`Olan'la `olması gereken' arasında
Olumsuz durumlarla yüzyüze gelindiğinde, insanların, üç ayrı türde tepki
verdiklerini görüyorum. Bir grup insan, durum budur ve bunun değişmesi mümkün
değildir diye düşünüp, mevcut olumsuzluğa teslim oluyor. Bir diğer grup, durum
budur diyor ve bunun değişmesi için sebepler dairesinde çıkış yolları arıyor ve
bulamayınca da ye'se düşüyor. Bir üçüncü grup, durumu görüyor, bu duruma dair
sebepler dairesinde hazır bir çıkış yolu da görmüyor, ama durumun değişeceğine,
sebeplerin Müsebbibi olan Rabb-ı Rahîm'in umulmadık yerden bir çıkış yolu
göstereceğine dair ümidini koruyor.
Edindiğim gözlemler itibarıyla, ehl-i din arasında, üçüncü grupta yer alan
insanların sayıca daha fazla olduğunu söyleyebilecek durumda değilim. Bugün
çoğu ehl-i dine hakim olan ruh halini, gördüğüm kadarıyla, ya ilk grubun ya da
ikinci grubun sergilediği türden bir umutsuzluk teşkil ediyor. Durum budur deyip bu
duruma teslim olanlar, bu ümitsizlik ve mevcut hali kabullenme içinde değişime ve
dönüşüme dair ümitlerini ve enerjilerini yitirmiş olarak, zaman içinde `duvardaki
tuğlalardan biri'ne, bir büyük değişim ve dönüşümün engellerinden birine
dönüşüyorlar. Diğer ümitsiz grup ise, ortadaki olumsuzluğu görmesine, bu
durumun değişmesini arzu ediyor olmasına, dolayısıyla `duvardaki tuğlalardan
biri'ne dönüşmeme azminde olmasına rağmen, sebepler dairesinde bir çıkış yolu
arayıp bulamayan yaklaşımı içinde tıkanıyor, kilitleniyor, yalnızca karamsarlık ve
içe kapanış üretiyor.
Müşahhas bir örnekle açacak olursak; ahir zaman şartlarında yaşayan insanlar
olarak, sokaklardan televizyona, aile çevresinden okullara.. uzanan çizgide,
çocukların mü'minâne bir terbiyeye muhatap olmasına engel teşkil eden bir dizi
hal ile yüzyüze geliyoruz. Televizyon, çocuğu eğitmiyor, eğiyor. Okul, çocuğu
muhakemesi ve karakteri sağlam bir insan haline getirecek donanımları
sağlayacak yerde, onların kişiliğini ezici, muhakemelerini saptırıcı bir muhteva
taşıyor. Aile çevresinde, çocuğun mü'minâne bir terbiye görmesine yardımcı olan
üç-beş kişiye bedel, imanî hassasiyetleri hor gören ve dolayısıyla çocuk
terbiyesindeki bu hassasiyeti baltalamayı iş edinen daha fazla sayıda kişiyle
yüzyüze gelinebiliyor. Sokaklar, çocuğu hepten yoldan çıkarıcı bir muhteva
arzediyor.
Böyle bir durumda, çocuklarına mü'minânê bir terbiye verme ve imanî bir
muhakeme kazandırma çabasından uzaklaşmış veya bir dönem bu yönde gayreti
olsa da sonunda pes etmiş birçok insanla karşılaşabiliyoruz. Bunlar, ümitsiz birinci
grubu oluşturuyorlar. İkinci grupta olanların ise, sebepler dairesinde gördükleri bir
dizi olumsuzluğa binaen içe kapandıklarını, bu ortamın çocuğu ancak terbiyesiz ve
ahlâksız yapacağı düşüncesiyle dış dünyayla temasta olabildiğince kontrollü ve bu
hassasiyet yüzünden de çocuğun dış dünyayla diyaloglarında son derece duyarlı ve
tepkili davrandıklarını görüyoruz. Meselâ, birinci grup çocuğa düzgün bir
yeme-içme alışkanlığı kazandıramadığı için çocuğu her Allah'ın günü
çikolata-şekerleme-fast-food ile beslenir hale teslim ediyor. İkinci gruptaki kişiler
ise, bu `gıda'ların gerek besleyicilik noktasındaki zaaflarına mukabil çocuğu
lezzetçi yapmaları, sonuç itibarıyla da tüketim kölesine dönüştürme riski taşımaları
noktasında haklı bir tesbite sahip bulunuyor. Ama, bu yiyeceklerin bu yönünü kendi
dünyasında öylesine vurguluyor ve abartıyor ki, âdeta, çocuğun eline alacağı tek
çikolata veya cips ile, tılsımın bozulacağı, o dakikadan itibaren çocuğun adım adım
kontrolden çıkacağı, yeniden imanî bir muhakeme ve muhtevaya kavuşmasının
müthiş derecede zorlaşacağı gibi bir düşünceyle, çocuğun her yerde ve hemen
herkesin elinde gördüğü o cicili-bicili paketlerle tanıştırmamaya çalışıyor. Ama
çocuk onları görüyor, onlardan mahrum bırakıldığını görüyor, onlardan neden
mahrum bırakıldığını hislerin muhakemenin fersah fersah önünde olduğu o çocuk
ruhuyla kesinlikle bilmiyor, sonuçta iyiniyetle sergilenmiş olan bu hassasiyetten
yalnızca maraz çıkıyor, kompleks çıkıyor, böylesi bir ortamda bu kadar keskin bir
tavrın uzun vadeli uygulanması da mümkün olmadığı için er veya geç bu
hassasiyet çözülüyor ve dağılıyor.
Bana göre ise, ne çocuğu tamamen istediklerinin kucağına bırakan, ne de yiyeceği
bir cipsin veyahut çikolatanın onu yoldan çıkaracağı endişesi taşıyan; bilakis
sabitler ile değişkenler arasında bir denge kurup `olan' ile `olması gereken'
arasında kontrollü bir serbestlik sağlayan; bu arada, Rabbinin rahmetinden asla
ümit kesmeyen üçüncü grup en doğrusunu yapıyor.
Çocuk terbiyesinden ev döşenmesine, televizyonla ilişkilerden eğitime, alışverişten
eşler arası münasebetlere, eş-dost çevresiyle olan muhabatiyetten ibadet ve
tefekküre uzanan bir dizi alanda, bu iki uçlu ümitsizliği ve bunun yol açtığı zaafları
açıkça görebiliyorum. Meselâ, bir tarafta ailenin ve toplumun hakim değerlerine
tamamen teslim bayrağı çekmiş olanları, öte tarafta ailenin ve toplumun
güdümüne girmeme hassasiyeti içinde köprüleri atıp diyalog kanallarını neredeyse
tamamen kapatmış olanların varlığını görebiliyorum. Aşırı zorlamanın veya aşırı
gevşemenin, birbirinin zıddı tavırlar da olsa, neticede aynı ümitsiz halet-i ruhiyeyi
beslediğini görebiliyorum. `Sabite'lerin ortadan kalktığı bir gevşeme de,
`değişken'lerin ihmal edildiği bir direnme de, yalnızca maraz üretiyor.
Görebildiğim kadarıyla, ehl-i dinin, şu ahir zaman ortamında, bir `vasat' ve
`denge' talimine ihtiyacı var.
Bir-iki hafta bu `vasat' ve `denge'yi değişik açılardan irdelemek istiyor, duâlarınızı
bekliyorum.
Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya
--------------------------------------------------------------------------------