HİKAYELER
MUTLULUK GÜZEL KOKAR
Dostum birden soruverdi:
Bir insanın mutlu olduğu nasıl anlaşılır?
Şöyle düşünmüş olmalıyım:
Bilmem gözlerinin parlaklığından, neşesinden, belki yüzüne
vuran iç aydınlığından.Dostum hepsini Kabul eden ama yeterli bulmayan bir el işareti
yaptı:
- Bunlar doğrudur. Mutluluk saklanamaz. Mutluluk insanın içinden sızar,bir
yerlere girer, orayı değiştirir. Bir de kokusu vardır. Bilir misin mutluluk kokar.
- Mutluluğun kokusu mu?
Doğrusu duymamıştım.
Dostum anlayışla baktı:
- Doğrudur, duymamışsındır. İnsanlar pek fark etmezler. Oysa, her ruh
halinin kendine özgü bir kokusu vardır. Eğer insanlar koku duygularını
kaybetmeselerdi, bunları da bilirlerdi. Ama bir çok şey gibi bunu da kaybettiler.
- Yani, önceden biliyorlar mıydı?
- Elbette, biliyorlardı. Bak hayvanların birbirleriyle iletişim
kurmalarında koku nasıl önemli bir rol oynar.
- Evet ama konuşamadıkları için. Dostum biraz sabırsız, sözümü kesti:
- İnsanlar konuştukları için artık kokuya gerek duymuyorlar değil mi?
Şimdi sen bana insanların konuştuklarını mı söylüyorsun?
Artık yanıt vermiyordum. Dinlemeyi sürdürdüm.Dostum:
- Sen de biliyorsun ki insanlar gerçekte konuşmuyorlar. Konuşur gibi
yapıyorlar. Öğrendikleri sözcükler var. Birbirlerine onları söylüyorlar.
Gerçekte çok azı, çok az zaman için konuşuyor. Onlara da dikkat et, duygu
sözcükleri yoktur. Birbirlerine söylemeleri gereken sözleri
söylerler., Onun için de çoğunlukla birbirlerini dinlemezler. Gerçekte
konuşmayan,gerçekte dinlemeyen insanlar iki önemli iletişim aracını da kaybettikleri
için artık anlaşamıyorlar. Koku ve dokunma. İşte gerçek iletişimin iki yolu.
İnsanlar ikisini de unuttu. Onu biraz kışkırtmayı denedim.
Şimdi insanların birbirlerini koklamalarını mı söylüyorsun?
Umutsuz ve kırgın bir bakışla baktı:
- Keşke ne dediğimi anlasalardı da söyleseydim. Koklamak, öyle incelikli
bir duygudur ki, bugünün insanına öğretilmesi gerekir. Zavallı koku
alma duygumuz. Öylesine kötü kokularla bozuldu ki, yeniden eğitilmesi
gerekiyor. Biliyor musun, insanlar insan kokusunu bile alamıyor. Bir
kadının kokusu.
Bir erkeğin kokusu. Çocuğun kokusu. Yaşlı insanın kokusu. Umudun
kokusu. Bezginliğin kokusu. Hayata kırılmanın kokusu. Mutluluğun kokusu.
İnsanlar bütün bunları unuttular. Dokunma da öyle insanlar bunu da unuttu.
Bir elin el üstüne konması. Bir omuzun omuza dayanması. Bir sırtın sırta
dayanması. Ayakların birbirine sarılması. Bedensel dokunma. Unuttuğumuz ne
çok şey var.
Günümüz insanını savunmak istedim:
Ama sözcükler var, yazı var. Belki o yüzden unutmuşuzdur.
Dostum biraz dalgınlaştı:
Evet yalanların aracı sözler, yalanların aracı yazılar. Bir türlü
içimizden geleni söylemeyi, yazmayı bilemediğimiz için yalanlarımızın
aracı olanlar.
Beden yalan söylemez, dokunuşun yalan söylemez. Bunlar gerçekleri iletir.
Sadece gerçekleri.
Parfüm dünyasının gerçek bir uzmanı şunları söylemişti:
Parfümler doğanın verdiklerine insan ustalığının katılmasının ürünüdür,
ama hiçbir parfüm kadın tenine değmeden gerçek bir koku değildir.
Parfüme kişiliğini veren, kadının özel ten kokusudur. Onun içinde parfüm
her kadında birbirinden farklı özellikler kazanır. Parfüm sürmenin
ustalığı, bu karışımın oluşmasına yardımcı olacak ölçüde biçimde sürmeyi bilmektir.
Böyle sürülmediği zaman kadın sadece parfüm kokar, ama sürmesini
bilen kadının kendisi kokar. Önemli olan da parfüm değil, kadının özel kokusudur.
Bu özel kokuyu kadının kadının giydiği eşyaların durduğu gardropta,
çamaşırlarında, özel yerlerinde bulabilirsiniz. Dikkat edin özel
kokusunu tanımadığınız hiç bir kadını gerçekte tanımış sayılmazsınız. Ne
yazık ki insanın kokusuna önem vermeyi bilmiyoruz. Sonra bir gün
"mutluluğun kokusunu" tanıyacaksınız. Tenin hafifçe pembeleştiğini göreceksiniz.
Güneşin ilk ışıklarına eşlik eden tozpembedir bu. Mutluluğun biraz utangaç,
biraz ürkek, biraz çekingen başlayan, ama sonra cesaretle yayılan,
güç veren, kendini duyuran özel pembesi. Bu pembeliğin üzerine dikkatle
bakacaksınız. Orada buğulu bir nemlenme göreceksiniz. Hep uçan,hep
havaya karışan, hep yenilenen uçucu bir nemlenme. Görenlere Sende bir
şey var, aşıksın galiba dedirten bir bahar tazeliği, filiz tadı. Yaklaşın o tene.
Yaklaşın ve mutluluğun kokusunu duyun. Birbiriyle uyum içinde binlerce
kokunun süzülmüş kokusunu duyun. Pembeden eflatuna, deniz mavisinden
güneş sarısına değişen gökkuşağı renklerindeki özel kokuyu. İnsanı
rahatlatan, dinlendiren, coşturan, kıpırdatan, susturan, konuşturan
mutluluk kokusununu duyun. Dünyanın en güzel kokusu budur. Bebeğin
annesinden aldığı koku budur. Annenin bebeğinden aldığı koku budur. Seven
insanın sevilen insandan aldığı koku budur. Ama bu koku kendiliğinden
olmuyor. Buna emek vermek gerekiyor. Sabahların, gecelerin, günışıklarının
birbirine karışması gerekiyor. Umutsuz günlerde, umutlu günlerde
birbirinin değerini bilmek gerekiyor. mutluluk kokusudağlarda, ırmaklarda
değil. Bu koku yalnız insanda. İnsanın insan da yarattığı koku bu. İnsanı insan
kılmanın kokusu. Sevginin kokusu. Güvenin kokusuİyi ki sen varsın ın kokusu.
Keşke şimdi yanımda olsaydın ın kokusu. Seni Seviyorum un
kokusu. beni seviyor un kokusu. Bir gün mutluluğun kokusunu tanıyacaksınız.
Ozaman daha da mutlu olacaksınız, biliyorum.
BIR SAATLIK DOST (GERCEK BIR HIKAYEDIR)
Hizli bir calisma temposunun ardindan saatin bes oldugunu kat nobetini
devretmeye gelen hemsire arkadaslar sayesinde fark etmistik. Yogun bir
servisti calistigim servis cocuk servisleri hastanelerin en yogun ve
gurultulu olan servisleridir. Artik gunun yogunlugu gecmis servis sessiz bir
hal almisti aksam tedavilerini henuz bitirmis ofiste cay icmeye gitme
telasindaydim. Cunku gunun ilk cayini icme firsati yakaladim diye kendi
kendime dusunuyordum. Kep dagilmis sac bas karismis yorgun bitkin bir
haldeydim
tedavi odasindan ciktigimda.Aynada kendimi taniyamadim ofise geldigimde
hemsire odasinin telefonu caliyordu.Oturdugum yerden buyuk bir guclukle
ayaga kalktim ve telefona gittim karsidaki ses acilde trafik yaralilarinin
oldugunu iclerinde cocuklarinda bulundugunu damar bulamadiklarindan dolayi
acile yardima gelmemi soyluyordu. Tum yorgunlugumu unutmus hizla acil
servisine yonelmistim ki diger telefonda nobetci hekimin icapci beyin
cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki
tartismasini duydum. Nobetci hekimin sesi ortaligi cinlatiyordu:
- Ne yapalim? Birakalim olsun mu bu insanlar? Gelmek zorundasiniz!
- Gittiginiz davet beni ilgilendirmez! Nobet degistirseydiniz cok onemli bir
davetti madem.
- Siz Hipokrat yemini etmediniz mi ?
Konusma boyle surup giderken gelen asansore binip kosarak acil servisine
gittim. Her yer kan revan icinde aglayan kosusturan yakinini bulmaya calisan
bir yigin insan vardi bu kalabalikta saglikli bir is nasil yapilirdi
bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma gayretini
gosteriyordu. Acil serviste yatak kalmamis sedyelere insanlar yatirilip ilk
mudahale yapilincaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel yerine
hastalari yukari sevk edilen servise aileleri cikartiyordu. Onca kazazede
icinde basinda kimsesi olmayan ama durumu da oldukca agir 15-17 yas arasi
bir genc vardi gerekli mudahalesi yapilmis fakat sevk edildigi beyin cerrahi
hekimi henuz gorev yerine gelmedigi icin orada bekletiliyordu. Kendime ait
serum ve tedavileri uyguladiktan sonra o cocugun basina gidip konusmaya
basladim, konustuklarimi anliyor fakat cevap veremiyordu. Hayatinin son
anlarini yasadigini goruyor ve yalniz oldugu icin korkunc derecede
uzuluyordum onu orada yalniz birakamiyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken
acil servis bosalmis tum hastalar gerekli servislere dagitilmisti. Genc
iyice kotu olmustu ellerimi simsiki tutuyordu birakma dercesine gozlerinden
yaslar suzuldukce kendimi bende tutamaz hale gelmistim egildim yanaklarindan
optum.
- Birakmayacagim seni sakin ol uzulme sakin diyordum Hic tanimadigim daha
once hic gormedigim bu insana anlatilmaz bir yakinlik hissediyor sanki onun
acisinin aynisini cekiyordum. Cok aci cekiyordu hem yalnizligindan hem de
gecirmis oldugu beyin travmasindan. Ne kadar sure daha onunla kaldigimi
hatirlamiyorum o artik aramizda degildi bu dunyayi terk etmisti ve ben
gelmeyen doktoru sucluyor icimden lanetler
yagdiriyordum. Derken beyin cerrahi hekimi gelmisti hastanin daha dogrusu ex
(ölmus) gencin uzerindeki carsafi almami soyledi. Carsafi kaldirdigimda
doktorun hic bir sey soyleme firsati olmadan yere dustugunu gordum .Ne
oldugunu anlamaya calisiyordum
yemekli bir davetten gelmisti acaba cok mu sarhostu ya da kalp krizimi
geciriyordu diye dusunurken diger hekim arkadaslari olaya mudahale
etmislerdi bile. ölen o gencecik insanin babasiydi bu doktor ve kendi
evladinin tedavisi icin cok gec kalmisti ne yazik ki. kotu gunde oglunun
acisiyla felc gecirmis ve gorevine yeniden donememisti.
Seni yeniden andim KEREM ruhun sad olsun hayattaki bir saatlik dost..
bana yillardir yasattigin tecrubeyle dost kalan dost.1986
YAŞAMAYA VAR MISIN ?
Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldun insanoğlu? Taptaze ışıklarının tüm vücuduna yayılmasını ne zaman izledin kendinde? Bir sonbahar sabahı o ılıklığı ne zaman hissettin yüreğinde?
Bizler aslında bize her günün bir lütuf olduğunu anlamayacak kadar duyarsız bir şekilde geçip gidiyoruz bu hayattan. Hanginiz sabah gözünü açtığında şunu dünyaya tekrarlıyor: "Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum. Gözlerim açık, ilk nefesimi bilinçli bir şekilde çektim içime. Bu bir ayrıcalık! Bugün özel bir gün, evet, bugün bana bir gün daha yaşama şansı verildi..."
İnsan yaşamında ne sorunlar var ama biz o kazağı alamadık diye bütün günü o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz veya sevgilimiz sevgimizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz veya sular kesildi diye, hava soğudu diye bütün gün kendimize ve sevdiklerimize surat asıyoruz.
Bir de şöyle düşünelim: Siz başlı başına bir yaşamsınız ve hayatta telâfi edilemeyecek tek şey ölümdür. Sular elbette gelecektir. Soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz. Sevgiliniz sizi anlamıyorsa aslında sevdanıza layık olmadığını pekalâ algılayabilirsin...
Peki, bu hayata ne zaman gülümseyeceksin? Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın? En sevdiğin çiçeği neden hâlâ başkalarından bekliyorsun? Bugün kendine niye o çiçeği almıyorsun? Neden miskinliğinden bir sabah ödün verip de doğanın uyanışına kendini şahit etmiyorsun? Unutma ki bu hayatı güzelleştirecek olan da, çekilmez hale getirecek olan da sensin. Sakın başkalarını suçlama...
Haydi artık her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir nefes çek ve bütün gün verdiğin her nefesin içine bu gülümsemelerden katarak etrafındaki tüm canlı varlıkları varlığından haberdar et.
Hayata öylesine gelme ve de öylesine gitme. Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında onun kalp atışlarını duyabilecek kadar duyarlı yaşamak senin elinde.
Her ne olursa olsun, tanı veya tanıma ama günaydınını ve gülümsemeni hiçbir canlıdan eksik etme.
Unutma sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve bu yüzden bile varlığın çok özel.
Evet insanoğlu, bugün YAŞAMAYA VAR MISIN?
BİR ŞİŞE SERUM
İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. İlerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa… Ya… Ya… O hiç gelmezse… Bütün ümidi, bütün tesellisi oğlu, bir tek oğlu ölmüşse…
Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da…
Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü.
- Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı… Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı… Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse… Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu… O, bu sesi, bu melum sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı…
Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı.. Çıktı… Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuşuyorlardı… Ameliyat çadırına doğru ilerledi… İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle:
- Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı?
Arkadaşlardan biri cevap verdi:
- Pek de yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış… Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım…
- Ya?.. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tatanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede?
- Pansumanda!
Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra "Oğlum! Oğlum!" diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular… Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu… Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birden bire masaya koştu… Hırıltılı bir sesle:
- Berbat, pis bir yara! Diye söylendi… Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu… Geniş bir nefes aldı… Gözlerinin içi gülüyordu… Şimdi yanlız bir tehlike vardı, tatanos tehlikesi… Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra… Heme arkasını döndü ve eczacıya:
- Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe…
Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça:
- Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul'a yazdık, daha…
O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serumun bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti… Seruma muhtaç iki yaralı var. Buna mukabil bir tek şişe… Birisi mülazım, diğeri miralay… Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası… Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı… Hem de zaten, miralay dururken, "Serumu oğluma yapın," dese sözünün hükmü olacak mıydı?
Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler… O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu… Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle:
- Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı…
On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tatanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstıraplarla kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağızı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilemez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan duradur dağlara doğru uzaklaştı.
O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler.