise birçok adak kitabesinden birisidir. Kral Nabonid (M.Ö. 555-539) Sin Mabedinin yapılışı ile ilgili kita¬bedir. Ayrıca çok sayıda eski ve orta tunç çağına ait pişmiş toprak figürler, taş ağırlıklar, öğütme taşları ve bronz eserler bulunmuştur.
İslami devirlere ait sikkeler, çok kaliteli sırlı ve boyalı seramikler de bulunmuştur.

VII. yüzyıldan XIII. yüzyılla kadar olan İslami devirlere ait yapılardaki açmalarda ise; dar sokaklar bitişik nizamlı avlulu evler ile kent kalıntısı¬na ulaşılmıştır. Hemen her evdeki su kuyuları, kanalizas¬yon sistemleri, basamaklı ve kapak taşlı tuvaletler, banyo odaları, değirmenleri, zahire depoları ile düzenli ve ihti¬şamlı bir şehir ve mimari ile karşılaşılmıştır.


Soğmatar (Yağmurlu Köyü)




Günümüzde Yağmurlu Köyü adı ile anılan Soğmatar, Şanlıurfa‘ya 73 km. uzaklıktadır. M.S. 1. ve II. yüzyılda Süryaniler tarafından iskan edilmiştir.

Soğmatar kelimesi, Arapça yağmur çarşısı anlamındaki " Suk el-Matar " sözcüğ ünden gelmektedir. Tektek Dağları'nın kışın bol yağmur alan bu bölgesinde bulunan çok sayıdaki sarnıç ve kuyuda biriktirilen sular, dağlarda otlatılan koyun ve keçi sürülerinin yaz aylarındaki su ihtiyacını karşılamakta idi. Bu özelliğinden dolayı köy, Yağmurlu adıyla da anılmaktadır.

Kökü Harran Sin kültürüne dayanan Sabiizim ve Baştanrı Marilaha’nın kültür merkezi olduğu bilinen Soğmatar ören yerinin, Baştanrıya ve gezegenlere ibadet edilen ve kurban kesilen açık hava mabedi en önemli kalıntılarından biridir.

Soğmatar, birçok tarih araştırmacısının ilgisini çekmiştir. 1882'de Sachau, yüzyılımızın başında Fransa'nın Bağdat Konsolosu H. Pofnon, burayı ziyaret ederek Süryânice kitabeleri okumuşlardır. 1971 yılında burada incelemelerde bulunan H.J.W. Drijvers ve J.B.Segal, Soğmatar'a giren yolun sağındaki tepede bulunan Arâmice yazıları M.Ö. IV. yüzyıla tarihleyerek o çağda bu tarihi şehrin Edessa (Urfa) ile Harran'a yakın Tektek Dağları arasında önemli bir merkez olduğunu söylemektedir.

Soğmatar tarihteki esas ününü; ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı Assur ve Babillilerin politeist inancından gelen Pagan (putperest) dinin ve bu dinin baştanrısı (tanrıların efendisi) “Mar alahe” (Marelahe)nin merkezi olmasından almaktadır. Mare lahe'yi temsil eden açık hava mabedi, Soğmatar'daki kalıntıların odak noktasını teşkil etmektedir. Kalenin güneyindeki “Kutsal Tepe-Merkez Tepe” olarak adlandırılan bu açık hava mabedinde; kaya zeminine oyulmuş Süryânice yazılar ile zirvenin kuzey yamacında, kayalara oyulmuş tanrı rölyefleri günümüze ulaşmıştır. Tepenin batısında dağınık bir biçimde duran mimari parçaların buradaki tapınağa ait olduğu sanılmaktadır.

Tepenin doğusunda yer alan aynı tarihli diğer bir yazıda: “476 yılının Şubatında, bu ay içinde, ben Adona oğlu Maniş ve Ma'na ve Alkur ve Balbana ve kardeşi Alkur. Biz bu kutsal tepe üzerine bu sunağı kurduk ve korunan biri için bir taht diktik. O, vali Tridates'ten sonra vali olacaktır ve o tahtı korunan kişiye verecektir. O'nun mükâfatı Marelahe'dendir. Fakat eğer o, tahtı vermezse ve sütunu tahrip ederse, o tanrı yargılayacaktır” yazılıdır. Yazılarda geçen 476 tarihi Seleukos takvimine göredir ve bu tarih M.S. 164-165'lere tekabül etmektedir.

Kutsal Tepe'nin kuzey yamacının zirveye yakın kısmında, kayaya oyulmuş insan şeklinde iki adet tanrı kabartması bulunmaktadır. Bunlardan sağ tarafta olanı 1.10 m. boyunda bir erkek figürüdür. Dizlerine kadar inen bir elbise giymiş, ayakta durur vaziyetteki bu figürün başının arkasında güneşi sembolize eden istiridye biçiminde bir şekil bulunmaktadır. Bu kabartmanın sağındaki Süryânice kitabede “Tanrı bu heykeli Ma'na için 476 yılının Mart ayının 13'ünde emretti” yazılıdır. Başının arkasındaki güneş şekline dayanarak bu heykelin Güneş Tanrısı Şamaş'ı temsil ettiği tahmin edilmektedir.



Bu kabartmanın sol tarafındaki yuvarlak kemerli kayadan oyma sütunçeli niş içerisinde kabartma bir büst yer almakta, bu büstün sağında bir, solunda ise iki Süryânice kitabe bulunmaktadır. Soldaki kitabede: “Şila oğlu Şila, bu heykeli Adona oğlu Tridates'in hayatı için ve kardeşlerinin hayatı için Tanrı Sin'in şerefine yaptı” yazılıdır. Sağdaki iki kitabeden birinde: “Kuza oğlu Zekkay ve çocukları Tanrının önünde hatırlansın”, yukarıdan aşağıya doğru daha küçük harflerle yazılan diğerinde ise “Ben Tanrı, onu görüyorum. Onu görüyorum ve ona bakıyorum. Ben Tanrı Sin” yazılıdır. Bütün bu yazılardan kabartmanın Ay Tanrısı Sin'i tasvir ettiği anlaşılmaktadır.

Soğmatarlı Paganların Harranlı Paganlar (Harrânîler) gibi İslâmi dönemde, güney Mezopotamya'daki monoteist Sabiilerin dinlerini benimseyip benimsemedikleri bilinmemektedir.

J.B.Segal, Soğmatar'ın odak noktası konumunda olan açık hava mabedi “Kutsal Tepe”nin batısında ve kuzey batısındaki tepelerde yer alan 7 adet yapının Güneş, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür tanrılarını temsil eden tapınaklar olduğunu söylemektedir. Kutsal Tepe'ye çıkan Soğmatar Sabiileri, bu tapınaklara yönelerek ibadet ederler ve kurban keserlerdi. Harran Sabiileri de Ay Tanrısı Sin mabedindeki ibadetleri sırasında, Baştanrı Marelahe'nin mabedinin bulunduğu Soğmatar'daki Kutsal Tepe'ye yönelirlerdi. H.J.W. Drijvers başta olmak üzere bazı araştırmacılar, kare ya da silindir gövdeli bir plana sahip, bu yapıların altındaki kayaya oyulmuş arkosoliumlu odalara dayanarak bunların “Anıt Mezar” olduğunu ileri sürmektedir.


Şuayb Şehri (Özkent Köyü)





Şanlıurfa’ya 88 km. uzaklıkta ve bugün Özkent Köyü adıyla anılan yerdir. Geniş bir alana yayılan ören yerinin sularla çevrili olduğu ve Roma Devri’nde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Halk arasında Şuayb Peygamberin bu kentte yaşadığına inanılır. Şuayb Şehrinde Peygamber makamı olarak ziyaret edilen bir de mağara bulunmaktadır.

Kent merkezinde çok sayıdaki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar inşa edilmiştir. Tamamı yıkılmış olan bu yapıların bazı duvar ve temel kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir.

Halk arasındaki bir inanca göre, Şuayp peygamber bu kentte yaşamıştır ve kent adını bu peygamberden almıştır. Kalıntılar arasındaki bir mağara Şuayp Peygamberin makamı olarak ziyaret edilmektedir.


Nevali Çori



Nevali Çori antik yerleşme yeri, Şanlıurfa ili Hilvan ilçesine bağlı Kantara köyünün sınırları içerisinde, Fırat nehrinin sağ tarafında ve onun bir yan kolu olan Katara deresinin yanında yer almaktadır.

Kalıntıların bulunduğu alan, uzunluğu 100 m. genişliği 50 m. olan ve iki kuru dere tarafından sınırlanan terası bir kireç tepesinin altında bulunmaktadır.
Nevali Çori antik yerleşmesi insanların yerleşik hayata geçmeye başladığı, yoğun avcılığın yanı sıra bitki ve hayvanların evcilleştirilmeye çalıştığı bir dönemi yansıtmaktadır.


Depo olarak kullanılabilecek çok sayıda taş yapının, kült yapısının ve birçok sanat eserinin burada bulunmuş olması, Nevali Çori yerleşmesinin bu döneme ait merkezi bir yer olduğunu göstermektedir.

Güneydoğu Anadolu’nun en dikkat çekici Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşmelerinden biri de Nevali Çori’dir. Şanlıurfa’nın 40 km. kadar kuzeyindeki çanak çömlek öncesi yerleşmenin beş evreli olduğu saptanmıştır. Bunların Çayönü’nün ızgara ve hücre planlı yapıları arasındaki geçiş evreleriyle çağdaş olduğu düşünülür. Özellikle üçüncü yapı katında ızgara ve hücre planlı yapıların yan yana bulunuşu ilginçtir. Bunlardan ızgara planlıların depo, ötekilerinse konut olarak kullanıldığı öne sürülür.

Nevali Çori’nin en ilginç yönü 4. yapı katında ortaya çıkartılmış kutsal yapıdır. Yerleşme yerinin doğu ucundaki bu yapı dıştan 14x14 metre, içten de 9x9.80 metre boyutlarında, karemsi planlı ve üç evreli bir salondan ibaret olmasıdır.
Ek Bilgi: (Kaynak; Emine Çaykara / Tempo Dergisi 2000)

Hepsi birbirinden ayrı, içinde yemek pişirme, oturma, depo bölümü olan evler… Yüzleri es geçilmiş, asıl özen bedenlerine verilmiş insan heykelleri, hayvanlı-insanlı karışık yüzlerce sanat eserinin üretildiği atölyeler… Tam olarak ne için kullanıldığı bilinmese de kült merkezi olduğu kesin özel payelerle destekli tapınak… İnsan ve hayvan ruhunu simgeleyen tasvirlerle mistik yorumlar yaptıkları figürler… Hayvanları avladıkları ok uçları, taş aletler…


Güçlü akan nehirler, bereketli ovalar ve sıra dağların doğal sınırları içinde kendilerine bir yaşam kurdular. Nereden gelmişlerdi, nereye gittiler, henüz meçhul. Hemen yanlarındaki, 800 metre yükseklikteki Göbekli Tepelerin aksine düzlük yerde olmak ve Fırat’ın kolu olan Kantara Çayı’nı görmek istediler. İçinde yaşadıkları bütün mimari yapıların girişlerini çaya çevirdiler. Belki o su şırıltısı, o güzel eserleri yapmalarına ilham verdi, belki hepsi de hiç farkında olmaksızın bir araya gelmiş sanatçılardı.

Sayıları bin kişiyi bulmuyordu. Anadolu’da çokça görülen ana tanrıça burada yerini erkeğe, belki de, kim bilir kadınla erkeğin bir arada yönetimi paylaştığı bir anlayışa bırakmıştı. Daha o zamandan sınıfları ayırmışlardı toplumu. Cinsel dünyalarından izleri kayalara, kiraçtaşlarına çizdiler, şekillendirdiler. Günümüzden tam on bir bin yıl önce… Onlar Urfa ili sınırları içinde kalan Nevali Çorililerdi. Bugün yaşamları suların altına gömüldü. Arkeologlar yaşadıkları yer sular altında kalmadan önce yaptıkları kazılarla ne varsa topladılar. Ama GAP projesi dahilinde 1992 yılında sular altında kalan Nevali Çorililerin gizemi hâlâ merak konusu.


Tarihi değiştirebilir


Nevali Çori, 1980'li yılların sonunda ve 90’ların başındaki kurtarma kazıları sayesinde ortaya çıkarıldı ve sular altında kalmadan önce bulunan eserler, Urfa müzesine taşındı. Heidelberg Üniversitesi'nin Urfa Müzesi ile birlikte yaptığı kazılar o kadar ilginç sonuçlar ortaya koldu ki, değerlendirmeler pek çok yeni bilgiyi ortaya çıkaracak. Kazı başkanı Prof. Harald Hauptmann bir şeyin Nevali Çori kazılarıyla kesinleştiğini söylüyor: "Anadolu toprakları medeniyetin beşiği ve sanıldığının aksine tarımla birlikte yerleşik düzene geçişin simgesi olan Neolitik kültür, Akdeniz'de değil, bu topraklarda başladı."

Bu insanlar nereden buraya gelmişlerdi, bu gelişmiş sanatı nereden öğrenmişlerdi? Bunlar henüz bilinmeyenler. Avcılık toplayıcılıkla yaşamını sürdüren ilkçağ topluluklarının bulundukları çevreye hakim olup yerleşik düzene geçmesi ve tarım yapmasına tarihçiler "Neolitik Devrim" diyor. Nevali Çori insanları sadece hayvanları avlayıp besin toplayarak değil tarım yaparak da gelişmişlik örneği sunuyorlardı. Hauptmann "Kısa bir süre fark olmasına rağmen yerleşik düzene geçmişti, belki bir yerden öğrenmişlerdi bunu. Toroslar iyi topraklardı, avcılık imkanı vardı, yaban ceylanlarını avlıyorlardı, ceylan çok fazlaydı, ayı vardı. Geyik ve yaban domuzu avcılığının yanı sıra koyun ve keçi yetiştiren Nevali Çorililer çağdaşlarının aksine buğday, arpa, fasulye, bezelyenin yanı sıra Antep fıstığı, badem ve üzüm yetiştiriyorlardı" diyor.

Kafatası kültü

90/40 metrelik büyük terasın üzerinde kurulan Nevali Çori, yani yöre halkının deyişiyle Sıtma Deresi üzerinde 5 tabaka keşfetti arkeologlar. Hepsi birbirinden ayrılmış muntazam dikdörtgen evlerin işçiliğindeki özen, kanallı yapılar olması ve girişlerinin dereye bakması farklı bir yeri işaret ediyordu. Duvarlarını, odaların tabanlarını kalın bir kille sıvamışlar adeta kalın bir duvar daha örmüşlerdi üzerlerine. Taban döşemelerinin altındaki kanalları dışarıya açık tutmuşlar, böylece içerini havalandırmayı ve yaşadıkları mekanı kuru tutmayı akıl etmişlerdi.

Nevali Çorililer, ölülerini aynı bölgedeki diğer uygarlıklar gibi yaşadıkları evlere gömüyorlardı. Önce kafasını bedeninden ayırıp kuşlara parçalatıyor, sonra gömüyor ve atalarına tapıyorlardı. Kazılardaki en ilginç buluntu tapınak. Bağımsız bir tapınak hem de. T biçimli, üzerleri heykeltıraşlık eserleriyle kaplı payelerle desteklenmiş tapınak ayrı bir sınıfın varlığının kanıtı. Bu tapınağın mozaik kaplı tabanı vardı ve bir nişin içinde çok büyük boyutta muhtemelen erkek heykeli bulunuyordu.

Atölye olarak kullanılan yapıda 700 pişmiş toprak figürin buldular, sadece 30'u hayvan biçimindeydi. İnsana ağırlık vermiş bir sanat anlayışları vardı. İnsanlarla çevrelerini sarmış hayvanları, panteri, aslanı, ayıyı, yaban domuzunu, yabani atı ve uçan akbabaları tasvir ettiler. Sanatsal kalite açısından çok ileri düzeyde eserler bunlar.

Düzenli ve örgütlü bir toplum

Hauptmann "Taştan yapılmış heykeltıraşlık eserlerinin münferit eserler olmaları, bunların büyük boyutlu heykellerin modelleri olduklarını düşündürüyor. Bu görüşü destekleyen bir diğer buluntu grubu da minyatür kabartmalı payeler" diyerek ekliyor: "T başlı monolitik sütun stilize insan kabartmalarıyla bezeli ve uzunluğu 3 metreyi aşıyor. Akbabaya benzeyen 59 cm'lik kuş heykeliyle insan ve kuş karışımı 23 cm yükseklikteki bir yaratığın baş ve gövde parçasını bulduk. Bereket ve ölüm tasvir edilmiş belki, kuş da öteki dünyayla bağlantıyı simgeliyor. İşlevlerine göre ayrılmış yapıların ve bir tapınağın olması burada düzenli ve örgütlü bir topluluğun yaşadığının işareti. Ekonomik ve sosyal açıdan sınıflara ayrılmış bir toplum…"

Nevali Çori'de bildiğimiz ana tanrıça figürüne rastlamadı arkeologlar. Bunun yerine kadınla erkek bir arada ya da tek tek ayrı şekillerde ve hayvanlarlaydı. "Burada erkek egemen toplum vardı diyemeyiz ama erkek figürleri daha fazla ve ana tanrıça kültü yok" diyor Hauptmann. Nevali Çori'nin bir diğer ve belki de asıl önem taşıyanı kadınların ve erkeklerin cinselliklerinin vurgulanması. Dik duran fallus biçimli erkek figürü, insan başlı kuş tasviri, ereksiyon halindeki penisiyle aslanımsı bir hayvan ve aslan heykeli ile süsülenmiş bir başlık… Bunlar henüz tam olarak açıklanamayan ama ilk olarak bulunan cinsel yaşam izleri… Burada bulunan yüksek düzeydeki sanat eserlerine bakarak özel bir topluluğun yaşadığını dünürsek… Bu kadar yaratıcı insanlar olduklarına göre cinsel yaşamları da belki üremenin ötesindeydi. Hauptmann "Belki o odayı zifaf odası olarak kullanıyorlardı, bilinmiyor henüz. Belki de cinsel fantezileri söz konusu, henüz araştırmalar sürüyor" diyor.

Nereye gittiler, yaşam nasıl son buldu? "Muhtemelen çevre koşullarının etkisiyle başka bir yere göç etkisiyle başka bir yere göç ettiler. Belki hayvan türü azaldı, karınlarını doyurmada güçlük çektiler." Nevali Çori'den çıkarılan bütün eserler Urfa Müzesi'nde beklemede. Mimari parçalar da suların gelmesine meydan vermeden müzeye taşındı, arkeolog Murat Akman belki bir gün rekonstrüksiyonu yapılır diye numaraladı, en az yer kaplayacak şekilde tasnif etti. Dünya tarihi içinde Anadolu'nun önemini vurgulayan bu çok önemli kenti yeniden canlandırmak, eserleri herkesin görmesini sağlamak elbette mümkün. Tabii birilerinin yardımı olursa…


Kazane (Uğurcuk)




Şanlıurfa merkeze bağlı Kazane (Uğurcuk) yerleşim alanının tarihi M.Ö. 5000-3000’e dayanmaktadır.Burrada ele geçen bulgular Kalkalitik çağa ait olup, bu çağ da 5000-3000 arasındadır. Höyüğün kazısı 1992 yılında müze müdürü Adnan Mısır başkanlığında ABD’den bu konularla ilgili gönüllü derneklerin finansmanıyla Pensilvanya Üniversitesinden Dr. Patrick Wattenmarker’in iştirakiyle başlatılmıştır.
Çalışmalar sırasında mimari buluntular, evler, sokaklar ve bu döneme ait eserler bulunmuş olup, müzede muhafaza edilmektedir. Bu yerleşim alanında höyüğün tepesinde su deposu inşa edildiği görülmektedir. Bunun dışında çiftçilerden birinden satın alınan ve temizlenmek üzere Ankara’da bulunan Sümerce’yi Akatça’ya çeviren bir alfabe mevcuttur.

International Herald Tribune’nin 11 Kasım 1993 tarihinde yayınlanan sayısında Kazane’ye büyük yer vermiştir. John Noble Wilford’un makalesinde "Türkiye’de yeni keşfedilen gömülü kent ve ilginç kil tabletler eski kentsel uygarlığın ve yazının bilinen ufuklarını, Güney Mezopotamya’nın Sümer kent–devletlerinin çok ötesine götürmektedir. Arkeologlar bu keşiflerin son yıllarda Mezopotamya araştırmaları alanındaki en heyecan verici keşifler olduğunu söylemekte ve sitlerde yapılacak yeni kazıların, arkeoloji biliminin en önemli sorunlarından birine cevap olacağı konusunda emin görünmektedirler" diye yazmaktadır.

Kazane, höyük yerleşmesi dışında 3.binin ortalarında gelişen bir aşağı şehir ve şehir dışı yapılarıyla büyük ve sürekli isken gören bir merkez görünümdedir. Höyükteki en eski dönem olan Halaf yerleşmesi çok geniş bir alanı kaplamaktadır. Son Kalkolitik ve İlk Tunç Çağ tabakalarından elde edilen bitkisel kalıntılara göre;söz konusu dönemlerde çevrede kamış,saz ve ot türü bitkiler oldukça çoktur.

1992 yılında P.Wattenmaker yönetiminde yapılan kazılarda, Höyüğün batısındaki özellikle M.Ö.4.bin yerleşmelerinin saptanmasına yönelik basamaklı açma, tepenin doğusunda ”Aşağı Şehir” ve höyüğün güneyinde”Dış Şehir”adıyla anılan açmalar açılmıştır.

Son Neolitik Çağ,Halaf Dönemi, Son Kalkolitik Çağ,İlk Tunç Çağı, Orta Tunç Çağında yerleşime sahne olduğu, gerek kazı gerekse yüzey araştırmaları sonucunda saptanmıştır. İçlerinde en önemli yerleşme İlk Tunç Çağı II ve III.evrelere aittir.

Kazane’nin mimari açıdan en zengin buluntularını İlk Tunç Çağı II ve III.evreleri vermiştir. Bu evrelerde yerleşimin İlk Tunç Çağı I.evreye göre çok büyüdüğü görülmüştür. Aşağı Şehir’de yapılan kazıda dışı taş temelli anıtsal boyutta müdafaa yapısı ile çevrili kerpiç bir yapı ortaya çıkarılmıştır.Yapım tekniğinde, temelin iç ve dışında iri taşların. ortasında ise daha küçük boyutlu taşların kullanıldığı görülmektedir. Taşlar çamur harç ile birleştirilmiştir. Temel 1m. kalınlığında üç sıra halindedir. Temelin üst kısmı, kerpiç tuğlalardan yapılmıştır. Giriş ya da geçit denebilecek ince uzun koridor biçimli mekan 13m.uzunluğundadır.

Bu taş yapının kuzey kısmında yerleşme merkezine doğru olan kısmında iki yapı katı bulunmuştur. Üstteki evre derin sürülen pulluk yüzünden tahrip olmuştur. Alttaki evre daha iyi durumdadır. Her ikisinde de kerpiç duvarlar sıvalıdır. Ortaya çıkarılan mekanların birbirine geçit verdiği izlenmektedir. Dış Şehir’de yüzey bulgularına göre işlik alanları olabilecek yerde taş temelli bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Bu yapının büyük olasılıkla kumaş dokuma yeri olabileceği düşünülmektedir.

Obeid ve Halaf çanak-çömlek parçaları hariç, oda katlarından elde edilen bütün buluntular 3.bin yıla tarihlendirilmiştir. Ele geçen buluntuların büyük bölümü süslenmiştir.Bu buluntular arasında sade çanak-çömlekler, pişirme kapları, saklama kapları yer almaktadır. Ayrıca metalik mal,yalın mal, bezemeli mal şeklinde gruplar da mevcuttur. Yapılan kazılarda Tunç ve bakır alaşımlı iğne, kaide, kemik bız, hayvan figürinleri gibi küçük eserler de bulunmuştur.


Tepartip, Seruğ (Suruç)



Suruç, Suriye ile sınırı teşkil eden demiryolu üzerindeki Mürşitpınar Köyüne 10 km uzaklıkta olan tarihi bir şehirdir. İlkçağın Osrhone ülkesinin şehirlerinden Anthemuzia veya Batnea’nın yerine geçtiği Maft Suhunh (İpek Şehir) dur. Bu dönemlerde, oradaki ileri ziraatın eseri olarak ipekçiliğin çok geliştiği ve sanayinin kurulduğu kettir.
Kaynaklarda Seruğ diye geçen bu şehrin Hz. İbrahim ile çok yakın ilişkisi vardır: Hz. İbrahim’in babası Azerin dedesi Nahor’un babasının ismi Seruğ’dur.
M.Ö. Asya’dan göç eden Sümerler, Mezopotamya’da medeniyet kurmuşlardır. Sümerler ve Akad Türkleri, Saruğ Ovası’nda Suruç’u Batna ismi ile anmışlardır. Daha sonra İskit ve Asurlular, Sümerler ve Akadları ortadan kaldırarak Suruç’u “Tepartip” adıyla Birecik ilçesine bağlamışlardır.
Sümerler Mezopotamya’da hâkimiyetlerini sürdürürken, Mısır’a akın eden Kiksos Türkleri geçici bir zaman için buraya yerleştirmiştir. Roma İmparatoru Büyük Constantin, M.S. 35 yılında, öteki kentlerle birlikte Suruç’u da Urfa Kontluğu’na bağlamıştır. Bir süre sonra Suruç, Kudüs Krallığı’na bağlanmıştır. Tarihi eski çağlardan beri bilinen Suruç’u, Romalılardan, İyaz Bin Ganem barış yoluyla almış ve Abbasilere bağlamıştır (M.S. 639). O zaman Suruç, Urfa’dan ayrı bir ilçe olduğu için Urfa’daki Türk kavimleri Araplara karşı gelmiş ve Abbasilerin elinden Suruç’u kurtarmışlardır.
Suruç’un yakınlarında, siyah taş üzerine yapılmış 1 m eninde, 2 m uzunluğunda 2 adet aslan heykeli bulunmaktadır. Heykellerin bugün bulunduğu yer, Suruç’a 15 km mesafede olup, Suriye sınırları içindeki Rıslantaş Köyü’dür.


Basrip, Busrip, Birte (Birecik)



Fırat nehri kıyısındaki Birecik; Asurluların çivi yazılarında Basrip - Busrip adlarıyla anılmıştır. Arap kavimleri Bireh, Türkler ise küçük kale anlamında Birecik demişlerdir.

Birecik Anadolu ile Mezopotamya arasında Fırat Nehri üzerinde önemli bir köprübaşı olmasından ötürü Eskiçağlardan itibaren çeşitli yerleşmelere sahne olmuştur.

MÖ.2000’lerde Hititlerin ve Asurluların hakimiyetine girmiş ve o sıralarda isminin Birte olduğu sanılmaktadır. MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır. Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332’de Anadolu’daki Pers hakimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte Birecik de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı ve Romalılar izlemiştir. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir. Yöre MS.640 yılında Arap istilasına uğramış, 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hakimiyeti altına girmiştir.


Birecik Kalesi



Birecik kalesi, yüksek bir kaya kütlesi üzerine kurulmuş olup, Fırat Nehri ve Birecik Ovası’na hâkim bir konumdadır. Kalenin yapım tarihini belirten bir kitabeye rastlanmamıştır. Bununla beraber kalenin eski bir tarihi olduğu sanılmaktadır. Surların Memluk sultanlarından Kayıbay tarafından yaptırılmış, bunu belirten kitabeler de sur duvarlarına yerleştirilmiştir.

Birecik’in Paleolitik döneme kadar uzanan eski olan tarihi dikkate alındığında yöreye Asur, Hitit, Roma, Arap, Artukoğulları, Haçlı Kontluğu ve Osmanlıların hâkim olduğu bilinmektedir. Bunlardan Asur, Roma, Arap, Urfa Kontluğu, Artukoğulları ve Osmanlıların bu kaleyi onararak kullandıkları sanılmaktadır. Araplar bu kaleden ötürü yöreye Bireh, Osmanlılar da Küçük Kale anlamına gelen Birecik sözcüğünü kullanmışlardır.

Kale kesme taştan yapılmıştır. Şehri çevreleyen surların büyük bir kısmı yıkılmış olmasına rağmen bazı duvar kalıntıları ile kapılarından Mercan Kapısı’nın bir bölümü ile Urfa Kapısı iyi bir durumda günümüze gelebilmiştir. Kalenin Meydan Kapısı ve Bağlar Kapısı’ndan hiçbir iz günümüze gelememiştir.


Şitamrat, Urima, Romaion Koyla (Halfeti)





Halfeti’nin eski bir tarihe sahip olduğu bilinmekle birlikte Romalılar öncesine ait bilgiler yetersizdir. Ancak yakınındaki yerleşim yerleri ile aynı tarihe sahip olduğu sanılmaktadır.
Buna göre yöre, MÖ.2000’lerde Hititlerin ve Asurluların hâkimiyetine giren ve Şitamrat adı ile anılan yöre MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır.
Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332’de Anadolu’daki Pers hakimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte Birecik de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiş ve Urima ismi ile anılmıştır. Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı izlemiştir.

Halfeti’nin bilinen ilk tarihi Romalılar tarafından Ekamia adı ile kurulduğudur. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir. Bizanslılar döneminde Romaion Koyla adı ile anılmıştır. Yöre MS.640 yılında Arap istilasına uğramış, 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hakimiyeti altına girmiştir.


Asuranianu (Bozova)



Bozova ve çevresi Asurlular döneminde Asuranianu, Romalılar ve Ermeniler döneminde Tormenapa, Araplar döneminde Telhüvek, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Yaylak olarak isimlendirilmiştir.

Bozova’da Neolitik (MÖ.10000-5500), Paleolitik ve Kalkolitik Çağlardan (5500-3200) bu yana yerleşimin olduğu Şaşkan (İğdeli) Köyü yakınlarındaki küçük ve büyük Şaşkan höyükleri arasında kalan arazide yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulardan anlaşılmıştır. Gölbaşı’nda yapılan kazılarda, Orta Paleolitik Çağa ait el baltaları ve çakmaktaşından yapılmış araçlar bulunmuştur. Biris Mezarlığında ele geçen çakmaktaşından yapılmış kazıyıcı ve diğer buluntular Neolitik Çağa, Söğüt Tarlasında bulunan seramik ve çakmaktaşı gereçler ise Kalkolitik Çağa tarihlenmiştir. Cümcüme Köyü’ne 2 km. uzaklıktaki Kurban Höyük’ün Kalkolitik Çağa, Lidar Höyük’ün ise Kalkolitik Çağ’a ve İlk Tunç Çağına ait (MÖ 3200-1800) buluntularla karşılaşılmıştır.

Asur tabletlerine göre Bozova MÖ.2000’lerde Hurriler ile Mitannilerin yerleşim yeri olmuştur. Hititler Mitanni krallığını ortadan kaldırdıktan sonra yöreye yerleşmişler, MÖ.XI.yüzyıldan sonra da Mezopotamya’dan kuzeye doğru göç eden Aramiler buraya yerleşerek Bit-Adini Krallığını burada kurmuşlardır. MÖ.857’de Asurlulara bağlanan ve sonra Medlerin saldırısına uğrayan yöre, bir süre Babillerin egemenliği altında kalmıştır. MÖ.VI.yüzyılda Persler yöreye hakim olmuş ve buranın ticaretinin ve tarımının gelişmesinde büyük payları olmuştur. MÖ.IV.yüzyılda Büyük İskender Persleri Anadolu’dan çıkardıktan sonra yöreye de hakim olmuştur. İskender’in ölümünden sonra da Seleukosların hakimiyetine girmiştir.

Seleukoslardan sonra Mısırlılar, ardından Aramiler yöreyi ele geçirmiştir. MÖ.132’de burada Abgar, sonra da Osrhoene olarak isimlendirilen bir krallık kurulmuştur. Ermeni Krallığı yönetiminde yağmalanan, bir süre Partların denetiminde kalan Osroene Krallığı MÖ.I.yüzyıl sonlarında Romalılara bağlanmıştır. Romalılar ile Partlar arasında zaman zaman el değiştiren Osroene Krallığı, MS.117’de tamamı ile Roma’nın egemenliğini kabul etmiştir. Yöre III.yüzyıl ortalarında Sasanilerin, VII. Yüzyılda Arapların saldırısına uğramış, X.yüzyılda Bizanslılarla Mervaniler arasında el değiştirmiştir.

Bizans’ın hakim olduğu dönemde Ermeni komutanı Philaretos’un yönetimine girmiş, bunu Selçuklu ve Kilikyalı Thoros’un yönetimi izlemiştir. 1144’te Musul Atabeklerinden Zengilerin, 1182’de de Eyyubilerin yönetimine girmiş, 1232’de Mısır Eyyubilerine bağlanmıştır. Anadolu Selçukluları ile zaman zaman el değiştiren yöre Moğollar tarafından yağmalanmıştır. Anadolu Selçuklularının yıkılmasından sonra da Türkmen aşiretleri buraya yerleşmiş, 1399’da Timur’un, XV.yüzyıl başında da Akkoyunluların eline geçmiştir. Memluklular 1429’da yöreyi yağmalamış, ardından Safaviler yöreye egemen olmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılmıştır.


Kurban Höyük

Kurban Höyük’teki kazı çalışmaları Chicago Üniversitesi adına Dr. Leon Marfoe başkanlığında 1980 yılında başlanmış ve 1984 yılında çalışmalara son verilmiştir. Bu höyükte de 3 kültür tabakası tespit edilmiş olup, bunlar kronolojik sıraya göre M. Ö. 5000 - 3000 yılı kalkolotik, M. Ö. 3000 - 2000 yılı eski tunç çağı ve M. Ö. 2000 - 1500 yılı orta tunç çağıdır. Kazı çalışmaları sonucunda pişmiş topraktan yapılmış çanak ve çömlekler, tunç iğneler, işlenmiş kemikler, taştan dibekler, pişmiş topraktan yapılmış bina modelleri bulunmuştur.


Tiriş Höyük

Titriş Höyük’te, 1981 - 1982 yıllarında yapılan kazılar sonucu, M. Ö. 3000 - 2000 yılı eski tunç çağına tarihlenen bu nekropolde 38 mezar açığa çıkarılmış ve 150 adet müzelik eser elde edilmiştir. Gömü hediyeleri olarak bulunan bu küçük buluntular arasında türban başlı iğneler, gümüş yüzükler, midye kabuğundan yapılmış kolye ve küpeler, pişmiş topraktan yapılmış geometrik desenli ve boyalı vazolar, kâseler, bardaklar, biberon ayaklı kaplar ile taştan yapılmış idoller (keman biçiminde) ele geçirilmiştir.

Ayrıca Titriş Mezarlığı’nın erken sülâleler III. devrine tarihlendiğini kanıtlayan kalkerden yapılmış bir silindir mühür de bulunmuştur. Mühür baskısında şöyle bir tasvir göze çarpmaktadır : "Bir ağacın iki yanında art ayakları üzerine kalkmış iki keçi, sağdaki hayvanla ağaç arasında bir platform üzerinde yay boynuzlu bir keçi durmaktadır. Ağacın sağında kanatlarını açmış yılan gibi bir kuş, bir akrep ve başını aşağıya çevirmiş bir yılan vardır. Bunların hemen solunda duran ve belinde kemeriyle hançeri bulunan bir boğa adam elleriyle akrebi ve yay boynuzlu keçiyi tutmaktadır. Bütün bu tasvir göz önünde tutulduğunda kompozisyon açısından erken sülâleler devrinin bütün özelliklerini taşıdığı görülür. Çok tahrip durumda olmasına karşın Titriş Höyük mezarlığında yapılan kurtarma kazısı, Güneydoğu Anadolu ilk tunç çağ ölü gömme adetlerine bir ışık tutmuştur.

Höyük’te, Müze Müdürü Adnan Mısır’ın başkanlığında California Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Dr. Guillermo Algaze’nin iştiraki ile ortaklaşa olarak yapılan kazı çalışmalarına 1991 yılında başlanmış ve 10 yıllık bir sürece göre gerekli plan ve programlar yapılmıştır.

Höyük, ilk tunç çağından (M. Ö. 3000 - 2000) ortaçağa (M. S. 395 - 1435) kadar kesintisiz iskân göstermekte ve büyük bir alana yayılmaktadır. Güneydoğu Anadolu’da erken şehirleşmeye ait önemli buluntular veren Titriş Höyük’te, küçük buluntu olarak pişmiş topraktan yapılmış kâseler, fincanlar, vazolar, koku şişeleri ve bardaklar ile bronzdan yapılmış iğneler, kemik aletler, çakmak taşından ok uçları, pişmiş topraktan hayvan figürleri, bronz yüzükler, taş damga mühürler, ağırşaklar ve İslami devre ait sikkeler sayılabilir.


Akçakale



İlçenin bilinen tarihi M.Ö. 5000 yılına dayanmaktadır. Sümer ve Hititlerin elinde bulunan bölge M.Ö. 2750 yıllarında başlamaktadır. Sami’lerin istilasına uğramıştır. Daha sonra 612 yılına kadar Asur’ların egemenliğine girmiş olan bölge, MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır.

Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332’de Anadolu’daki Pers hâkimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte Akçakale de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı ve Romalılar izlemiştir. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir.


Antoniopolis, Tella (Viranşehir)





Viranşehir yöresinde yüzey araştırmaları dışında arkeolojik kazılar yapılmamıştır. Yaban, Kele, Tell-tarik, Atşana, Annabi, Arbit, Tell-arbit, Tell-hinne, Tell-saif, Tell- goran başta olmak üzere yörede birçok höyük bulunmaktadır. Bunlardan bazılarında yapılan araştırmalarda ortaya çıkan buluntu ve kalıntılar burada, Neolitik Çağda yerleşik bir düzenin olduğunu göstermektedir.

Neolitik Çağdan sonra Kalkolitik Çağda da (MÖ.5500-3500) yörede yerleşim devam etmiştir. Yöre 1600 yıllarında Mitanilleri yenen Hititlerin egemenliği altına girmiştir. MÖ.XI.yüzyılda Mezopotamya’dan kuzeye doğru göç eden Aramiler burayı ele geçirmiş ve MÖ.X.yüzyılda burası Bit-adini Krallığına bağlanmıştır. Asurlular MÖ.IX.yüzyılın ortalarına doğru bu krallığı ortadan kaldırarak Viranşehir’in de dahil olduğu Şanlıurfa topraklarını ele geçirmişlerdir. Anadolu’nun büyük bir kısmına hakim olan Persler Viranşehir’i de ele geçirmiştir. Büyük İskender’in Persleri ortadan kaldırmasından sonra yöre bir süre Makedonyalıların, İskender’in ölümünden sonra da Seleukosların egemenliğine girmiştir. Bu dönemleri Roma, sasani ve Bizans dönemleri izlemiştir.

VII.yüzyılda yöreye Arap akınları başlamış ve Araplar bir süre buraya hakim olmuşlardır. Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Türkmen boyları buraya yerleşmeye başlamış, bunu Selçuklu hakimiyeti izlemiş, bir süre de Urfa Haçlı Kontluğu’nun yönetimine girmiştir. Musul Atabekleri yönetiminden sonra XIII.yüzyılda, yeniden Selçukluların egemenliği altına girmiştir. Moğolların Selçukluları yenmesinden sonra Şanlıurfa ile birlikte Viranşehir de Moğollar tarafından yağmalanmıştır. Moğolların Anadolu’dan çekilmesinden sonra Memluklular, Akkoyunlular ve Safeviler buraya hakim olmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında da Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Roma döneminde Antoniopolis, Arap döneminde Tellmavzelat, Tellmuzin ve Tella; Urfa Kontluğu döneminde de Konstantina isimleri ile tanınmıştır. Tarihi İpek Yolu’nun üzerinde yer alan önemli bir konaklama ve ticaret merkezi idi bu nedenle de birçok kez yağmalanıp yıkılmıştır. XX.yüzyılın başlarında etnik gurupların ayaklanmalarından etkilenmiştir.


Çemdin Kalesi (Eski Kale)



Viranşehir-Şanlıurfa karayolunun 9.km.sinde bulunan Çemdin Kalesi MS.II.yüzyılda Romalılar tarafından yapılmıştır. Bizanslılar, Araplar, Akkoyunlular tarafından da kullanılan kale birkaç kez el değiştirmiş, onarılmış ve genişletilmiştir.

Viranşehir’de yüksek bir tepe üzerinde bulunan kale sert kalker taşından yapılmıştır. Çevresindeki kayalıkların içerisi oyularak buradan da yararlanılmıştır. Kaleyi çevreleyen sur ve burçlar beyaz kesme taştan yapılmış, iç kısımlar moloz taş ve dolgu malzemeleri ile doldurulmuştur. Sur duvarları 3-4 m. kalınlığında olup, 8-10 m. aralıklarla, 13-14 m. yüksekliğinde burçlarla takviye edilmiştir. Çevresinde içerisi su dolu olan 5 m. derinliğinde ve 5 m. genişliğinde de bir savunma hendeği yapılmıştır.

Kalenin doğu ve batı yönünde iki kapısı bulunmaktadır. Bu kapıların önünde de su hendeğinin üzerine konulan iki seyyar köprüye yer verilmiştir. Günümüzde iyi bir durumda olan kalenin içerisinde yapı kalıntıları bulunmaktadır.


Tella Martyrionu



Tela Martyrionu bölgedeki Bizans döneminde yapılmış en büyük Hıristiyan yapılarından birisidir.


Büyük bir nekropol alanının ortasına yapılan bu yapının yöredeki önemli bir aziz için 4-5. yüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır. Bazı iddialara göre de; Viranşehir’de doğan sonra da Monofizit Süryani cemaatini (Yakubilik) dağınık halden bir araya toplayan, Tibeloyo (evrensel metropolit) unvanına kadar yükselen 578’de Mısır’da ölen ve cesedi 622’de Viranşehir’e getirilen Mar Yakub’un gömüldüğü Fisilte Manastırı burasıdır.

Martyrion bazalt taşından ve kesme taştan sekizgen planlı bir yapıdır. Üzeri 34.50x32.00 m. ölçüsünde sekiz paye üzerine oturtulmuş bazalt taşından bir kubbe ile örtülmüştür. XX.yüzyılın başlarına kadar iyi bir durumda gelen bu yapıdan günümüzde sadece bir payesi ayaktadır. Çevresinde yapılan araştırmalarda çok sayıda mozaik parçasının bulunuşu yapının zengin bir mozaik süslemesi olduğunu göstermektedir.


Ceylanpınar


İlçenin İlkçağ tarihi ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte geçmiş tarihinin çok eskilere dayandığı sanılmaktadır.

MÖ.2000’lerde Hititlerin ve Asurluların hakimiyetine giren yöre MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır. Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332’de Anadolu’daki Pers hâkimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte yöre de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiştir.

Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı ve Romalılar izlemiştir. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir. Yöre MS.640 yılında Arap istilasına uğramış, 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hâkimiyeti altına girmiştir.


Sevavorak (Siverek)



Siverek eskiden Sevavorak, Sebaberak ve Sevaverek isimleri ile tanınıyordu. Bu isim zamanla Siverek’e dönüşmüştür.

Aşağı Fırat projesi kapsamında yörede yapılan kurtarma kazılarında Hassek Höyük ve Çavit tarlasında ele geçen buluntular yöredeki yerleşimin Kalkolitik Çağa (MÖ.5500-3500) kadar uzandığını göstermiştir. MÖ.2000’li yıllarda Şanlıurfa topraklarının büyük bölümü Hurrilerin Yurdu olarak tanımlanmaktadır. Yöre 1600 yıllarında Mitanilleri yenen Hititlerin egemenliği altına girmiştir.

MÖ.XI.yüzyılda Mezopotamya’dan kuzeye doğru göç eden Aramiler burayı ele geçirmiş ve MÖ.X.yüzyılda burası Bit-adini Krallığına bağlanmıştır. Asurlular MÖ. IX. yüzyılın ortalarına doğru bu krallığı ortadan kaldırarak Siverek’in de dahil olduğu Şanlıurfa topraklarını ele geçirmişlerdir. Anadolu’nun büyük bir kısmına hakim olan Persler Urfa ile birlikte Siverek yöresine de yerleşmişlerdir. Büyük İskender’in Persleri ortadan kaldırmasından sonra yöre bir süre Makedonyalıların, İskender’in ölümünden sonra da Seleukosların egemenliğine girmiştir. Bu dönemleri Roma, sasani ve Bizans dönemleri izlemiştir.

Siverek Kalesi (Siverek)



Şanlıurfa Siverek ilçesinde bulunan kale yığma bir tepe üzerinde kurulmuştur. Bölgede yapılan araştırmalara göre Siverek Kalesi’nin tarihi Asurlular dönemine kadar inmektedir.

Tarihçi Batlamyus Siverek Kalesi hakkında bazı bilgiler vermektedir:

Siverek (Konttopolis) Kalesi Asur medeniyetinden kalan büyük kesme taşlarla inşa edilmiştir. Romalılar hazır bulduklar malzeme ile yükseltileri sur ve burçları Mezopotamya'nın en müstahkem kalesi haline getirmişlerdir, fakat Şapur I.in kuvvetleri karşısında şehir yandı, kül oldu halkı hep kılıçtan geçirildi.”

Kale eski Kottopolis şehrini koruma amaçlı olarak yapılmıştır. Romalılar bu kalenin sur ve burçlarını sağlamlaştırarak kullanmışlardır. Daha sonra Bizanslılar da bu kaleden yararlanmışlardır. Batlamyus’a göre kale, Mezopotamya’dan gelecek Arap akınlarına karşı daha da güçlendirilmiştir.

Kale kesme taştan dikdörtgene yakın plan düzeninde olup, yuvarlak kulelerle desteklenmiştir. İçerisinde sarnıç ve yapı kalıntılarına rastlanmıştır. Yakın tarihlerde yapılan restorasyon çalışmaları ile özelliğinden kısmen uzaklaşmıştır.