AKİSLER

RAB TELAKKİLERİ

M. İsmail Tezer


Bugün cemiyetin haline bakıldığında nice hazin ahirzaman tabloları gözlenir. Zamanın ahir oluşu, dünyayı ahirete tercih eden tablolarında çoklukla bulunmasını netice veriyordu.

Dünyayı ahirete tercih ediş, elmas parçalarını cam parçalarına feda ediş şeklinde beliriyordu bir ahirzaman yolcusunun dilinde. Kıyaslanması dahi mümkün olmayan iki değer, ne hazin ki ehl-i dinin dünyasında dahi biri diğerine tercih edilir hale gelmişti. Nice uhrevî ölçüler, basit bir dünyevîlik uğruna göz ardı edilirdi. Dünyevîlik sarmıştı ekser ehl-i dini. Hem de çepeçevre. Kuşatmadığı yer, girmediği mekan kalmamıştı. Nice insana dinin sattırmış, mukaddeslerini feda ettirmiş, gaye-i hayatını unutturmuş, gaye-i hevâsına yönlendirmiş insanları. Amaçlar hevesât-ı nefsaniyeye tatmin olmuş. Nefis merkezli bir hayat kurulmuş cemiyet-i beşeriyede. En hasis şeye ibadet edilir olmuş. Menfaat görülen herşey Rab telakkî edilmiş zihinlerde. Nice “Rab telakkîleri” çıkmış ortaya. Kimisi paraya, kimisi kadına, kimisi patronuna ve hakeza... bir çok insan temelde şeytana veyahut şeytanın oyuncaklarına tapar olmuş.

Hayatın her bir hadisesi bir ders-i ibret ve bir ism-i ilahinin nakşı iken; basit, tesadüf ve alelâde bir olay şekli verilmiş. Karışıksız, saf ve şeffaf olan eşyanın iç yüzüne nazar etmesi gereken zihinler, mülk cihetine takılı kalmış. Gaflet, ölü toprağı gibi çökmüş üzerimize. Bir diğerine sadece mukarin olan sebep, illlet telakkî edilmiş. Ancak tüm bunların altında yatan, “Malik-i Hakiki’den gafil oluş” sebebidir. Evet, Malik-i Hakiki’den gaflet, nefsin firavunlaşmasına sebep oluyordu. Esma-i İlahiye’nin gizli definelerinin anahtarı hükmünde olan “ene”, nübüvvet çizgisinde yer almadığı takdirde, dinsiz felsefenin yoluna düşüp, esfel-i sâfiline doğru gidiyordu. “Ben kendime malik değilim” cümlesi, kırk senelik ömrün ve otuz senelik tahsilin bir ürünü olan dört kelâmdan biri değildi boşuna. Bütün şirk derelerine kaynaklık eden, “kendine malik oluş” vehmiydi. Evet, tabiata verilen tağutiyet, nefse verilen tağutiyet ile başlardı. “otuz seneden beri mücadele ettiğim” dediği, biri insanda, biri alemde bulunan iki tağut, ene ve tabiat. Mezkur mücadelenin her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelenmesi ancak Kur’an’ın feyziyle gerçekleşirdi. Mevhum tabiat perdesi parçalanarak, altında Şeriat-ı Fıtriye-i İlâhiye güneş gibi ortaya çıkardı. Firavunluğa delalet eden “ene”den ise, yüzü Sani-i Zülcelâl’e dönük olan “hüve” ortayaçıkardı.

Kolay değildi bütün bu mücadele. Mesnevî müellifi neredeyse yarı ömrünü vermişti zira. Mesnevî’nin bütününe yakın bir bölümü hep bu mücadeleyle doluydu. O, bu mücadelesini katrenin başında açıklıyordu. Kendi ifadesiyle, Kader-i İlahi sevketmişti Onu bu yola. Pek çok belalarla, düşmanlarla karşılaşmıştı bu yolda. Fakat, acz ve fakrını vesile yaparak, Rabb’ine iltica etmişti. İnayet-i Ezeliye, onu Kur’an’a teslim edip, Kur’an’ı Ona muallim yapmıştı. Kur’an’dan aldığı dersler sayesinde, o belalardan kurtulduğu gibi, nefis ve şeytan ile yaptığı muharebelerde de muzaffer olmuştu. Bütün ehl-i dalâletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk çarpışması, “Sübhanallah, Elhamdülillah, Lailaheillallah, Allahuekber ve lâ havle velâ kuvvete illa billah” kelimelerinde vukû bulmuştur. Bu kelimelerin kalelerine sığınarak, o düşmanlarla münakaşaya girişmiş, her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi yapmıştı. “Katre”de yazdığı her bir kelime ve ((kayıt)) kazandığı bir muzafferiyete işaret ederdi.

Onun bu mücadelesi ve muzafferiyeti bizlere manidar mesajlar sunuyor olmalıydı. Nefis ve şeytan öyle küçümsenecek düşmanlar değildi. Bu düşmanlar karşısındaki ilk imtihan aczimizi fakrımızı kabullenmekte başlıyordu. Zira Rabb-i Rahim’e iltica, aczini ve fakrını anlamaktan geçerdi. Aczin ve fakrın kabullenmeyen insan, iltica edecek kendinden üstün bir varlık aramazdı. Zira iltica edilecek yer zaten kendisiydi.

Şeytanın şerrinden, Rabb-i Rahîm’in rahmetine sığınmak, diğer ifadesiyle istiaze silahını takmak, nefis ve şeytan ile mücadelede muzafferiyetin önemli bir kilometre taşıydı. Acz ve fakrıın kabullenerek Rabb-i Rahîm ‘ine iltica eden ve dolayısıyla istiaze imtihanını da geçen insanın karşı karşıya kaldığı bir diğer imtihan da istiğfardı. İstiğfar, istiazenin bir sonucuydu. Zira sığınmayan bağışlanmayı isteyemezdi. İstiğfar edebilmek için, ayıbını ve kusurunu itiraf edebilmek gerekiyordu. Ancak şeytanın mühim bir desisesi de insana kusurunu itiraf ettirmemekti. Bu desiseden kurtulmanın çaresi de nefsi daima ittiham etmek, kusurunu ve ayıbını görmekti. Bunu da gerçekleştirebildiği takdirde insan, nefis ve şeytanla olan mücadelesinde çık büyük ve önemli bir vartayı da atlatabilmiş ve Gafur-u Rahîm’e istiğfar edebilmiş oluyordu. ((uğraşacağı)) aczini ve fakrını anlayan insan iltica ediyor, iltica eden istiaze ediyor ve ancak istiaze eden istiğfar edebiliyordu.

Resûl-ü Ekrem’in (ASM) her gün yüz defa tevbe istiğfar edişini göz önünde bulundurduğumuzda, kendim de dahil olmak üzerebir çoğumuzun daha henüz hakkıyla istiaze ve istiğfar edemediğini düşünüyor ve bu meyanda her birimizin Rabb’ine istiaze ve çok çok istiğfar edebilen bir kul olmasını Gafûr-u Rahîm’den temennî ediyorum.


--------------------------------------------------------------------------------