Bayram Yüksel ağabeyin, Necmeddin Şahiner'in yazmış olduğu "Son Şahitler" isimli kitabında yayınlanmış tarihçe-i hayatından kesitler (IV):
31. "Jip almaya karar verdik"
"Mübarek, mualla Üstadımız Isparta civarında gezerken çok yorulurdu. Dönüşünde bize,
'Beni düşünemiyorsunuz, ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam, vasıta bulun' derdi. Bizler
de vasıtayı her zaman bulamazdık. Mübarek Üstadımız ise, hergün gezmek istiyor. Bazı
günler vasıta buluyoruz, bazı günler de bulamıyoruz, yani parasızlıktan bulamıyoruz.
Bulduğumuz vasıtaların yarısını da, Allah rahmet eylesin, kahraman Tahirî Ağabeyimiz temin
ederdi.
Üstadımızın ruhunda bir cevvaliyet vardı. En uzak yerlere gitmek ister, yüksek
tepelere, tenha yaylalara, ağaçlık yerlere gitmek arzu ederdi. Bazen, 'Emirdağ'a gideceğim'
derdi. Otomobilciler de fazla para isterdi. Üstadımıza, bu kadar para istiyor dedimizde
iktisadına muhalif olduğu için müteessir olurdu. Gezmezse rahatsız oluyor, gezmeyi çok
arzuluyordu. Çoğu zaman ayakları ağrıyordu. Bizler de Üstadımızın dizlerini, ayağını
ovalıyorduk. Mübarek, muazzez Üstadımızın gözlerinden yaşlar geliyordu. Üstadımızın bu hali
bizleri fazlasıyla müteessir ediyordu, ne yapacağımızı şaşırıyorduk. Üstadımıznı bu hallerine
tahammül edemedik.
Merhum Zübeyir Ağabey, merhum Tahirî Ağabey, merhum Ceylân
Ağabeyle beraber meşveret ettik. Emirdağ'dan Osman Çalışkan Ağabey ve Mehmet
Çalışkan Ağâbey, İnebolu'dan Çelebi Ağabey, Isparta'dan Rüştü Ağabey, Çolak Nuri
Ağabeylerle beraber konuştuk. En ucuzundan bir araba almaya karar verildi. Bu kararı
Üstadımıza söylersek kabul etmezdi. Ağabeyler şöyle bir karar verdiler. 'Üstadımıza şimdilik
bir jip alalım' dediler.
Emirdağ, İnebolu ve Isparta Nur Talebelerinin himmeti ile on sekiz bin
liraya bir jip alındı. Emirdağlı Mahmud Çalışkan kardeşimiz de şofördü. Onu Isparta'ya
getirdik. Arabayı Mahmud'un üzerine yaptırdık. Mahmud hem piyasada çalışıyor, hem de
Üstadımıza hizmet ediyordu. Kendine hizmeti esnasında Üstadımız benzin parasını verirdi.
Ehl-i dünya da fazla şüphelenmedi. Çünkü Mahmud piyasayada çalışıyordu. Üstadımıza rica
ettik. Üstadım Mahmut Isparta'da çalışacak, sizi'de istediğiniz zaman gezdirecek. Mahmut
bizim yanımızda kalsın' dediğimizde 'Üstadımız kabul etti ve Mahmud da bizimle beraber
kalmaya başladı. O zaman Üstadımız biraz rahatladı. Bu jiple bir sene devam ettik. "Arabayı
değiştirdik
Türkiye'de o zaman, malûm, yollar çok bozuktu. Asfalt filan yoktu, yine aynı
ağabeylerle meşveret edildi. Jipi satıp bir taksi almaya karar verildi. Jipi on dokuz bin liraya
sattık. On bin lira da ödünç para bulduk. Yirmi dokuz bin liraya 53 model Chevrolet araba
aldık. (Boyacı Hüsnü Efendi, Mahmud ve Ceylân kardeşlerle beraber, Ankara'dan aldık.)
Araba yine Mahmud Çalışkan'ın üstünde idi. Bilahare Ceylân Ağabey şoför oldu. 1958'de
Ankara hapsinden çıktıktan sonra Üstadımız bana, 'Keçeli, keçeli, benim şoförüm sen olman
lâzımdı' dedi. Ben de 'Üstadım on beş gün izin ver, ben şoförlüğü öğrenirim' dedim. Üstadımız
da, 'Sana bir ay izin veririm, öğren' dedi. Ben de Samsun'a gittim. Samsun ve Bafra'da
çalıştım. Bir ayda şoförlüğü öğrendim. Sinop'tan ehliyet aldım. Bir kaç sefer imtihana girdim.
Direksiyondan verememiştim.Son gün Üstadımı rüyamda gördüm. Bana yarım bir ehliyet
verdi ve ertesi gün çok güzel muvaffak oldum.
1958'de Hüsnü kardeşimiz de askerlik yaparken şoförlüğü öğrendi. Ceylân Ağabey de şofördü. Ceylân Ağabey çok şakacı, latifeci ve zeki idi. Isparta'dan Emirdağ'a gelirken, 'Ben sizden hem eskiyim, hem de şoförlükten ustayım, yolun yarısına kadar ben kullanacağım, yarısından sonra da siz kullanacaksınız' diye latife etti. Ben de yeni öğrenmiştim.
"Seni şoförlükten men ettim"
Birgün Emirdağ'dan Çifteler'e kadar arabayı ben kullandım. Çifteler'e Üstadımıza kar almaya gitmiştim. Arabayı şehrin ortasına koymuştum. Arabada Zübeyir Ağabey, Ceylân Ağabey, Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın yanında idi. Ben gelinceye kadar, halk toplanmış, fazla kalabalık olmuş, ben geldiğimde Üstad hiddet etti. 'Bu halkı niye böyle topladın? Bu kalabalıktan ben çok sıkılıyorum. Seni şoförlükten men ettim. Sana şoförülüğe izin yok' dedi.
Mahmudiye'yi geçtikten sonra Sakarya Nehrinin kenarında yeşillik, ağaçlık bir yerde söğütlerin altında Üstadımız, bana hususî olarak bir saat ders verdi. Hüsnü ile Ceylân Ağabeyi Eskişehir'e gönderdi. Zübeyir Ağabeyi de ayrı bir yere gönderdi. Bana o zaman hususî olarak 'Evlâdım ben seni şoförlükten men ediyorum, ben sana şahsım için şoförlüğe izin vermiştim' dedi.
Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti: 'Evlâdım, Adnan Menderes gelse, 'Said, Bayram'ı
bana şoför ver de Risale-i Nur Külliyatını bastırırım' dese yine izin yok' dedi. 'İleride küçük
bir araba alacağım, beraber gezeceğiz' diye beni teselli etti. Bu sözleri ile bana çok iltifat etti.
Ben de çok fazla üzülmüştüm. Üstadımızdan Allah ebediyen razı olsun. Kim bilir şoförlük
yapsaydım, belki de kendimi muhafaza edemeyecektim. Çünkü şoförlüğe karşı çok
zaafiyetim vardı. Üstadımız, 'Seni şoförlükten men ediyorum. İleride Ceylân'la Hüsnü'yü de
men edeceğim' dedi. Üstadımızın vefat etmesine birkaç ay kala Ceylân Ağabeyin babası
araba almıştı, oraya gitmişti. Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın şoförlüğünü yapıyordu. Hattâ en
son Urfa'ya Hüsnü kardeşimiz götürdü.
Halk Partililerin dedikodusu
Sırası gelmişken şurasını da belirteyim ki: O zamanlar Halk Partililer çok dedikodu yaptılar.
Bu arabayı kim aldı? Bediüzzaman'a Menderes araba aldı. Hediye etti gibi... Çok yollardan
dedikodu yaptılar ve çoklarına sorarlar ve sordururlardı. Bu arabayı kim aldı? v.s.
O zamanlar bizi, emniyetten çok sık takip ederlerdi. Emniyetin eski bir jipi vardı. Bizi bir türlü
takip edemezdi. Birçok zaman tehdit ederlerdi. 'Fazla süratli gitmeyin ve bize gideceğiniz yeri
söyleyin, yola çıkmadan evvel bize haber verin' gibi ikazlarda bulunurlardı. Biz hiç ehemmiyet
vermezdik.
32. "Karşılıksız hediye kabul etmezdi"
Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat düsturunu
harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü, 'Benim mesleğim sahabe
mesleği, aç kalmak var, hapislik var, zahmet var, var, var...' derdi. Mübarek, muazzez Üstad
hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut bir
teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. 'Benim kaidem bozulur, bana dokunur' derdi.
Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden dahi almazdı. Üstadımızın
bu hallerini görenler, 'Kimseden hediye almıyor da nasıl geçiniyor' diye soruyorlardı. İktisat
ve bereket-i İlâhiyeye mazhar oluşunun çok hikmetleri vardı.
33. "Kağıt para taşımazdı"
Üstad kâğıt para taşımazdı. Bir krem kutusu içinde bozuk para bulundururdu. Bizler su
getirsek dahi mukabilini verirdi. Çok basit giyinir, ucuz dokumaları tercih ederdi. Onun için
masrafı olmazdı. Bizlere günde otuz kuruş tayinat verirdi. Bunlar eserlerinden alınan te'lif
hakkından idi. Bu âdet, Üstadımızın vasiyetlerinde vardı. O zaman ekmek otuz kuruştu.
Üstadımızın vasiyetleri üzerine inşaallah bu devam edecektir.
34. "Kâinatı tefekkür ederdi"
Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve
gelirken 'Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun' derdi.
Bütün mahlûklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ
yollarda köpek görse bize der; 'Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları
sadakatlarının iktizasıdır' derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddi
alakadar olur, 'Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san'atı sizlerden geri
görmüyorum' derdi.
35. "Hayvanlara karşı çok müşfikti"
Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip
koydurur, 'Hayvancıkların rahatını bozmayın' derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, 'Tavşanları
ve keklikleri vurmayın' derdi. Ve, 'Diğer hayvanları incitmeyin' der ve nasihatte bulunurdu.
Hattâ çok kişileri avcılıktan menetti.
Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırır, konuşurdu. 'Beş vakit namazınızı kıldığınız zaman, sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir. Bundan hasıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer. Bu hayvancıkları incitmeyin' diye çobanlarla çok şefkatli konuşurdu.
36. "Cemaatle namazda imamlık ederdi"
Kırlara gittiğimizde hiç boş durmazdı. Daima Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delail-i Nur,
Hülasatü'l-Hülâsa, Hizbi'n-Nuriye, Tahmidiye ve hususan Sekine'yi hiç bırakmazdı. Onu
hergün okurdu. Hattâ bazen çay içerken bile okurdu. Risale-i Nurları ya tashih ederdi veya
bizlere Risale-i Nurlardan okutur, kendisi dinlerdi. Tefekkür ederdi. Kırlara gittiğimizde en
yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de
yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık
ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, 'Sizlerdeki
gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem' derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi.
Kırlarda kuşları, böcekleri hiç incitmez ve incittirmezdi.
37. "Fareler Nurları yemezdi"
Isparta'daki evde, tavanda eserler vardı. El lambası ile eserlere bakıyordum. Fareler eserlere
zarar vermesin diye, bir de baktım Üstadımız da tavana geldi. Tavan yüksek olup,
merdivenlerle çıkılırdı. Üstad 'Keçeli, keçeli, ne yapıyorsun?' dedi. Ben de, 'Üstadım, fareler
eserlere ilişmesin diye bakıyorum' dedim. Üstadımız, 'Onlar bize ilişmez. Eğer bizde bir
kabahat olmazsa bize ilişmezler' dedi. Hakikaten fareler eserlere hiç ilişmezdi. Bazen
Nurların yanında başka mecmular ve gazete filan olurdu, fareler onları parça parça ederdi,
fakat Nurlara hiç ilişmezlerdi. Bu neviden çok hâdiseye şahit olduk. Üstadımız bu nevi
kerametleri istemediği için bu hâdiseleri yazmıyorum.
38 ."Dindar öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi"
Üstadımız, muallimler ziyarete geldikelrinde onlarla çok fazla alâkadar olurdu. 'Şu zamanın
dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum, çünkü eski zamanda dinî
terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş, muallimin iyisi çok iyi,
fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs
gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare başında,
kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-i
safilindedirler. Ortası yok' derdi.
Onun için dindar muallimlere çok ehemmiyet veriyordu. 'Eğer vaktim olsa, hergün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım' derdi. Muallimlere ders verirken merhum Hasan Feyzi, Mustafa Sungur, Abdurrahman Yüksel gibi zatları misal verirdi ve 'Sizleri de onlar gibi kabul ettim' derdi. Hem, 'Mustaf Sungur'un okuması mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfi hükmüne geçti, onun okuması maarif-i İlâhî hükmüne geçti' derdi.
39. Mektuplar
1953'e kadar Üstadımız Emirdağ'da iken muhabereyi Hüsrev Ağabey yapardı. Mektupları
Üstadımız Isparta'ya gönderir, Hüsrev Ağabey de mumlu kâğıda yazar, Sav'a gönderir,
Sav'da teksir olur, muhabere edilen merkezlere Isparta'dan gönderilir veyahut Eğirdir
vesaire yakın postanelerden gönderilir. O zamanlar çok sıkı takibat vardı. Hattâ mübarek
Hüsrev Ağabey, risaleleri teksire yazarken, yatak dolaplarında sabahlara kadar mumlu
kâğıda yazar, gece gündüz dâmia tarassut altında çalışırdı. Hüsrev Ağabeyin yanına
gelen-gidene çok dikkat ederdi. 1953'te Isparta'ya vardığımızda Hüsrev Ağabey mumlu
kâğıda yazar, Abdülmuhsin, Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabeyle birlikte
teksirle çoğaltırdık. Bu bir kış devam etti. Bazı mecmuaları neşrettik. Ekseri büyük
mecmualar Sav'da teksir oldu. Sav'dan sandıklarla İstanbul'a cilde gönderirlerdi. Ciltten
geldiğinde de hiç bilinmedik adreslere gelirdi, o zamanlar açıkta kitap gezdiremezdik. Hem de
her yerde okuyamazdık, daima Nur Talebeleri tarassut altında idi.
Risale-i Nurlar matbaalarda Latin harfleri ile neşriyata başladığında (1954-1957), hergün bir vesile ile Üstadımız ders verirdi. Hiç boş durmuyordu.
"Siyasilere ders verirdi"
Hayat-ı içtimaiyeye dair mektuplar, siyasilerle muharebeler, lahika mektupları devamlı
neşrediliyordu. Isparta'ya vardığımızda hem teksir, hem neşriyat, hem o zamanki particilerle
merhum Tahirî Ağabey, Tenekeci Mehmet Efendi, Terzi Mehmet Efendi, merhum Zübeyir
Ağabey, merhum Rüştü Ağabeyler o zaman parti başkanı olan Mehmet Tokalar ve parti ileri
gelenlerinden Süreyya Demiralay, Hilmi Dolmacı, Celâl Bey gibi zatlarla temas ediyorlardı.
Üstadımız onlara Risale-i Nurdan dersler verirdi. Hem hayat-ı içtimaiyeye dair mektup
lahika olduğundan, onlara bir bahane ile verdirir, okuttururdu. Üstadımız Üçüncü Said
devrinde hayat-ı içtimaiye ile meşgul olurdu. Çok zaman, sabah namazından sonra 'Bana ihtar
olundu,' diyerek, 'kalem kağıt getirin' der, çok süratli söylerdi. Ekseri Tahirî Ağabey, Ceylân
Ağabey yazarlardı. Bağdat Paktı meselesinde Üstadımız çok sevindi. Başbakan ve Reis-i
Cumhura mektuplar yazdı. O mektupları aynı zamanda lahika olarak neşretti. Üstadımız
kendisini ziyarete gelenlere Bağdat Paktı meselesini anlatıyordu.
40. "Erzurum Üniversitesi ile çok alâkadardı"
Erzurum Üniversitesinin açılışı ile çok fazla alakadar oldu. Üstadımız, 'O üniversiteye benim
ismim verilmesi lâzım. Fakat Mustafa Kemal'le beni barıştırmak için, onun ismini verdiler'
demişti. Meselâ Reis-i Cumhura yazdığı mektupta şöyle diyordu:
'Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en
ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteyi sarfı
için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve
kendisine büyük şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün
Şark hocalırın minnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci
kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette
bu vatan ve devlete, bu millete bu azim faideli hizmeti netice verecek.Ulûm-u diniye o
üniversitede esas olacaktır. Çünkü, hariçteki kuvvet tahribât-ı mânevidir. O mânevî
tahribata karşı atom bombası ancak mânevî cihetinde, mâneviyattan kuvvet alıp tahribatı
durdurabilir. Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaiki ile
ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım
gelirken, Amerika'da Avrupa'da bu meseleye dair istişareye mecbur bildiğimizden... Elbette
benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına
sizlerden bekliyoruz.'
O zamanki müsbet siyasilerle konuştuğunda, 'Size kat'iyen ve çok emarelerle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir' diye ders verirdi.
Devam edecek...
--------------------------------------------------------------------------------