Fıtrat hep tatlı söyler

Sönmez Artan
- s.artan@turk.net



En fıtri ve en doğru dil; tatlı dildir. Eğer dilimiz bu

kadar yumuşak olmasaydı konuşmak da, lokmaları çiğnemek de büyük bir

ızdırap ve işkence olabilirdi. Görüldüğü gibi dilimizin maddi

yumuşaklığında bile tatlı neticeler var. Bir başka anlamda yumuşaklık

ve tatlılık dilin fıtratında var. Gerçekten de tatlı dilin bize ne

kadar yakıştığını fark edebilsek mesele kendiliğinden çözülmüş

olacaktır. Bu dil aslında bütün bir kainatın ortak dilidir. Bu dil

bize bütün kainatın kapılarını açan ve önümüze seren bir fıtrat

dilidir.


Bütün mevcudatın kendine has bir dille hepimize bir

şeyler anlattığını, beyin paraşütümüzü biraz açmaya çalıştığımızda

anlamamız mümkündür.


Örneğin, bir kelebeğin kanatlarını açarak gösterdiği

muhteşem güzellikler içinde sonsuza açılan bir pencereden, “ya

Müzeyyin” diye göz kırparak süzülmesi...


Toprak altındaki bir çekirdeğin, “ya Fettah” diyerek

patlamasıyla, içindeki programla birlikte esma pırıltılarını

gözlerimizin önüne sermesi...



Ve gözlerimiz... hakkında bildiklerimizin

bilmediklerimize kıyasla bir hiç olduğu gözlerimiz... Mesela; şu son

cümleyi okuduğumuzda gözlerimizde yüz milyar işlemin yapıldığını

düşünürsek ve çok basit ve sıradan gibi algıladığımız sayısız hadise

ve fiillerin ne kadar muhteşem ve mucize olduklarını fark ettiğimizde

o büyük manaların nasıl tatlı bir dille, nasıl güzel bir üslupla

anlatıldığını biraz biraz çözmeye başlarız sanırım.


Ve o esrarlı kalp gözümüzün açılıp dilinin çözülmesiyle

birlikte, kainatın da dili çözülüverir birden. Bir gül goncası gibi

açılıverir kainat; içindeki o güzel kelime ve cümlelerin gül gibi

manalarını, gül-ü Muhammedi gibi yayarken en ücra köşelere... Bir

karınca, bir arı, bir sivri sinek hasılı; içindeki bütün misafirlerle

birlikte saniyede yaklaşık otuz kilometre hızla, döner durur şu mavi

gezegen, geçtiği yerden bir daha geçmemek üzere... ve o mavi

gezegenin içinde öyle dikkatli bir seyirci, şerefli bir halife,

esmaya cami bir ayna vardır ki; kainat ağacı o çekirdeğin

hakikatından ve nurundan yaratılmıştır. İşte bu sebepten Kur’an-ı

Hakim semaya eşdeğer tutar arz dediği mavi gezegenimizi.


Kainat bize bu manaları ders verirken hiç kızmıyor, hiç

küsmüyor, hiç bıkmıyordu... Tatlı dilliydi, yumuşak sözlüydü. Bir

hakikati defalarca izah ve tekrar edebiliyordu, hem de farklı

güzellikler ve hazineler içinde. Bıktırmadan, usandırmadan...


Öncelikle bir nizama, bir ölçüye tabi idi her şey.

Hiçbir şey kendisine verilen vazifeyi ihmal etmiyor ve emirden de kıl

kadar sapmıyordu. Sultan-ı kainata itaat tamdı.


Örneğin, su; sıfır santigrat derecede, şartlar

oluştuğunda, o metin ve sert demiri bile parçalıyor, adeta genişlen

emrine itaatini ve inkıyadını gösteriyordu. Ve metin demir onun

önünde direnemiyor, duramıyordu. Ama aynı zamanda da rahmet olup

yüzümüzü ve kalbimizi; çağlayan olup gözümüzü, kulağımızı ve

duygularımızı; ab-ı hayat olup kavrulan dudağımızı ve ruhumuzu; bütün

bunlarla birlikte aklımızı da okşuyordu su. Hasıl-ı kelam; her

yönümüze hitap etmesini biliyordu su. Hem de yüz binlerce kalbe,

milyonlarca akla arz-ı endam ederek...


Evet, kainatta her bir mevcudun kendine has bir dili

vardı ve bu dil hakikati ayna gibi gösterip, ihtiyarı da elden

almadan; müessir, yumuşak, kendi kabiliyetince ve mükerrer olarak

akıllara, kalplere, ruhlara ve duygulara hitap eden efsunlu bir

dildi. Öyle ki; bir İngiliz’in de, Fransız’ın da, Amerikalının da,

Çinli’nin de, Hintlinin de yabancı ve bigane olmadığı bir lisandı bu.


İşte talebelerini kainatla kucaklaştıran ve mevcudata

ünsiyetle kardeş eden Kur’an-ı Hakim, bize aynı lisanla konuşmayı

emrediyordu. Kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı ve sair latifelerimizi bu

lisana aşinalık kazandıra kazandıra... Çünkü, hiçbir bozulmamış kalp;

sahte ve kokuşmuşa tahammül edemezdi. Hiçbir bedbaht olmayan ruh ve

vicdan; faniye, iğrence ve aşağıların en aşağısına razı olmazdı. Ve

hiçbir akl-ı selim; iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, sıdk ile

kizbin arasındaki uçurumun derinliğini tefrik edemeyecek kadar

muhakemesiz ve pest olamazdı; zira, fıtrat konuştuğunda her vicdan

sahibi susardı ve dinlerdi.


Bu dile yabancı olanlar, hayatta yenilmeye mahkumdu.

Semavatın ve arzın Rabbi olan Allah’ın, Adetullah veya Sünnetullah

dediğimiz kanunlarından sadece birine; örneğin, yer çekimi kanununa

muhalefet eden bir adam, nasıl ki boğaz köprüsünden düşüp

parçalanıyorsa, sosyal hayatta fıtrata muhalefet de bizi aynı sonuca

götürüyordu... Örneğin, sadaka vermeye gücü yetmeyenlere, sadaka

sevabı ile birlikte sosyal hayatta muvaffakiyeti de kazandıran

gülümseme gibi basit ve fıtri bir fiil, somurtkanlık gibi sun’i bir

fiille değiş tokuş edildiğinde; o boğaz köprüsünden düşüp parçalanan

adam gibi, sosyal hayatta da sahibini manen parça parça ediyordu.

Gıpta ile haset, ihlas ile riya, kibir ile vakar, tevazu ile zillet ,

hırs ile kanaat, muhabbet ile husumet, ihtilaf ile ittifak ve benzer

kavramlar da kendi aralarında yer değiştirdiğinde, fertteki ve

toplumdaki parçalanmalar da kaçınılmaz olacaktı; çünkü, fıtrata

muhalefet söz konusuydu...


Velhasıl; irade sıfatından gelen emirler kainatta ne

ise, kelam sıfatından gelen emirler de Kitab-ı Ezeli olan Kur’an için

oydu. Çünkü, her şeyin ve herkesin Halikı ve Rabbi unvanıyla, Fatır

isminin tecellileriyle konuşuyordu; çünkü O, Rabbü’l-alemin idi...

İşte O Rabbü’l-aleminin bize gönderdiği kitap bunun örnekleriyle

doluydu.



Yüz on üç surenin her birisine -bir hikmete binaen

tövbe suresi hariç- besmele ile başlayan Kuran-ı Hakim, bizim de her

işimize; nefsani ve şeytani olan; kinle, öfkeyle, şiddetle,

sertlikle değil; aklın ve kalbin Rahmani dengesini yakalayan ve bir

anlamda; dünyadaki nimetlerin ism-i Rahmanda, ahiretteki nimetlerin

de ism-i Rahimde tecellilerini bulduğu bu Rabbani mizan ve niyetleri

ifade eden; Allah’ın adı ile başlamamızı, öncelikle nefsimizi ve

enemizi değil, Rabbimizi ve hüveyi görmemizi istiyor Kelam-ı Ezeli...

Zira nefsine sözü geçmeyenin, kendi buzunu eritemeyenin, başkasına

tesir etmesi, başkasının buzunu eritmeye çalışması beyhudedir.

Bilmeyen emr-i bi’l-marufu yapamaz; anlamayan anlatamaz; ikna olmayan

ikna edemez. Hasıl-ı kelam; küpün içinde ne varsa dışına da o sızar...


Bir başka ibretli örnek Cenab-ı Hakkın Musa

aleyhisselamı Firavuna gönderirken verdiği emirdir. Son nefesine

kadar hakkın temsilcisi olan Hz. Musa’yı yakalayıp yok etmeye çalışan

Firavun, Kızıldeniz’in suları arasında boğulacağını anlayınca;

“İsrailoğullarının kendisine inandığı, Ondan başka ilah olmayan

Allah’a inandım. Ben ona teslim olanlardanım.”1 dediğinde, kendisine

Cebrail (a.s.) gönderilerek; sihirbazlar Allah’a iman ettiğinde,

“Nasıl olur da ben size izin vermeden Musa’ya iman edersiniz?”2 ve

milleti toplayarak onlara “En üstün sahibiniz ve ilahınız benim”3

diyen Firavun’a, “Şimdi mi iman ettin?”4 şeklindeki suale muhatap

kılınmasına ve zulümde kırdığı rekorlara rağmen, Rabbi Rahimimiz Hz.

Musa’yı küfrü ve zulmü tescilli olan Firavuna gönderirken, kavl-i

leyyin ile yani yumuşak ve tatlı dille tebliğ etmesini emretmiştir.

Zira, iman teklifi iktiza eder. Tekliften başka bir şey olmayan

tebliğ makamı ise, nefsin ve hissiyatın karışmaması gereken ulvi bir

makamdır.


Evet, bir başkasına bir hakikati tebliğ ederken

nefsimizin ve enaniyetimizin Firavunluklarının ve Karunluklarının da

kırılmasını istemektedir Rabb-i Rahimimiz... Ve Firavuna yakışanı

değil, Musa’ya yakışanı emrederek...


Peygamber Efendimize; “Rabbinin yoluna hikmetle çağır.”5

,“Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın şüphesiz etrafından dağılır

giderlerdi.”6 ,”Sen onlar üzerinde zorlayıcı değilsin.”7 ,

“Peygamberin vazifesi ancak tebliğdir.”8 Diye buyuran Rabbimiz, bir

ömür boyu nimetler içinde yüzdürmesine rağmen isyan bataklıklarına

gömülen kullarına bile mühlet verip anında cezalandırmıyorken; bize

ne oluyor ki, marufu layıkıyla yapmadığımız halde ve içinde

yaşadığımız toplumun yüzde sekseni mütehayyir olarak bir ışık, bir

nur aramalarına rağmen onları Firavundan daha zalim, kendimizi de Hz.

Musa’dan daha mı yüksek görüyoruz?... Bu referansı aldığımız kaynak

semavi ve ilahi mi, yoksa arzi ve nefsi mi?..


Biz nasıl bir dille anlatıyoruz acaba inandığımız

doğruları?... Nefsimizin doğruları olarak mı, yoksa nefsimizin teslim

ve tabi olduğu doğrular olarak mı?... Eğer biz Musa aleyhisselamın

tabi olduğu hakikatleri, Firavunlara yakışır bir dil, yöntem ve

üslupla anlatıyorsak; birileri de Firavunun tabi olduklarını,

Cenab-ı Hakkın Hz. Musa’ya emrettiği kavl-i leyyin üslubu ile

anlatıyorsa; hiç şüphemiz olmasın ki, Hakim-i mutlak; meşru hedefine

gayr-i fıtri ve rızay-ı ilahiye muhalif vasıtalarla koşanları değil,

hedefi batıl ve gayr-ı meşru da olsa o hedefe meşru, fıtri vasıtalar

ve Rabbü’l-aleminin kainatta cari olan kanunlarına muvafık hareket

ederek koşanları muvaffak edecektir.

1. Yunus: 90

2. A’raf: 123; Taha: 71; Şuara: 49.

3. Naziat: 24.

4. Yunus: 91.

5. Nahl: 125.

6. Al-i İmran: 159.

7. Ğaşiye: 22.

8. Maide: 99; Nur 54; Ankebut: 18


--------------------------------------------------------------------------------