GERÇEK MÜSLÜMAN GÜVENİLİR ADAMDIR/ÇÖZÜM ‘EL-EMİN’İN ÜMMETİ OLMAKTA

“Müslümanlık Galiba Göklerde”

Günümüz Müslümanı’nın en mühim ve derin derdi, güvenilmezliktir. Oysa ki, Müslüman güvenilirdi ve güvenirdi. Bir zamanlar, düşmanlarının bile kendisine güvendiği Müslüman, şimdi en yakınlarınının itimadını kazanamaz durumdadır.

Maalesef, Müslüman, bankaya güvendiği kadar din kardeşine güvenemeyince, toplum hayatındaki etkisini ve ağırlığını yitirdi; dolayısıyla da sömürülmeye hazır hale geldi. Zira, dürüstlüğünü ve ona bağlı olarak da güvenilirliliğini kaybeden mü’min, kendisi olmaktan çıktı.

Efendimiz’e göre (sallallahu aleyhi vesellem), Müslüman, “elinden ve dilinden emin olunan kimse”dir. İmanca zayıflayan Müslüman, ahlakça da zayıfladı ve sonunda güvenilirliğini büsbütün yitirdi.

İmanın pek yüksek zirvesinden aşağı düşenler, tutunacak başka dal bulamadılar. Maneviyatça, mahvoldular, ahlakça tanınmaz hale geldiler. İnanç zayıfladıkça, ondan kaynaklanan bütün ahlak ve meziyetler de iflas etti. Allah korkusunun kalmadığı yerde, emniyet ve huzur da tükeniverdi.
Bu acı durum, Mehmet Akif merhumu, yüz yıl önce şöyle feryat ettirdi:

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!

Bu çığlıktan yüz yıl sonra, hala temel derdimiz: Güvenilir Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) güvenilmez ümmeti olmamızdır. Şahsi ve içtimai bütün proplemlerimiz, güvenilmez olmaktan kaynaklanmaktadır. Güvensiz bir toplumda yaşamak, insanın ruh ve beden dengelerini altüst ediyor. Bir zamanlar, düşmanları için bile emniyet ve güven adası olan İslam dünyası, özellikle de Osmanlı coğrafyası, şimdi Müslümanlara dahi güven ve huzur veremiyorsa, hepimizin çok ciddi bir muhasebeye ihtiyacı var demektir.

Güzel Ahlak; Güvenilir
İnsan Demektir

Bir zamanlar, kapılarını kilitleme ihtiyacı duymayan, ezanı duyar duymaz, dükkanını açık bırakıp camiye koşan mü’minlerdik biz.

Bir seyahata çıktığında, evinin anahtarını hiçbir endişeye düşmeden komşusuna bırakan; en kıymetli malını, ihaneti, hıyaneti hayaline bile getirmeden bir mümin kardeşine emanet edebilen kimselerdik biz. Çünkü kalbimizde, görürcesine inanılmış bir Allah (celle celaluhu) ve ahiret imanı vardı. Sürekli görüldüğümüzü ve her an denetlendiğimizi bilirdik. Ve bir gün, o en büyük İlahi mahkemede, yaptıklarımızın hepsinden hesaba çekileceğimize inanırdık. O inanç tutardı bizi ve güvensizlik alanına asla yaklaştırmazdı.

Bu iman, İslamiyet’i, insaniyet haline getirmiştir; hem de insaniyeti kübra yapmıştır. Yani en geniş ve en kapsamlı insanlık haline getirmiştir. İnsanlık da ahlaktan ibarettir. Güzeller Güzeli, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurdu. Güzel ahlak sahibi olmak, en başta güvenilir olmak demektir.
Hacı Bektaş Veli (rahmetullahi aleyh), İslam ahlakı içindeki güvenilirliği üç maddede özetler: “Eline, diline, beline sahip ol!” der.

Bu tavsiye, aslında kul hakkını da ana hatlarıyla ifade eder. Kul hakkı deyince, elini, dilini ve belini sakınan ve Allah’a saygısından dolayı kendisini frenleyen insan, güvenilir insandır. Ancak böyle insanlarla sağlam toplumlar kurulur.

Efendimiz, bütün Mekke devri boyunca, sadece güvenilir insan yetiştirmek için uğraştı. Yüzde yüz güvenilir, o güzel gönüllüler, kırk kişi olduklarında, İslam agoraya, sosyal alana çıktı, varlığını apaçık gösterdi.

Bu sebeble, kırkıncı Müslüman olan Hz. Ömer (radiyallahu anhu), İslam’a hizmet için en çok neye ihtiyaç duyduklarını sorar Sahabei Kiram’a… Aldığı çeşitli cevaplardan ayrı ve bambaşka bir cevap olur kendisinin ki: Sahabe’den seçtiği bazı isimleri sayarak, şöyle der: “Ben de, İslam’a hizmet için onlar gibi adamlara sahip olmak isterdim.”

Adam, adam gibi adam… Yani, Sahabe gibi Müslüman…

Milyonlara bedel bir Ömer (radiyallahu anhu), adamsız hiçbir değerin işe yaramayacağını böyle ifade ediyor. Zira o, bir tek ADAM’dan, kendisi de dahil olmak üzere, ne muhteşem adamlar çıktığını ve yeryüzüne nasıl adamlığı, insanlığı yeniden getirdiğini apaçık görmüştür. Bu, adamları adam eden, örnek eden, önder kılan öncelikli özelliğin de güvenilirlik olduğu ortada değil mi?
Bugün de bizim en çok aradığımız, hatta dünyanın en şiddetli ihtiyacı, kaliteli insandır. Dolayısıyla da dünyanın en kıymetli hazinesi güvenilir insandır.

İnsan Diliyle Abat Olur!

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), “iki çenesinin ve iki bacağının arasındakini koruyanları” Cennet’le müjdelemiştir. Demek oluyor ki temel güvenilmezlik konusu, dilden ve cinsellikten kaynaklanmaktadır.

Nefs ve Şeytan işbirliği, en çok bu iki konuda zarar verdiriyor. İnsanın itibarını beş paralık eden, öncelikle dildir. Bazan bir cümle, hatta bir kelime, insanın kırk yıllık saygınlığını berhava eder. İnsanı dili belirler. En acı şey ve insanı çok acıtan şey, dildir. İnsan diliyle hem abat, hem de berbat olur. Hz. Mevlana (kuddise sirruhu) der ki: “Tencerenin kapağı oynadı mı, içindeki görünür. İnsan da ağzını açtı mı, içindekini gösteriverir. ”

Bir anlık gafletle ağızdan çıkan bir söz, bazan bir ömür süren pişmanlık verir. Ama bu pişmanlık, insanın itibarını ve güvenilirliğini geri getirmez. Kırılan kristal ne kadar sağlam yapıştırılırsa yapıştırılsın, nasıl izi kalırsa, yitirilen itibar da ne kadar uğraşılsa, tamamen eski haline gelemez.
Dil, aynı zamanda insanın en tatlı ve itibarını en güçlü kuran organıdır.


İffette İradesi Olmayanın İtibarı Olmaz

Cinsel dürtüler de insanın en tehlikeli temel ihtiraslarındandır. Bu tür hayvani ve behimi hislerine hakim olamayanların da itibarlı ve güvenilir olmalarına imkan yoktur. Dolayısıyla, insanı değersiz hale getirip sürüleştirmek isteyenler, insanı tenasül uzuvlarından ibaret hale getirmek istiyorlar. İşte bu hıyanetin failleri, bütün güçleriyle cinselliği kışkırtıyorlar. Ayıbı, günahı bir yana atıp unutturmayı ve insanı daha çok dört ayaklılar gibi yaşamaya çağırıyorlar.

Böyle bir fesat kumkuması içinde, insan diline ve beline nasıl hakim olabilir, nefsine nasıl hakim olabilir?
Allah’a tam teslim olmadan, ahirete tam inanmadan, insan nefsinin burnunu yere sürtemez. Çünkü, nefsin hissi, hevası, arzusu, zayıf Müslüman’ı kuru bir yaprak gibi sürükler bir günahtan diğerine… Böyle bir Müslüman, artık inandığı gibi yaşamaya değil, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Dolayısıyla da zaman içinde bir de bakar ki kendisini bile, “Nasıl yaptım?” diye şaşırtan günahların içindedir. ,

İşte bu sebeble, EMİN olmalı mü’min…
Emniyet duygusunu altüst eden yalanı, terketmeli, aldatmayı hayaline bile getirmemeli…
Kendi zararına bile olsa yalancı şahitlik etmemeli…
Mü’min kendini kurtulmuş görmemeli...
Hiç kimse için Cennet garanti değildir. Bu yüzden, emin olan mü’min, emin kalma çabasını ömür boyu sürdürmeli…

Güçlü mü’min, nefsini ruhunun bineği yapar. Nefsinin değil, ruhunun çağırdığı yere gider. Batı dünyası, nefs ile ruhu ayırdedemez. Bu sebeble hürriyeti sınırsızlaştırır, “Canın ne istiyorsa, yap!” der. Oysa ki istekler iki odaktan kaynaklanıyor: Ruhtan ve nefsten…

Batı medeniyeti, bu iki kaynağı bir saydığı için ruh hep mağlup olmuş, sahibini de daima mutsuzluğa mahkum etmiştir. Çünkü nefsani arzularda, hemen tadılan maddi ve bedeni zevkler vardır. Bu tatlar zehirli bal gibidir. Acısı sonra geldiği için önden gelen ve gelip geçici olan bu zevklere kapılır gafletli insanlar.

Halbuki, helal haram, meşru gayr-ı meşru sınırlarını kesin olarak çizen İslam, mü’mini nefsinin keyfine ve sultasına bırakmamıştır. Bu sebeble mü’min, başkaları bir yana, kendisine de zarar verme hakkına sahip değildir. Çünkü kendisi de kendisinin sahibi, maliki, yaratıcısı olan Allah’a (celle celaluhu) aittir. Yüce Yaratıcı, kul helal ettirmedikçe, kul hakkını hiç kimseden kaldırmıyor, affetmiyor, bağışlamıyor.
Bu gerçeğin bilincinde olan toplumlar, huzur ve güven içinde yaşamışlardır. Osmanlı, asırlarca süren huzur ortamını, güvenilir mü’minlere borçluydu. Osmanlı toplumunu güvenilir insanlar güçlendirdi ve yüceltti.

Bu hususta, şu çok ibretli olayı OSMANLI İNSANI adlı kitabımdan özetleyerek sunuyorum…

“Bu Diyardan Göçülmez”

Ermeni zengin Şellefyan, gençlik arkadaşı Diyarbakırlı Hasan Ağa’ya, istediği zaman ödemek şartıyla otuz altın vermiştir. Hasan Ağa epey bir zaman bu borcunu ödeyemez. Durumu düzelip borcunu ödeyeceği zaman da Şellefyan’a ulaşamaz. Çünkü, gençlik arkadaşı çok zenginleşmiş, İstanbul’da yaşamaya başlamış, uluslararası iş yapan bir tüccar olmuş ve aradan geçen uzun yıllara rağmen, ne Diyarbakır’a dönmüş, ne de Hasan Ağa’yı aramıştır.

Hasan Ağa, Şellefyan’la buluşmaktan ümidini keser ve borcunu ödemek maksadıyla düşer İstanbul yollarına… İstanbul’da da az aramaz ama sonunda Şellefyan’ı bulur. Muhteşem köşkünün bahçesinde buluşur eski arkadaşıyla. Hal hatır faslından sonra, Hasan Ağa bahçeye yığılmış denkleri sorar:

— Bunlar nedir, geliyor mu, gidiyor mu? Yoksa evini de ticarethane mi yaptın?
— Hayır, der Şellefyan, Ben on beş güne kadar Amerika’ya göçüyorum. Bu yüzden, bu eşyaların bir kısmını dosta ahbaba verdim, bir kısmını da sattım.

Hasan Ağa, oturduğu yerden heyecanla fırlar, kuşağının içindeki altın torbasını büyük bir telaşla çıkarıp, o denklerden birinin üzerine savurur. Ve bağırır:

— Ulan Şellafyan! Al şu altınları! Az daha beni kul hakkına sokacaktın! Bunca yıl sonra, İstanbul’da zor buldum seni, taaa Amerika’da bulmaya ömrüm mü yeterdi? Allah yüzüme baktı da seni burada bulabildim!
Şellefyan, Hasan Ağa’nın bir eşya yığınının üzerine fırlattığı altın torbasına nemli gözlerle baktı, baktı… ve dedi ki:

— Hasan Ağa! Senin gibi dürüst ve emin insanların yaşadığı bir ülkeden göçülmez be!
Sonra da köşkün bahçesine hala kocaman denkler taşıyan adamlarına seslenir:

— Çözün denkleri! Ben artık buralıyım!

Osmanlı’nın son döneminde dahi, bu faziletin binlerce örneği vardır. Osmanlı, malın, canın, namusun emanet edilebileceği bu sapasağlam, dürüst ve emin insanlarla güç kazandı. Bu, Sahabe misali insanlar azaldıkça da toplum kan kaybetti, zayıfladı ve nihayet çöktü.

Şimdi yeniden, düştüğümüz yerden kalkmanın zamanıdır.
Çözüm, güvenilir Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) güvenilir ümmeti olmaktadır.

VEHBİ VAKKASOĞLU