
Kur'an-ı Kerim'de yer alan anahtar kavramlardan birisi de “Hududullah” kavramıdır.
“Hududullah”
“Allah'ın sınırları” anlamına gelmektedir.
Allah... O alemlerin Rabbi. Her şeyin yaratıcısı... Din gününün maliki. Alemlerin rızkını veren. Muhyi ve mümit... dirilten ve öldüren...
Allah... İnsan için sınır çizgileri koyuyor.
“Tilke hududullah! İşte bunlar Allah'ın sınır çizgileridir”diyor.
Sonra ekliyor:
“Bunları tecavüz etmeyin
aşmayın
çiğnemeyin!”Hatta öte tarafa geçme ihtimalini dikkate alarak “Bunlara yaklaşmayın.”diye sesleniyor.(Bakara 187
229
230)
Sınırların muhafazasını - korunmasını
tevbe hassasiyeti
ibadete devam kararlılığı
rüku ve secde itinası
emr bil maruf gayreti ile yanyana zikrediyor ve bütün bunları mü'minlerin layık olduğu müjdeye layık görüyor. (Tevbe
112)
Sonra sınırları aşıp aşmamayı“Allah'a ve Peygamberine itaat veya isyan”hadisesi olarak değerlendiriyor. (Nisa
13)
Sonra sınırları aşanlara yönelik hükmü bildiriyor:
“Onlar zalimlerdir.”(Bakara
229)
Sonra “sınır hassasiyeti”ne sahip olanların büyük ve ebedi bir kurtuluşa
cennete ulaşacaklarını
“isyan ederek sınırları çiğneyenler”in ise zillete
helâke
alçaltıcı bir azaba
ebedi bir ateşe konacağını bildiriyor. (Mücadele
4)
Kur'an diline kalb kulağı ile yaklaştığımızda anlıyoruz ki
Halikı zülcelal
“Hududullah”a riayet konusunda insandan büyük bir itina bekliyor.
İnsanın ebedi alem notu “Hududullah”a riayeti ölçüsünde verilecek sanki.
Allah Rasulü (s.a.) sınırlar konusunda öylesine bir hassasiyet tavsiyesinde bulunuyor ki
“haram”ve “helal”gibi kesin hatlarla belirlenmiş alanlara hassasiyet yanında sınırı geçme riski bulunduğunu dikkate alarak “şüpheli şeyler”den bile kaçınılmasını istiyor. (Buhari
iman
39)
Peki “Hududullah – Allah'ın belirlediği sınırlar”içinde neler var?
Kur'an'da
“Hududullah”ifadesinin geçtiği yerlere baktığımızda bazı özel alanlar için “sınır”hassasiyeti getirildiği görülse bile gerçekte
dinin ana mantığına bakıldığında “ilahi sınırlar”ınAllah Teala ve O'nun Kutlu Elçisi tarafından insanoğluna hayat çerçevesi olarak sunulan her şeyi ifade ettiğini düşünmek mümkün. Din bir ilahi çerçeve çünkü. İnsana çizilen bir hayat sınırı.
Kur'an'da “Hududullah”ın geçtiği yerler
insanın basit günlük hayatından
savaşa katılmak gibi can ve mal imtihanına kadar dünyada karşılaşabileceği hemen tüm hayat çerçevesini kapsıyor.
-Boşanırken kadın – erkek hukuku
iddete riayet
yeniden evlenebilme şartları...
-Ramazan gecelerinde veya itikaf halinde eşlerin birbirine yaklaşması - yaklaşmaması
-Miras paylarının tanzimi...
-Peygamber savaşa çağırdığında bireysel hesapların yapılıp yapılamayacağı... (Bakara 187
229
230
Nisa
13-14
Tevbe 97
113
Mücadele 4
Talak 1)
Çok net olarak belli ki
tüm bu alanlar dünyevi meseleler alanı halindedir ve tüm bu alanlarda Allah Teala tarafından çizilmiş sınırlar
diğer bir ifadeyle bildirilmiş ölçüler vardır.
Kur'an'da neden “Hududullah”ın altı çizgiliyor ve onların ihlal edilmesi karşısında ilahi müeyyideler zikrediliyor?
Birincisi
o çağlarda güce dayalı kemikleşmiş gelenekler mevcut. Erkek gücüyle kadını aşağılayan
haklarını gasbeden
yetimi itip kakan
mirasını har vurup harman savuran
temeli olmayan yasaklar veya serbestiyetler üreten gelenekler... Allah Teala
bunları değiştirme iradesiyle
bu gelenekler yerine ilahi hükümler sevkediyor. Kur'an'ın üslubundan biz “Tüm o gelenekleri bırakın
işte size Rabbin bildirdiği çerçeve
ne kadar güçlü olursa olsun adalet zemininden uzaklaşmış geleneklerinizde ısrar etmeyin
bu işlerin gerçek ölçülerini belirleme hakkı Allah'a aittir.” mesajını anlıyoruz.
İkincisi
insan
arzularının sesini dinliyor veya arzularının derin etkisi altında akıl yürütüyor. Arzularının sesini dinlerken de akıl yürütürken de genelde ben merkezci hesaplar yapıyor. Burada da Kur'an
zaman zaman arzuların tanrı haline gelme tehlikesine dikkat çekerek (Furkan
43) insana “Hududullah”ı hatırlatıyor
“aklı ve arzuları tanzim” çerçevesinde Allah'ın bildirdiği - bildireceği ölçülerin esas alınması gerektiğini vurguluyor.
“İnsan kendisini müstağni gördüğünde azgınlığa yönelir” deniyor Kur'an'da. (Alak
6) Bu
insana ilişkin ilahi bir tesbit. İnsanın içinde fücur ve takva yönelişi her zaman mevcut. (šems
8) Fücur öne çıktığında güce ve akla ona göre yön tayin ediyor ve “Allah'ın sınırları”nı unutup
zulme yöneliyor. Takva hali ise
“Hududullaha riayet hali”nin taa kendisi...
Zamanımız
insanoğlunun “hududullah şuuru”nun
yani dünyadaki varoluş hikmetinin kendisine bağlandığı disiplinin ciddi biçimde aşındığı bir duruma şahitlik ediyor.
19. Yüzyılın pozitivist yönelişleri
yaratılışı da
Yaratıcıyı da insanın gündeminden çıkarma yönünde oluştu.
“Tanrı öldü”dedi Nitçe... Yer yüzünde her türlü tasarrufa yetkili bir “üstün insan”arayışına girdi. Niçe'nin başka hiçbir kudrete karşı sorumluluk duymayan “üstün insan”ı yontula yontula yirminci yüzyılın faşist – komünist despotlarına dönüştü.
Pozitivizmin babası August Comte
insanın ulaştığı gelişme seyrinde “dinin miadını doldurduğu” tezini işledi. Bir dine inanmak
ilkel çağların adeti idi ona göre. Akıl ve bilim insana ilişkin her sorunu çözerdi.
Materyalizm
pozitivizmin açtığı çığırda bir başka savaş başlattı yaratılış ve Yaratıcı inancına karşı...
İnsan
bir müteal (aşkın) kudrete karşı başkaldırma halindeydi.
Yer yer kilise otoritesine karşı isyan
Tanrı buyruğuna isyan haline dönüştü.
Sonra bu felsefi zeminde dünyayı tanzim işine soyundu insan... Öyle ya
Tanrıyı devreden çıkarınca
yer yüzünü Tanrı'dan gelen buyruklarla tanzim fikrine isyan edince
tümüyle yer yüzünde üretilmiş disiplinlere ihtiyaç duyulacaktı.
Pıtırak gibi toplumsal sistem projeleri çıktı ortaya... ve her biri bir coğrafyada hakim sistem haline geldi. “İnsan tabiatına en uygun oldukları” iddialarıyla birbirleriyle yarıştı
birbirleriyle vuruştu
insanları vuruşturdu.
Bugün yeryüzü hakimleri onlar.
İnsan kuşatılmış durumda ve onlar insanı
neredeyse kılcal damarlarına kadar belirleme iddiasındalar.
Oysa insan'ın Rabbi ile ilişkisi ne Niçe'nin tasavvurundaki gibi ölmüş
ne de Comte'un dediği gibi miadını doldurmuş bir ilişki.
İnsanın zihninden bir “Yaratıcıya inanma”fikri silinmiş değil. İnsanlar hala bir Yaratıcı ile kalbî irtibat kurma arayışındalar
ihtiyacındalar
bunun için çaba içindeler... Yer yüzünde milyarlarca insanın müteal bir kudretle kalb bağı var.
Ama bu
insanın
hayatını tanzim için de Yaratıcının mesajlarına başvurduğu anlamına gelmiyor. İnsan
böyle bir başvuruyu kalbî bağın zaruri uzantısı olarak görse bile bunda muvaffak olamayabiliyor. İnsanı kuşatan hakim yapı
insandaki tüm hassasiyet boşluklarını işgal ediyor
ele geçiriyor ve insanı kendine göre biçimlendiriyor.
İşte böyle bir ahvalde
“Hududullaha riayet” çağrısını
İslam'ın
Kur'an'ın
insanı yeniden yeniden “fıtrat mecrası”na yönlendirme çağrısı olarak okumak gerekiyor.
Bu durumda
Allah'a inanan
O'nun insan için değer belirleyen Kudret olduğunu kabul eden her insan
hayatının her alanı için bir sınır arayışına girecek. Bunun için hayatını ayrıştıracak
deyim yerindeyse bir kişilik MR'ı çektirecek
hangi alan “Hududullah - Allah'ın belirlediği sınırlar” içine giriyor
hangi alan dışında kalıyor
bunu tesbit edecek... Ondan sonra her alanı “Hududullah çerçevesi”nde yeniden tanzim edecek
şekillendirecek. Bir noktada kendisine sunulan her yaşama modelini
“Hududullah”ölçüsüne vuracak
o sınırlar içine giriyor mu
girmiyor mu-ya bakacak.
Kur'an'ın insana öğrettiği “Bana Allah yeter”(Tevbe
129) ifadesibir itmi'nanı
Allah'ın mesajlarıyla gerçekleşen bir doyumu ifade ediyor. “Bana Allah yeter”diyen
Allah'ın çizdiği – belirlediği ölçülere başvuracak
Allah'ın mülkünde “Allah'tan başkası”na yönelen ise
başını taştan taşa vuracak.
Ahmed er - Rifaidiyor ki:
“Âllah'ın çizdiği sınırlar önünde durun ve ilahi hududu çiğnemekten sakının.”
Bir sözü de şöyle:
“Cesedin şerefi
akıl denilen kıymettar varlıktır. Akıl. İnsan nefsini kendi sınırları içinde bağlayan bir bağdır. Nitekim akıl
nefsi bağlayıp ona şer'i sınırı çiğnetmedikçe akıldır. Akıl
şer'i hududu red ve kabul hususunda tereddüde düşecek olursa
o akıl değildir. Kişi akıldan mahrum olunca insanlık cevherinden mahrum kalmış demektir. Cevher olmayınca insanlık şerefi de gider
geride izzet ve yüceliğe layık olmayan sıklet ve kesafet yığını kalır.”(Altın Öğütler
A. Taşgetiren
s. 335
336)
Bugün yeryüzünde bir insanlık taraması yapılsa
insanlık şerefine ne kadar
kesafet ve sıklet yığınına ne kadar pay düşer acaba? Zor bir soru değil mi?
Ahmet TAŞGETİREN - ALTINOLUK