Mü'minler arasında asla kopmayan tesanüt bağları

“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah, O’nun elçisi, rükû ediciler olarak namazkılan ve zekât veren mü'minlerdir. Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost(veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.” (Maide Sûresi, 55-56)

Rablerine iman eden, ahiretin varlığına kesin bir bilgi ile inanan mü'minlerin kuşkusuz en önemli vasıfları, daima birlik ve beraberlik içinde olmaları ve çok güçlü bir tesanütle birbirlerine bağlanmalarıdır. İman edenler ve yalnızca birbirlerini veli edinenlerin asla sarsılmayan beraberliğinin kaynağı kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu ve iman coşkusudur. Onlar, ilâhları bir, amaçları bir, yolları bir olanlardır. Yalnızca Cenâb-ı Allah’a kulluk etmek ve O’nun rızasını kazanmak için biraraya gelen ve sırat-ı müstakimden ayrılmadan dosdoğru ilerleyen insanlardır. Rahman olan Allah’ın rahmeti ile, her nerede olurlarsa olsunlar biraraya getirdiği ve kendisine yakın kılmakla şereflendirdiği en üstün kullarıdır.

Kuşkusuz iman edenler arasındaki tesanütün ne kadar güçlü olduğunun en güzel örnekleri Peygamber Efendimiz (a.s.m.) zamanında yaşanmıştır. Resulullah ve onunla birlikte cihad eden mü'minlerin her türlü zorlukta, sıkıntıda, savaşın kızıştığı anlarda birbirlerine olan yakınlıklarının kat kat artması bunun önemli bir göstergesidir. Mekke’nin inkârcıları zorluk anında mü'minlerin dağılacağını, aralarındaki birliğin bozulacağını zannettiklerinden dolayı Peygamber ve onunla birlikte olan mü'minlerin dağılması için ellerinden gelen her türlü yöntemi denemişler, çeşit çeşit hileli düzenler kurmuşlardı.

Mekke’nin inkârcıları Müslümanların dağılması, birarada olmamaları için haklarında yalan haber yayarak, onları evlerinden, yurtlarından çıkararak, ticaret yapmalarını engelleyerek bunu başarabileceklerini zannettiler. Çünkü onlar müminlerin arasında bir menfaat ilişkisi olduğuna ve bu menfaat bozulduğunda aralarındaki birliğin de bozulacağına inanıyorlardı. Ne var ki her türlü ortam ve şartta, başlarına gelen her zorlukta, inkâr edenler mü'minlerin birbirlerine daha da kenetlendiklerine, ihlâslarının, şevklerinin kat kat arttığına şahit oluyorlardı. Nitekim inkâr edenlerin hiçbir zaman anlayamadıkları ve asla kavrayamayacakları yegâne şey ehl-i imanın birbirlerine olan bağlılığı idi. Bunun aslında Allah’a olan bağlılık olduğunu ve ölene kadar devam edeceğini ise idrak etmeleri mümkün değildi.

İman edenlerin, yani Rablerine gönülden bağlanarak biraraya gelen bu insanların arasındaki kuvvetli bağ, birbirlerini ahiret kardeşi olarak görmeleri ve hem dünyada hem de ahirette birarada olmaya niyet etmelerinden kaynaklanır. Bu nedenle tüm mü'minler, diğer mü'min kardeşini kendi nefsinden üstün tutan, her zaman onun ahiretini düşünerek veliliğini yapan ve yine her durumda destek olarak yardım eden benzersiz bir ahlâk içerisindedirler. Bu yüksek ahlâkın elbette onlar için çok büyük faydaları vardır. Bediüzzaman’ın da söylediği gibi aralarındaki güçlü tesanüd, müminlerin ehl-i küfre karşı olan gücünü, etkisini kat kat arttırır ve onlara galibiyet verir:

“..Haklı şûra ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor... Hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şura-yı şer’i ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.” (Hutbe-i Şamiye)

Rahman olan Allah’ın kalplerine sabrı ve kararlılığı rabtettiği, ayaklarını sağlamlaştırıp, imanlarını güçlendirdiği bu takva sahipleri, Allah’a verdikleri sözden ve birbirlerine gösterdikleri sadakatten hiç bir zaman taviz vermemişler ve böylece kendilerinden sonraki mü'minlere örnek olmuşlardır. Öyle ki peygamber ve onunla birlikte inkâr edenlere karşı mücadele eden muttakiler, yaptıkları savaşta öldürüldükçe iman edenlerin kararlılıkları ve azimleri güçlenmiş, birbirlerine olan derin bağlılıkları daha da pekişmişti. Mü'minler başlarına gelen her zorlukta Allah’ın kendilerine vadettiğinin hak olduğuna, dosdoğru yol üzerinde olduklarına şahit oluyorlardı. Rahman olan Allah mü'minlerin gösterdiği bu kararlılığı ve sarsılmayan sadâkati şu hikmetli âyet-i kerimesi ile bildirir:

“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resulü’ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (Hucurat Sûresi, 15)

Mü'minlerin Cenâb-ı Allah’a karşı sevgileri ve kalplerinde hissettikleri saygı dolu korkuları öylesine güçlüydü ki sahip oldukları tüm mallarını infak etme ve hatta canlarını da verme talebiyle Resulullah’a biat ediyorlar, Rablerinin tüm bunları kabul etmesi için can-ı gönülden dua ediyorlardı. Cenâb-ı Allah’ın kendilerini mü'min olarak seçmiş olması, kalplerine güven ve huzur duygusunu indirmesi onların Rablerine olan teslimiyetlerini ve aralarındaki kardeşlik bağlarını arttırıyordu.

Küfredenler büyük bir aldanış içinde iman edenleri ayırmak için her tuzak kurduklarında bu tuzak kendilerine dönüyor, Peygambere itaati ve imanı kalplerine yerleşmiş olan mü'minleri dağıtmanın imkânsız olduğuna şahit oluyorlardı. İnkâr edenler mü'minleri öldürerek onları birbirinden ayırmaya, tesanütlerini bozmaya kalktıklarında ne kadar büyük bir gaflet içinde olduklarını anlayamıyorlardı. Zira Cenâb-ı Allah kendi yolunda cihad eden peygamberlerini ve salih mü'minleri yüksek bir mertebe ile ödüllendirecek, onları altlarından ırmaklar akan Adn cennetinde ağırlayacaktır.


Serap Akıncıoğlu, Yeni Asya, 1 Haziran 1998

--------------------------------------------------------------------------------